isimsiz – 4
okul da ki son
senemdi, ve hâlâ 1. sınıftaydım.. yani atılmak üzereydim, salı günkü menü
şöyleydi; sabahtan ilk iki ders tarih ve sonraki iki ders boş ve ondan sonra öğle
tatili, ve bir ders daha boş, ardından 3 ders statik.. 10:20’de bitiyordu ilk 2
ders, yani ilk iki dersi atlattıktan sonrasında, saat 14:40’a kadar beklemem
gerekiyordu.. lanet olası salı günlerimin lanet olası 5 saat yirmi dakikasını
nasıl geçirebileceğimi hala çözebilmiş değildim ve okulun açıldığı 5 hafta
olmasına rağmen hâlâ statik dersine girmeyi başaramamıştım.. bu dersten 4 hafta
devamsızlık hakkım vardı, ilk haftayı saymazsak, bu son şansım demekti ve
bundan sonra da o dersi aksatmamalıydım.. o gün sekiz buçukta uyandım, erken
uyanıp kahvaltı etmeyi bünyem kaldırmıyor, kusabiliyorum, bu nedenle bir bardak
çay faslı sonrasında yola çıktım.. otobüs beklemek, binmek, inmek, biraz
yürümek, kapıdaki görevliye öğrenci kartını kaybettiğini tekrar tekrar anlatabilme
faslı ve blok yapılan ilk iki derse giriş.. buraya kadar sorun yok.. ama dersin
blok yapılması nedeni ile katlanılması gereken fazladan bir 10 dakikam daha
var.. hoca çıkabilirsiniz dedi ve defterimi katlayıp, kalemi de cebime atıp
tuvalete gittim.. okulda kıdemliydim ve benim dönemimden herkes ya okulu
bırakmış ya da mezun olmuştu, sanırım 6 kişi kalmıştık 2000 yılında giriş
yapanlar olarak.. benim 2 devrem sonrası olan bi tip arkamdan geldi ve,
"statiğe giricek misin" dedi, onunla takılıyordum bazı zamanlar..
"bilmiyorum" dedim, "deneyeceğim". dışarı çıkıp, okulun
içindeki bir kafeye gittik.. oturduk.. bu okul derste olmadığım zamanlar, derste olduğum zamanlara göre ruhumu daha çok
sikiyordu, en azından hocaların yanında bu tipler ses çıkarmıyordu, ve ses
çıkarmadıkları zaman onlara katlanması daha kolaydı.. 4 senedir geçip giden
tiplere bakıyor ve yerimde sayıyordum, “istikrar” demişti geçen sene bana bir
hatun, “hâlâ 1. Sınıfta mısın sen?” dedi, “evet”, dedim, “istikrarlısın” dedi
gülerek.. ben gülmemiştim ve bu nedenle yüzü asılmıştı, insanları gerçekten
anlayamıyordum, karşılarındaki insan beklediğin tepkiyi vermediklerinde
bozuluyorlardı bu duruma.. her şey karşılıklıydı.. ve sanırım 4500 kişi içinde,
en çok dikkat çeken 2 kişi, ben ve oğuzdu. Çünkü koskoca kampüste, hiç kimsenin
hiçbir zaman oturmadığı bir yere oturuyorduk, merkez kafenin merdivenlerine.. ve
beni istikrarlı bulan hatun bir keresinde 5 basamaklı o merdivenlerden geçip
kafeye girerken bize 100binlira attı, dilenci gibi görünüyorsunuz dedi, ne bu
haliniz, “zamanın geçmesini bekliyoruz” dedim.. ama o gün dersten çıktıktan
sonra merdivene değil, bir masaya geçtik.. biz otururken oğuzun bir arkadaşı
geldi, daha sonra başka bir arkadaşı, ve bir tane daha.. susup onların
muhabbetini dinlemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.. konuştular,
konuştular, konuştular ve ardından idil bana dönüp, "neden konuş muyorsun"
dedi, "üzerine söz söyleyebileceğim bir şey yok ortada" dedim,
"ooo" dedi, hepsi de buydu.. ardından bu 4 sınıf arkadaşı sınıflarına
gitti ve oğuz ile tekrar gelip geçen tiplere bakmaya başladık.. "ne
düşünüyorsun" dedi, "gözleri güzel" dedim, "2 gündür öğlen
tatillerinde karşılaşıyorum onunla ve beni kesiyor" dedi, zaten ona göre herkes
onu kesiyordu.. deniz adında bir hatun okuyordu müzik bölümünde, saçları
kızıldı, "sürekli bana bakıyor" demişti oğuz, "e bana da
bakıyor" demiştim ve o gün yanımızda olan oktay, "herkese bakıyor
o" dedi, "ama sevgilisi var, bizim ordan otobüse biniyor
sabahları". benim umrumda bile değildi ancak oğuz üzüldü, bir sevgili
istiyordu o, ve bir de müzik grubunun bir üyesi olmak, ve birde tyler durden
olmak, ve birde, ımm - her şey olmak istiyordu aslında ve ona kimsenin "hiçbir
şey değilsin" diyerek bir iyilik yaptığı yoktu..
"baterist
arıyorum" dedi bana,
"sen ne
çalıyorsun ki?" dedim
"gitar",
dedi
"hmm, bundan
haberim yoktu",
"lise 3’ten
beri bir grubum vardı, 2 ay önce dağıldı, şimdi tekrardan toparlamak istiyorum
yeni bir grup",
"adı neydi
grubunuzun, belki duymuşumdur",
"yok biz bir
yerde çalmıyorduk, sen duymamışındır".
elbette duymadım göt,
2 senedir tanıyorum seni ve hiç bahsi geçmedi bunun! her gün yeni bir fikir ile
çıkıyordu karşıma ve eğer yalanını açığa vurursanız, o halde beyniniz yarım
saatlik bir ispat seremonisini dinlemek ile geçerdi, kurtuluş yoktu, inanmış
gibi görünmek dışında, ben inanmış gibi görünmüyordum ama ses de çıkarmıyordum..
hayatım boyunca çekmişimdir bu tip insanları üzerime; sinek ve bok? bu çocuk yalan söylediği zamanlar canım sıkılıyordu,
ve iki yüzlünün biriydi, tamam, pekala, ama en azından fikirleri vardı onun,
diğerleri gibi bu kafese sıkışıp kalmamıştı.. sabah siz gözlerinizi açık
tutmaya çalışırken o gayet uyanık bir şekilde okula gelir ve “hey hey otobüste
aklıma bir şey geldi” diye başlardı yeni ve saçma projesini anlatmaya, kaçıp
kurtulmak istiyordu ama sadece bunu istemekle yetiniyordu, gücü yoktu çok uzağa
adım atabilmeye.. ölmek istiyordu, hatta denemişti de bunu, hem de 2 kez, öyle
diyordu. “gene intihar edicem, sadece uygun zamanı kolluyorum” demişti bana,
ama söylediği her şeyi lafta kalıyordu.. ve lanet olası kafettonun lanet olası
kapısının lanet olası merdivenlerine oturmuş, gelip geçeni kesiyorduk, geçen
seneden beri hoşuma giden ancak bir sevgilisi olan hatunu gördüm tekrar,
önümden geçip gitti.. doğru insan ile birlikte doğru zamanı da yakalamak
gerekir dedim.. "ben masa altı yapçam" dedi oğuz, kalkıp içeri girdik
ve bir şeyler satın alınan o büfenin altını derinlemesine görebilicek kadar
uzaklıktaki bir masaya oturduk.. büfenin altına bakıyorduk, 3 adet bozukluk
parlıyordu.. kaç para olduğunu bilmiyorduk, ama bir gevrek, belki de yanında
bir çay, bir tanıdıkta bulursak, iki adet sigara edinmiş olucaktık.. kafeden
bir şeyler satın alan öğrenciler, ceplerinden ya da cüzdanlarından para
çıkartırken buraya düşürürler ve eğer düşen para yüzbinlira kadar yere eğilip
almaya onlar için değmeyecek bir meblağ ise orada bırakırlardı.. her gün bi kaç
adet bozukluk buluyorduk.. ve hemen harcıyorduk.. bu kez iki adet yüzlük ve bir
adette ikiyüzellilik vardı.. oğuz yanıma geldi ve, "450 bin” dedi “bir çay
ve gevreğe ne dersin?",
"bir şarkı ve
bir çay" dedim,
"ne
dinleyelim?",
"ol dirty bastard - fantasy",
lanet olası müzik
kutusundaki 500 şarkının arasındaki tek rap şarkısı buydu, 500de bir! iki
yüzlüğü alete atıp şarkıyı seçti ve çay alıp yanıma geldi.. bir çay, ve müzik, hepsi
bu.. oğuz çayı şekersiz içiyordu, ben ise iki adet küp şeker koyuyordum, ve
tanıdık yoktu hiç, ve sigara da.. ve bardağın yarısına inince o, geri kalanına
bir kaşık şeker atıp karıştırmak kaldı bana.. idil geldi, hani şu istikrar hatunu,
ya da bize dilenci muamelesi yapan, ya da, “ooo” diyen, ya da benimle sevgili
olmak isteyen, henüz bunu itiraf etmedi ve itiraf etmemesi daha iyi olur ikimiz
içinde.. neyse neyse, yanımıza oturdu.. "sigara?" dedi,
"elbette". çıkarıp uzattı..
“bu kez ortaya
üzerine söz söyleyebileceğim bir konu at” dedim,
“nelerle
ilgilenirsin” dedi,
“müzik”,
“ne dinlersin”,
“bi çok şey, mesela
şu an çalan şeyi”,
“neee?”,
“şu an çalan şeyi
biz attık”,
“ama bu rap” dedi
yüzünü ekşiterek
“evet”.
Ve birkaç cümle
sonra vakit doldu, derse gitmesi gerekiyordu.. “burda takılıyosanız öbür ders
uğrarım” dedi ve gitti.. ardından oğuzun başka arkadaşları geldi, okulda
popülaritesi olan bir kaç kişi, ve onunda popülaritesi olması gerekiyordu, en
azından bunu olabilirdi o, popüler.. ve bekliyorduk, bir süre sonra canım
sıkıldı ve “ben gidiyorum ya” dedim oğuza,
“nereye” dedi,
“eve”,
“ee devamsızlık?
Kalırsın oğlum sınıfta, otur işte”,
“ne bileyim ya, 3
saat daha burada beklemek ve bunu dönem sonuna kadar sürdürmek, nası olsa en
sonunda sikerim deyip ekicem, bare baştan hiç girmeyeyim..”,
bir diskman’im
olsaydı, -tabi o zaman pil sorununu çözebileceğimi sanmıyordum-, ya da bir
sınıfa girip okuyabileceğim bir kitap, beni 4 saat 20 dakika oyalayabilicek
herhangi bir şey işte.. masada ki muhabbet, bir bilgisayar oyunu hakkındaydı,
ve iyice sıkıldığım bir sırada masadan kalktım, binadan çıkıyordum ki, -siz
şimdi arkamdan idil seslendi diyeceğimi düşünüyorsunuz, ama hayır, öyle bir şey
olmadı- kapıdaki güvenlik görevlisi seslendi bana,
“meraba” dedim,
elindeki öğrenci kartını bana doğru uzatarak,
“bu senin, öyle
değil mi” dedi,
“aa, nerden
buldunuz” dedim,
“bir öğrenci
getirdi” dedi, “artık her sabah gösterebileceğin bir kartın var”.
Onunla daha önce
tartışmıştım, kartımı kaybettim ve yenisini çıkarmak için uğraşmak zor geldi,
otobüs şoförleri sormuyordu zaten, ve vapurda da sorun yoktu.. lanet olası
metrodaki güvenlik görevlileri dışında hiç kimse, benim öğrenci olup olmadığımı
merak etmiyordu, birde okulun girişindeki güvenlik görevlileri.. bilemiyorum,
belki bir bankaya girersem, kapıdaki güvenlik görevlisi bana öğrenci kartı
sorabilir.. üniforma giyen herkesin, ama herkezin, mevkiine göre bir takıntısı
oluyor ne de olsa… ve her salı saatlerce beklemek dışında yapabileceğim başka
bir şey de eve gidip öykü yazmaktı.. sonuç olarak ikisi de işime yaramıyordu..
ama en azından öykü yazarken eğleniyordum.. ve sanırım şu an derse girmek
üzereler.. tekrar otobüse binip derse yetişebilirim, ama sorun bu değil
sanırım, ve ne olduğunu asla anlayamazsınız.. ama bir insanın, t cetvelini
görünce tüm bünyesi alt üst oluyorsa, ve yıllar sonra bile bu his geçmiyorsa, o
halde beklemek ya da beklememek değildir problem, ki problem de yoktur aslında,
öykü yazar ve gene de aç kalırsın.. sonuç olarak zaman geçmiştir.. öyle ya da
böyle.. değişen bir şey olmaz… zaman daha hızlı veya daha yavaş geçecektir.. işte
okulda ya da evde olmam arasında ki tek fark..
ve bir de, müzik dinleyebilmek için kutuya para atmam gerekmiyor - en önemlisi de bu! [ 14.10.2004 – 22:45 ]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder