1 Haziran 2009

missed

missed

ölüm hakkında düşünüyorum şimdi. o lanet olası kara delik hakkında düşünüyorum. düşünebilirim öyle değil mi? sizce bir mahsuru yoktur umarım bunun, yani hâlâ düşünebiliyor ve yazabiliyor ve yayınlayabiliyor ve yaşayabiliyor olmamın… rahatsız olanlar gözlerini kapatabilir, kulaklarını tıkayabilir, görmezden gelebilir ve derhal çıkıp gidebilir. ne diyordum? ölüm. baştan alalım…

ölüm hakkında düşünüyorum şimdi. o lanet olası lanet hakkında. bir bakıyorsun, öncesinde hareket edebilen ve daha da ötede hissedip tepki verebilen bir şey, eşyadan farksız hale gelmiş. ve orada öylece bıraksan, çok fazla dayanmayacak bir eşya gibi, çürüyüp gidebilecek, kokabilecek, kurtlanabilecek, yok olabilecek, vesaire vesaire vesaire. gömüyoruz, yakıyoruz, çeşitli yok etme biçimleri uygulayıp, anıtlaştırıyoruz. ve sonra, bazen ziyaret ediyoruz. bazen fotoğraf karelerine bakıyoruz. bazen videolara. bazen de, zihnimizin içine hapsolan film şeritlerine.. zihnimizin içindeki film şeritleri, giderek daha da silik bir hâl alıyor, bulanıklaşıyor, ve sonra, zamanla daha az hatırlamaya başlıyoruz geçmişte olan biten ebegümecini. daha çok anı depolanıyor belleğimizde, ve daha az yaşamaya başlıyoruz bir şekilde. daha az hatırlayarak dünü. devam ediyor. ilerliyor, ilerliyor, ilerliyor, ve bazen birden bire, son sürat giden bir arabanın aniden bir duvara çarpıp durması gibi, içimizde geri sarıp bir noktaya kilitleniyor zihnimiz. buna kimileri nostalji diyor. kişisel nostalji söz konusu olan. kişisel bellekle ilgili olan kişisel nostalji. işte, ne bileyim, evde oturmuş bir şeyler yaparken, bir anda, bir şey, herhangi bir şey, geçmişte olan bir şeye geri itiyor zihni. ve sonrası boşluk. çünkü bir zamanlar var olan bir şeyler artık yok. sonra? sonra geçiyor işte, bu acı ve durağanlık, yine devam ediyorsun. ama asla unutmuyorsun ölen insanları. anneni unutmuyorsun. babanı unutmuyorsun. ölen eski sevgilini. ölen eski dostlarını. belki kedini veya köpeğini. hatta balığını. yani kısaca, hissedebilen bir şeyleri.. artık ölmüş olmalarını.. meseleyi kişisel alacak olursam, 13 ya da 14 yaşımdayken ölen eniştemi. meseleyi kişisel alacak olursam, beynimin hard diskinde, binlerce yedeği alınmış, asla kaybolmayacak olan, bir sürü geçmiş zaman dilimini… hiç bir şeyi unutmuyor ama geri de getiremiyorsun. henüz bunu başaramadık. ama her an başarabilirler. şu, geri zekalı ve gereksiz işlerle çok fazla haşir neşir olan manyaklar, teknolojiyi çok ileriye taşıyıp, bellekte geri dönüşüm yolculuğuna çıkartabilirler sizi.. ve buna, kişisel bazda bir geçmişe yolculuk diyebilirler. hatta bakarsınız, “geleceğe dönüş” film olmaktan da çıkar bir gün. olabilir. her türlü acıya çare olabilir, siktiğiminin kapitalizmi. olmayı vaat ederler en azından. bütün siktiğiminin liderleri bir şeyler vaat ederler. tanrı da dahil buna. tanrınız. ne diyordum?

ölüm hakkında düşünüyorum. ve pj harvey bana, tatlı bir şekilde, acı dolu bir ses ile, “missed” diyor. zamanda yolculuk fikri, bana kalırsa, hiç de iyi bir fikir değil. mümkün olsaydı, ben gitmezdim. çünkü, yaşanan her şey, yaşandığı anda gerçektir, buk.un dediği gibi, ve her ne kadar kendi içimizde geçmişe dönüp acı çekebiliyor da olsak zaman zaman, ölümü alt etme çabası, dahiyane bir şey gibi gelmiyor bana. acıyı yok etmek, hayatı anlamsızlaştırabilir. ki yeterince anlamsız gelebiliyor bazen her şey. ki kendi içinde, yeterince anlamla doldurmuşuz her şeyi. ve şimdi, bu noktada, ölen tüm şeylerle ilgili, bir şeyler zırvalıyorum. çünkü ölüm, birinin ölümü, gerçekten pis bir şey. ama söz konusu ölüm, intiharla, ya da savaşla, ya da cinayet ile, ya da başka bir dış etkenle vuku buluyorsa, ki buna kapitalizmin başımıza açtığı binlerce hastalık da dahil, dışardan etkiyen bir şeyler sonucu vuku buluyorsa, daha da pis bir hale dönüşebiliyor, hissedilen acı. acı ve acıyı tedavi yöntemleri üzerine de zırvalayabilirim. çünkü ölüm acı demektir. çünkü sevdiğiniz herhangi canlı bir şeyi kaybetmek, size gerçekten büyük bir acı verebilir. çünkü hissetmek, ve hissedilen bazı şeyleri paylaşmak, böylesine tehlikeli bir şey. çünkü ölüyoruz. çünkü ölmek zorundayız. çünkü başka türlü, hayat çok sıkıcı olurdu. o yüzden cennet, dinlerin ürettiği, en geri zekalı vaattir. ve insanlar kanar. kanarlar çünkü, insan denilen varlık, bu dünyanın en açgözlü ve en bencil varlığı olma kapasitesine erişmiştir. o noktada, dönüp geriye baktığımızda, ölen tüm insanlar için, hepimiz zaman zaman, bir dakikalık saygı duruşuna geçtiğimizi hatırlayalım. salakça bir şey saygı duruşları. anıtlar ve türbeler ve mezarlar, dünyanın en gereksiz yerleri. yakmak gerekiyor. gerçekten yakmak. kül.. sonra o külleri, rüzgara veya denize ya da uzay boşluğunda herhangi bir akışa bırakmak… bence en mantıklısı bu. o yüzden, ölünce yakılmamızı istiyorum, ve küllerimin küllerine karışmasını, bizi bir kutuya koymalarını istiyorum. ve denize atılmamızı. sadece sen ve ben. ben de mi kimim? ben de senin kim olduğunu bilmiyorum tatlım… henüz karşılaşmadık. ve hiçbir zaman karşılaşmayabiliriz. hiçbir zaman aşık olmayabilirim. hiçbir zaman aşık olmasam iyi olur. çünkü, en başa dönecek olursak, ölüm var, ve herhangi bir şeye dair özel bir şeyler hissetmek öylesine boktan bir şeydir ki, her tatlı dokunuşu, acı ile hatırlanmanı gerekli kılabilir. ve bir birlikteliğin sonu, terk edilme yerine ölüm ile geliyorsa, gerisini siz düşünün artık… burada, bir sevgililikten ziyade, genel olarak, herhangi bir şeyle yaşanan birlikteliği kast ediyorum. her şey olabilir bu.

bu noktada geriye dönüp, bir sigara yakalım. belleğimizde geriye.. eniştem öldüğünde, 13 veya 14 yaşındaydım ve ölümün ne olduğu konusunda en ufak bir fikre sahip değildim. sabah. telefon çaldı. kuzenim. açtım. ve bana, “baba mı kaybettik” dedi. “tuvalette. ölü bulduk. sabah”. kaldım ben de öylece. çünkü alkolikti, çünkü gecenin bir yarısı uyanır ve içerdi, çünkü o gece tuvalete girdiğinde, artık bünyesi iflas etmişti. ve neden alkolik olduğunu, olabildiğini, ve kurtulmak istemediğini, istese bile kurtulamadığını, çok iyi biliyorum. çünkü yaşam, öylesine boktan bir hâl alabiliyor ki bazen, yani gerçeklik kavramı, ve anlaşılabilmek, sevilebilmek, öylesine boktan bir hâl alabiliyor ki hayat, kendinizi yalnız, yapayalnız hissedebiliyor ve intihar ediyorsunuz, ya da kendi zihninizi çeşitli şekillerde askıya alıyorsunuz. bunu ben de yaptım ama iyi bir şey değil bu. zihni askıya almak yani. yaşama savaşına bir son vermek yani. çünkü yaşam, zaman zaman hiç olmadığı kadar güzel olabildiği gibi, zaman zaman da, var olan ve olabilecek ne varsa içinde sıkıştırabilen bir mengeneye dönüştürebiliyor zihninizi. o noktada, acıdan kaçmak anlamsız geliyor bana. çünkü, daha önce de dediğim gibi, her zaman iyi olmak iyi bir şey değildir ama her zaman kötü olmak kötü bir şeydir. bu noktada, sözü, ying yang ile bağdaştırıp, size bir örnek vermek istiyorum. verebilirim öyle değil mi? buna hakkım var sanırım… sonuçta, bu benim yazım, ve sevmiyorsanız, okumayın. nokta. devam edelim, örnek şu:

27 yaşına gelmiş bir adam, bir kaç ay önce bana, bir e-posta attı, ve “yazar olmak istiyorum bana yardım et” dedi. şaşırdım elbette. bir şeyler daha zırvalamıştı. sonra da buluştuk. mecburen buluştuk. çok ısrarcıydı. çok fazla. ve görüşmek zorunda kaldım:


karşılıklı oturuyoruz. ve bana, kendini güçsüz hissettiğinden bahsediyor. bu adam 27 yaşında. ve benle yaşıt. ve çok fazla kitap okumuş. eğer bir haddi varsa bu meselenin, haddinden fazla okumuş diyebiliriz. ve çok fazla film izlemiş ayrıca. ve yazar olmaya çalışıyor. yani yazmaya. söz konusu mesele, bu işten para kazanmak falan değil. para kazanmaya ihtiyacı yok, çünkü ailesinin yeterince parası var. ve ailesi bir gün öldüğünde, ona kalıcak olanlarla, ömrünün sonuna dek idare edebilir. o derece yani. anlatabiliyor muyum? devam edelim. herifin paraya ihtiyacı yok ve hayatında bir eksilik hissediyor. kendinde bir eksiklik hissediyor ve yazar olmaya çalışıyor. bir kitap yazmaya. etkileyici bir roman mesela. gerçekten etkileyici, öyle ki, okuyan herkesin ona hayran olabileceği bir düzeyde. neler bildiğini kanıtlamaya çalışıyor. ve bana e-posta atıyor, zamanın birinde, bu ve buna benzer bir sürü saçmalıktan bahsettiği bir e-posta. okuyorum postayı. o zamanlar postaları okuyabiliyorum. buna gücüm ve zamanım var. ya da öyle demeyelim de, meseleyi hiç abartmadan ve gerçeği çarpıtmadan şöyle değiştirelim o kısmı: o zamanlar birilerinden gelen e-postaları okuyabiliyorum, çünkü canım okumak istiyor. evet, böyle dahası iyi oldu. devam edelim öyleyse. artık çalan telefonu bile açasım gelmiyor kimi zaman, kimin aradığına bile bakasım gelmiyor, ve bakabildiğim zaman, canım geri dönmek istiyorsa, arayıp, “aramışsın bugün beni” diyorum. veya “bir hafta önce beni aramıştın”. her e-postaya, eğer canım cevap vermek isterse, “geç cevap için özür dilerim ama ancak bakabildim” diye başlıyorum. hayır, yoğun olduğumu ifade etmeye çalışmıyorum bu noktada, çünkü yoğun değilim, sadece, ne bileyim mesela, yeni bir grup keşfetmişken, o grubun albümünün inişi esnasında, ekranda geriye doğru akan rakamları izlemek daha ilgi çekici geliyor bana. geriye doğru akıyor rakam. kilobyte azalıyor. sonra ekranda finish yazısı beliriyor ve şarkıyı açıp dinliyorum. falan filan. boşa zaman öldürmek böyle bir şey olsa gerek, ama seviyorum boşa zaman öldürmeyi. ya da tutup, aptal programlar yazıyorum. aptal ve ufak bilgisayar programları. kendi içinde bir süre sonra sonsuza bağlayan döngüler oluşturuyorum o programlarda. şayet o programı, bir websitesine koyarsam, benim gibi zaman öldürme meraklısı bir herifi, epey oyalayabilir. yaşını gir yazıyor programda, giriyorsun yaşını, sonra kaç kitap okuduğunu giriyorsun, sonra kaç film izlediğini yazıyorsun, ve karşına bir olasılık dilimi çıkartıyor mesela, “bence” diyor yazdığım program “yüzde 44 yazar olabilirsin”. böyle bir şey olabilir mi? bu soruyu, iki şekilde ele alabiliriz. bir: ben böyle eblek bir şeyle uğraşıyor olabilir miyim? iki: bir şeyin gerçekleşme olasılığı, böyle eblek bir matematiksel süzgeçle belirlenebilir mi? “neden olmasın” diyor karşımdaki herif, “bence çok kitap okumuşsundur”.

buraya nerden geldik bilmiyorum, boşlukta akıyorum. o yüzden meseleyi baştan alıp, tekrar anlatmayı deneyeceğim. dinlemek istemeyenler için, kısa bir özet geçiyorum; mesele, yazar olmaya çalışan ve tek derdi bu olan bi herifin, boş işlerle uğraşıp birileri tarafından yazabildiği sanılan benimle arasındaki yazarlık ve hayat üzerine bir diyalogla alakalı, bunun yanı sıra size vaat edebileceğim, entrika dolu bir aşk hikayesi, bir cinayet, ya da “politik akapunktur” adında yeni bir keşif yok. hiç bir şey vaat etmiyorum ve hiçbir heyecanda duymuyorum şu an bu kelimeleri yazarken. ama anlatmak zorunda hissediyorum kendimi, çünkü fazlasıyla sıkıldım şu yazma işinde kendimi tekrar etmekten! kendi içimde bir değişiklik yaratmaya çalışıyorum. o yüzden başımdan geçeni değil de, başımdan geçmesi muhtemel bir şeyi kurguluyorum. belki, gelecekte başıma örülmesi muhtemel bazı kukuletaları, önceden tasarlayıp, anlatırsam, ve “bunun olabileceğini biliyorum bak” deyip, gelecekte bir takım olası şeyleri önceden tahmin edersem, ve bunu kanıtlarsam, belki tanrı beni şaşırtacak, hiç aklıma gelmeyen, olunca heyecan duyabileceğim, alternatif çoraplar örebilir başıma. senaryoları ezberledim çünkü artık. her şeyi baştan bilir oldum. çünkü kabuk değiştiren yılanlar gibi, her yeni yıla farklı bir bakış açısı ile giren insanların ve o insanların sürekli ters çevirdikleri kum saatlerinin, hangi tarafından asılmaya çalışırsan çalış, hep aşağı doğru akıyor zaman.. anlatabiliyor muyum? yokuluş. ölmekte olan her şey. bir önceki vaazımda bundan bahsettim size. ölmekte olan her şey. hiçlik. o halde baştan alalım.



şimdi, moruk, adamın biri var, tamam mı? bak bu kısım gerçek ama. sallapati yok. zamanın tekinde, bana bir e-posta atıp, yardım isteyen bir adam var. herkes zaman zaman birilerinden yardım istiyor ve ben yardıma ihtiyacı olduğunu söyleyebilen insanlarla ilgilenmiyorum, çünkü onlar nasılsa bir yolunu bulup, işin içinden çıkıyor ya da çıkartılıyorlar. sokakta yaşayan köpeklerin, yardıma muhtaç insanlardan daha çok yardıma ihtiyacı var bence. ve onları da, veya gerçekten bazı insanların, tek anlaşabildikleri ve iyi veya kötü bakabildikleri bazı hayvanları, kedi ve köpekleri, veya başka canlıları, ölüme terk eden bazı kurumları deşifre etmek gerektiğine inanıyorum. bu noktada, daha da ileri gidip, sizi isim verebilirim: “ışık kent hayvan barınağı”.

birileri, eğer bir takım toplumsal faktörlere etki edebilen işlerde çalışıyorlarsa, ve yaptıkları işten para kazanıyorlarsa, yani hayatlarını iyi veya kötü sürdürüyorlarsa, aldıkları maaştan çok daha fazlasını hak ediyor bile olsalar, o işi doğru düzgün yapmak zorundalar. bu noktada, kimsenin yediği ekmeğin, pislik dolu bir fırında pişmesi gerekmiyor. ve bu noktada, hiçbir hayvanın, insan ihmalkarlığından dolayı ölmesi de gerekmiyor. yani siz güvenlik görevlisi olarak, son derece modern bir iş hanında, modern olmayan koşullar altında çalışıyor olabilirsiniz, bu sizin, oraya girip gezmeye çalışan insanlara bir takım işkenceler uygulayarak, size uygulanan işkenceyi, elim sende oyununa veya çocukken oynadığımız “elektrik geçti” sirkülasyonuna döndürmenizi gerektirmez. bir havaalanında çalışıyorsanız, bagajların ağırlığına bir dolu küfür saydırabilirsiniz, ve haklı da olabilirsiniz ve bunu anlaya-da-bilirim, çünkü o işi ben de yaptım, ama intikamınızı, o bavulları tekmeleyerek alamazsınız. isyan ettiğiniz hayatınızı dönüştürmenin şekli, işinizde bir kademe yükselmekten de geçmez. isyan ettiğiniz hayatınızı dönüştürmenin şekli, kendinizi hayvanlardan üstün görmekten de geçmez çünkü gerçekten hayvanlar, insanlardan daha üstündür. bir defa daha hassaslar ve daha duyarlılar. insanlardan bin kat daha duyarlılar. o halde duyarlı olan bir şeye, yani hissedebilen ve acıdan kıvrandığı her halinden belli olan bir şeye, bu şeyin ne veya kimden olduğuna bakmaksızın, yardım etmek gerekir. toplumsal dönüşüm projesi denilen geyikler, ya da abuk subuk kalkınma projelerinin, bir sonuç vermemesinin nedenlerinden biri, kutuplaşma psikolojisidir. ve o kutuplaşma anında, bir amipe dönüşüp kendi içinde de bölünen ve bölünmeye alışkın olan insan doğası, en sonunda kendi içindeki yalnızlığı tamamlama noktasında evrilmeye başlayıp, herhangi bir şeye aitleşiyor. kendi içinde bütün olmayıp, kendi içinde bütün olmayan bir topluluğa katılmak.. ve bir takım sorunlarda, öne sürülen bir takım çözüm yolları ile ilgili, bir takım çalışmalar yürüten, bir takım lider insanların da zaafı, kendi içlerindeki yalnızlığı, o şey vasıtası ile çözme çabası gibime geliyor. o nedenle bir lideri olan bir sivil toplum örgütünün, bir lideri olan herhangi bir tarikattan farkı yokmuş gibime geliyor. çünkü, bireyselliğini yitiren ya da bir toplulukla bütünleşip kendi yalnızlık evresini es geçen, her insan, en sonunda, farkında olmadan, bir takım heyecanlar duyup, aynı amfetaminin yarattığı o sahte mutluluk hissini tatmaya başlıyor. ve hepimizin, sahte veya gerçek, zaman zaman, bir takım mutluluklar hissetmeye ihtiyacımız var. bu, orgazm sonrası tadılan, tamamen fiziksel yolla elle edilen bir mutlulukta olabilir, ya da, bizim yazar olmaya çalışan arkadaşımızın, ilk kitabı yayınlandığında tadacağı mutluluk gibi tamamen konunun dışında bir eylemden de kaynaklanabilir. bu arada, söz konusu yazar arkadaşımıza tekrar geri döneceğimizi belirtmek istiyorum. bu arada asıl meselemiz olan ölüme de tekrar geri döneceğiz… yeri gelmişken, şunu da belirteyim, aslında bizim asıl meselemiz, acının öfkeye dönüşmesi sonrasında patlayan isyanı kime yönelttiğimizle ilgili, ölümle ilgili değil, öldürmekle ilgili, cinayet veya intihar… zırvalamaya son verip, yazara geri dönüyorum;


adam karşıma geçip, benim çok iyi yazdığımı ve benim gibi yazmak istediğini söyledi. çok iyi yazdığım falan da yok aslında, resmen sıçıp batırıyorum ve kimse okuyamıyor bu zihin karışıklığımdan doğan karmaşık cümle yapımı…

ona şöyle bir teklifte bulundum, geyiğine: “bana mirasını ver, anneni ve babanı kandır, mirasını bana ver, ben de yazdığım her şeyi sana göndereyim, altına imzanı koyup yayınla, ne dersin?” gülüyordum bunu derken ve herif acı çekiyordu gerçekten. çünkü söz konusu sorun, yazarlıktan değil, anlaşılmaktan geçiyordu. kendini anlatmaktan. bir hatun vardı işin içinde, aşık olduğu bir hatun, onsuz yaşayamayacağını dile getiriyordu. yaşayamayabilirdi de. ben tüm eski aşklarımın zihnimde kalan imgelerinin kalplerini bantlayıp belleğimdeki bir gizli dolaba sakladım. anahtarı da denize atmak istiyorum. henüz atmadım. zihnimin odalarına açılan kapıların anahtarları. ne diyordum? adam sonra işi açığa çıkardı, “bir roman yazacağım ve beni anlayacak” dedi. “sonra” dedim. “hepsi bu” dedi. “sonra, isterse, hala nefret etmeye devam etsin”. bu, bana kötü geldi, her ne kadar eleman, kendi mantık evresini ve iradesini, hatunun istem dışı çalışan kaslarının arasına kaptırmış olsa da, yani tamamen aptalca bir nedenden ötürü bir roman yazmak istiyor olsa da, bu bana kötü geldi. ve ona sadece, şunu söyledim. “ben pek kitap okumadım, pek film izlemedim, ve senin bildiğin milyonlarca teknik ve teorik bilgiden bi haberim moruk. ve gerçekten, senin gibi bir insanın, bence yazabileceği milyarlarca şey olmalı, ama zihninin kafeslerine takılıp kaldığın sürece, yazamayacaksın”. “çünkü” dedim ona, “gerçekten, kişisel olan her şey politiktir, ve politik olmayan tek şey aşk olabilir”.
“o halde?”
“o halde, özel olmayı özelinde tut. ve kendin için yazmayı dene”. anlamadı ama. ağlamaya başladı. abuk subuk bir şeydi. gerçekten abuk subuk bir şey. gerçekten. napacağımı bilemedim. çünkü bi çok durumda napacağını bilemeyen biriyim. aradan aylar geçti. bu arada, bir şeyler kurgulamaktan vazgeçtim, aynen döküyorum olan biteni. aradan aylar geçti ve herif değişti. bir e-posta daha. artık yazamıyordum. eskiden çok daha iyi yazarken, artık yazamıyordum. artık, kendimi tekrar ediyordum. ve sıkılmıştı. okumuyordu beni. ama yazmaya başlamıştı. nihayet, yazabiliyordu. gönderdi. baktım. okudum. hiçbişi anlamadım. “özür dilerim ama benim kapasitem elvermiyor bunları anlamaya” dedim. ve bunu söylerken, gerçekten samimiydim. anlamıyordum. ama o da anlatamıyor olabilirdi. buna, entelektüel düzeyde doğru biçimde gelişme göstermiş biri, daha doğru karar verebilirdi. her neyse sonra, şuna karar verdim. kendini ne kadar çok önemser, şişirir, pohpohlar, bir bok zanneder, övünür, varolduğunu zanneder, varolma savaşını kazandığını zanneder ve ölümü düşünmezsen, es geçersen ölümü; o kadar az şey hissedebilir ve böylece o kadar az acı çekebilirsin. bunun tam tersi olarak da, kendini hiçe sayıp, bir başkası için yaşamaya çalışırsan, ve kendini hiç olarak var edip, bir başkasının bütününde erimeye kafayı takarsan, acının şekli ve boyutu giderek artar. ve kendin olmaktan vazgeçer, iradeni sıfırlarsın.


size bu uzun örneği anlatmaya başlamadan önce, ying yang ile ilgili bir örnek vereceğimi söylemiştim. verdim. tamamen siyah veya tamamen beyaz olmak, doğru bir açı sağlamaz. siyah ve beyazı birbirine karıştırıp, gri adında bir şey elde etmek ise, midemin bulanmasına neden olur. çünkü, gri iğrençtir. o yüzden var ying yang. ve bana oldukça anlamlı gelmekte. ki yinede, yani en ufacık olasılığı bile göz ardı etmeden, -ama olasılıklara takılıp kalmadan- ve böylece hiç bir şeyden emin olmadan, yaşamak, güzel. ki yine de bazen, tamamen siyahlara bürünüp, tamamen acı içinde kıvranabiliyoruz. bu da güzel bence. ki yine de, bazen bembeyaz olup, mutluluktan gebere-de-biliyoruz. bu da güzel. ki o yüzden, yaşamın rengi beyaz, ölümün rengi siyahtır. ve bu noktada, hissedebilen veya hiçbir hissi olmadığı halde, yani cansız olduğu halde, size bir şeyler hissettirebilen bir şeyi, bir şekilde kaybetmek, ölüm veya başka bir şey, kaybetmek, acı demektir. ve acı, öfkeye dönüşebilen bir şeydir. ve acınızın öfkeye dönüştüğü noktada, jiletinizi kendinize tutuyorsanız, bu gerçekten, sizin, çok hassas bir insan olduğunuz anlamına gelebilir. kendinizi, yaşanan her şeyden, suçlu bile olmasanız, suçlu hissediyorsanız, bu sizin, çok hassas bir ruha sahip olduğunuz anlamına gelir. o yüzden, “huzursuz olduğum için suçlu hissettiğimi söyle” der 2pac. ve o yüzden, tepemizde gezinip vır vır konuşan ve hayatımızın içine eden insanlar, bize “sakin olun” derler. “sakin olun, kemerleri biraz daha sıkalım, her şey düzelecek”. ne zaman düzelecek amına koyayım?

amına koyayım? evet, seksist bir küfür bu, ve hiç sevmiyorum, ama başka türlü bir kelime icat edene kadar, bunu kullanmak zorundayım. sikeyim, yerine, sokayım diyorum artık. bu, daha az seksist çağrışımı olan bir kelime. ve anasını satayım yerine tanrısını satayım diyorum. bu da daha iyi. ama amına koyayım demek zorundayım, çünkü gerçekten, acı çekmemize neden olanların amına koymak zorunda hissediyorum kendimi. çünkü artık, öfkeye dönüşen acıdan, içimde, kendime hasar verebileceğim bir parçam kalmadı benim. ve yazar bozuntusuna bunu söylemiştim o gün. “acın, öfkeye dönüşücek” dedim ona. “özgüvenin yeniden yerine geldiğinde” dedim “o hatundan nefret etmeye başlayabilirsin. o gün öfkeni mantıklı bir şekilde kullanmalısın bence, çünkü o hatunun nefret edilecek bir şey yaptığını da düşünmüyorum, seni ret etmekle”. aradan aylar geçti ve kusa kusa bana kustu öfkesini. ağzıma sıçtı resmen: “artık kendini tekrar ediyorsun girdap”.

sokmuşum girdapın kendini tekrar eden sarmal dokusundaki kıvılcıma yol açan çapraz bağına…



ölüme dönelim tekrar. ve acıya. ve öfkeye. ve isyana.

size şu kadarını diyeceğim: ian curtis için acı çekiyorum. cobain için acı çekiyorum. tupac amaru shakur için acı çekiyorum. layne staley için acı çekiyorum. alex için ve adını hatırlayamadığım veya bilmediğim veya sayamayacağım, intihar eden veya öldürülen veya ölmeye terk edilen tüm hassas ruhlar için acı çekiyorum. gerçekten.

ve intihar eden ya da ölüme terk edilen tüm dostlarım için de

bir arkadaşımın köpeği öldü. öldürüldü de diyebiliriz açıkça. çünkü bu noktada, konu biraz özele inip, hassas bir hal alıyor. ve yukarıda bir yerlerde dediğim gibi, sizler, bizler, tüm insanlar, her ne kadar kötü şartlarda düşük bir maaşa ve haddinden çok sürece çalışmak zorunda bırakılsak da; yaptığımız iş, eğer,  hayati tehlikelere yol açabilecek veya birilerinin acı çekmesine neden olabilecek bir içeriğe sahipse, doktorsak mesela, veya hastabakıcı, veya hemşire, veya dadı veya öğretmen veya bir uçak ambarında hamal, veya bir hayvan bakım evinde güvenlik görevlisi, veya veteriner veya başbakan, veya komutan, veya köşe yazarı, veya mütahit her ne olursak olalım, kapitalizm ağzımıza istediği kadar sıçsın, o işi doğru düzgün yapmak zorundayız. sağlam malzeme ile bina yapmak gibi. arabanın vidalarını iyi sıkmak gibi. tam yapamıyorsak, hiç yapmayalım. anlatabiliyor muyum? direk isyan edip çaışmayalım ve ekonomi direk toplu grev ile yerle bir olsun… ki en doğrusu bu! yoksa, gerçekten ama gerçekten, birileri öfkesini, doğru ya da yanlış bir bakış açısı ile sentezleyip, intihar yerine cinayetlerle sonuçlandırmaya başlayabilir. bu yüzden ölür insanlar zamanından önce. acı, öfkeye dönüşür çünkü. daima dönüşür. kaçınılmaz bir süreçtir bu. intihar eder ya da bir cinayet işlersin. cinnet?  geçelim…

7 sayfa oldu ve sigara üzerine sigara. içimdeki cenin ölmek bilmiyor. doğmuyor da. sanırım bir bebek taşıyorum karnımda. birileri beni hamile bıraktı. ruhuma tecavüz ettiler. bir sürü insan, peşpeşe. ve acı. ve öfke. peş peşe, tekrar tekrar dönüşen evreler. bi kendine bi onlara. bıçak üstüne bıçak. çizik üzerine çizik. 7 sayfa doldu ve meselenin özüne geldik…

ölüm, bu dünyada var olması en gerekli, gerçeklik. çünkü diğer türlü, düşünsenize, ne kadar aptalca olurdu. ölümsüz olup, yapmak istediğim her şeyi erteler, ve kordonda çimlerin üzerine sırtüstü yatarak, beklerdim sonsuza dek. bi güneş, bi ay. beklerdim. hiçbir şey yapmadan. sanırım cennete gitseydim, bunu yapardım. sokmuşum tanrının vaat ettiği hurilere. ölüm anlamlı. sorun olan, öldürülmek. intihar ya da cinayet, ya da ölüme terk edilmek, aralarında hiçbir fark göremiyorum. bu noktada, o yok olan şeyi yok eden veya yok olmasına neden olan şeylere karşı öfke duyuyorsunuz. ve size yardımcı olabilecek hiç kimse yok. çünkü yargı sistemindeki görevli insanlar işini yapmıyor. çünkü yardım kuruluşları söylediklerini yapmıyor. çünkü bir şeyleri korumak adına kurulan dernekler söylediklerini yapmıyor. yalnızsınız. yapayalnız. dünyaya karşı ben. “me against the world”. ve sonra hakkınızı aradığınız için suçlanıyor ya da aptal yerine konuyorsunuz. şu bizim kafasına çuval geçirilen askerler geldi aklıma. adamlar ölmedi diye yargılandı. ne salak bir dünyada yaşıyoruz.

“muhakkak insan ziyandadır, velhasıl huzur isyandadır!” mütrüp fanzin.


acının öfkeye dönüştüğü noktada, intihar yerine isyan etmek. ve gerçekten ama gerçekten, ölmesi gerekenleri öldürebilmek. temizlik. faşizm? yo hayır, şaka yapıyorum. kimseyi öldürmüyoruz. ama ölmüyoruz da. yaşıyor da sayılmayız bu arada. zaman geçiyor, ve sen, gerçekten, geçen zamana aldırış etmeksizin, hayatta kalmaya devam ediyorsun. yaşıyor da sayılmazsın bu evrede. ama ölmüyorsun da. bitkisin belki. bitki doğru tanım. ama dikenlerin var. ve o dikenleri, eğer istersen, istediğin zaman batırabilirsin. zaman zaman yapraklarını dökebilir, zaman zaman tekrardan yeşerebilirsin. ve dikenlerin var. genellikle kıçına batan dikenlerin. ama bazen de, fazlasıyla acımasız olup, ışıkkent hayvan barınağını, havaya uçurabilmeyi, aklından geçirebilirsin, hayvanları dışarı çıkarıp. işe yaramaz ama. çünkü, dünya da, havaya uçurulması gereken o kadar çok yapı ve o yapılar içinde o kadar çok insan var ki, hepsine öldürmeye zamanın yetmez. enselenirsin. ya da unabomber gibi sıkılıp “ben buradayım” dersin… anlatmayı denesen, konuşmayı ya da yazmayı ya da müzik yapmayı ya da film çekmeyi ya da herhangi bir -sanatsal olarak lanse edilen- ifade şeklini seçsen ve anlatmayı denesen, anlamalarını ve dönüşmelerini, ve daha yaşanabilir bir dünyaya dönüştürmeyi, yaşamı dönüştürmeyi. gene işe yaramaz, çünkü bu kez de ya sansürlenir ya da öldürülürsün. çözüm yok. ve ölüm her daim kapıda. ve aslında yaşamıyoruz da. bizler makineyiz. insan olma evresini geçtik. insanlar evrim geçirdi ve makine oldu. programlanıyoruz. okula gidiyoruz. işe gidiyoruz. evleniyoruz. çocuk yapıyoruz. falan filan. tao yok. wu wei yok. makine var. işe git-eve gel. acı çek ama öfkelenme. sakin ol. her şey olacağına varır yavrum. hiçbir şey değişmez. sisteme adapte olup yaşamın tadını, sana ayrılan sürede, tadabileceğin kadar tatmaya çalış. söylenen bu bize. o halde siz, bunu yapmaya devam edin. ben yapmıyorum. ben müzik dinliyorum. hepsi bu. arada bir zırvalıyorum bir de. ve öleceğim. ve herkes ölücek. ama ölmeden önce, acıyla karışık öfke sotemi, sos haline getirip, birilerinin başından aşağı dökmekten başka bir şey istemiyorum. sonra da “özür dilerim, kazayla oldu” diyeceğim. hani üzerinize yanlışlıkla elindeki tepsiyi deviren bir garson gibi. ya da üzerime bilerek devirdikleri bir sürü saçmalıktan sonra özür dileyip farkında olmadıklarını söyleyen ve hala farkına varmamış olan… lala lala la.. burada kesiyorum…


hiç bir şey değişmez… değişmeyecek. ve yunanistan’da, alex’in katledilişi sonucu patlak veren isyanlar gibi isyanların tekrarları arasındaki periyot kısalıp, tehlikeli bir virüs gibi her yere yayılana kadar da, öfkemiz dinmeyecek.

ölen her şey için, öldürülen her şey için, ölüme terk edilen her şey için, tüm yalnız insanlar için, ve tüm hayvanlar için, ayrım gözetmeksizin tüm o harikulade varlıklar için, tüm hayvanlar – insan hariç!

bir kez daha.. burada. öfkemizi kendimize yöneltmememiz gerektiğini vurgulamak istiyorum. intihar etmeyin. acıdan da gebermeyin. bekleyin ve öfkeniz açığa çıktığında, sakinleşmeden, yapmanız gerekeni yapın. benim çelebi holding adlı hırsızlardan bir alacağım var. sizin de bir çok hırsızdan bir çok alacağınız vardır. o halde, ya alın, ya da bağırın. avazınız çıktığı kadar bağırın. çığlık. acı bir çığlık. çok acı. pj harvey, çok acı bağırıyor. hala bağırıyor. missed. hala bağırıyor. sakince bağırıyor. ama acı dolu bir bağırış. kişisel olan her şey politiktir. ve punk; insanın, kendine yakışanı giymesi değil, isyan etmesidir. ve saçlarımızı sıfıra kazıyıp, ayağımıza geçireceğimiz postallarımızı kafanızda patlatınca, o zaman anlayacaksınız kimin daha çok acı çektiğini. ölüm, yaşamın tek gerçek anlamıdır. yani, harikulade hiçlik. harikulade bir kara deliktir ölüm. cennet yok. cehennem yok. tanrı yok. başka bir hayat yok. başka bir dünya yok. bize vaat ettikleri hiç bir şeyi de gerçekleştirmeyecekler.  ve hiçbir şey değişmeyecek. o yüzden devrim yok. sadece isyan var. bireysel veya toplumsal. hiç fark etmez. isyan, isyandır… çünkü, tekrar ediyorum, kişisel olan her şey politiktir.


* başlık, pj harvey’in bir şarkısının adıdır.


1 haziran 2009 – 06:00

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder