14 Ekim 2004

isimsiz - 4

isimsiz – 4

okul da ki son senemdi, ve hâlâ 1. sınıftaydım.. yani atılmak üzereydim, salı günkü menü şöyleydi; sabahtan ilk iki ders tarih ve sonraki iki ders boş ve ondan sonra öğle tatili, ve bir ders daha boş, ardından 3 ders statik.. 10:20’de bitiyordu ilk 2 ders, yani ilk iki dersi atlattıktan sonrasında, saat 14:40’a kadar beklemem gerekiyordu.. lanet olası salı günlerimin lanet olası 5 saat yirmi dakikasını nasıl geçirebileceğimi hala çözebilmiş değildim ve okulun açıldığı 5 hafta olmasına rağmen hâlâ statik dersine girmeyi başaramamıştım.. bu dersten 4 hafta devamsızlık hakkım vardı, ilk haftayı saymazsak, bu son şansım demekti ve bundan sonra da o dersi aksatmamalıydım.. o gün sekiz buçukta uyandım, erken uyanıp kahvaltı etmeyi bünyem kaldırmıyor, kusabiliyorum, bu nedenle bir bardak çay faslı sonrasında yola çıktım.. otobüs beklemek, binmek, inmek, biraz yürümek, kapıdaki görevliye öğrenci kartını kaybettiğini tekrar tekrar anlatabilme faslı ve blok yapılan ilk iki derse giriş.. buraya kadar sorun yok.. ama dersin blok yapılması nedeni ile katlanılması gereken fazladan bir 10 dakikam daha var.. hoca çıkabilirsiniz dedi ve defterimi katlayıp, kalemi de cebime atıp tuvalete gittim.. okulda kıdemliydim ve benim dönemimden herkes ya okulu bırakmış ya da mezun olmuştu, sanırım 6 kişi kalmıştık 2000 yılında giriş yapanlar olarak.. benim 2 devrem sonrası olan bi tip arkamdan geldi ve, "statiğe giricek misin" dedi, onunla takılıyordum bazı zamanlar.. "bilmiyorum" dedim, "deneyeceğim". dışarı çıkıp, okulun içindeki bir kafeye gittik.. oturduk.. bu okul derste olmadığım zamanlar,  derste olduğum zamanlara göre ruhumu daha çok sikiyordu, en azından hocaların yanında bu tipler ses çıkarmıyordu, ve ses çıkarmadıkları zaman onlara katlanması daha kolaydı.. 4 senedir geçip giden tiplere bakıyor ve yerimde sayıyordum, “istikrar” demişti geçen sene bana bir hatun, “hâlâ 1. Sınıfta mısın sen?” dedi, “evet”, dedim, “istikrarlısın” dedi gülerek.. ben gülmemiştim ve bu nedenle yüzü asılmıştı, insanları gerçekten anlayamıyordum, karşılarındaki insan beklediğin tepkiyi vermediklerinde bozuluyorlardı bu duruma.. her şey karşılıklıydı.. ve sanırım 4500 kişi içinde, en çok dikkat çeken 2 kişi, ben ve oğuzdu. Çünkü koskoca kampüste, hiç kimsenin hiçbir zaman oturmadığı bir yere oturuyorduk, merkez kafenin merdivenlerine.. ve beni istikrarlı bulan hatun bir keresinde 5 basamaklı o merdivenlerden geçip kafeye girerken bize 100binlira attı, dilenci gibi görünüyorsunuz dedi, ne bu haliniz, “zamanın geçmesini bekliyoruz” dedim.. ama o gün dersten çıktıktan sonra merdivene değil, bir masaya geçtik.. biz otururken oğuzun bir arkadaşı geldi, daha sonra başka bir arkadaşı, ve bir tane daha.. susup onların muhabbetini dinlemekten başka yapabileceğim bir şey yoktu.. konuştular, konuştular, konuştular ve ardından idil bana dönüp, "neden konuş muyorsun" dedi, "üzerine söz söyleyebileceğim bir şey yok ortada" dedim, "ooo" dedi, hepsi de buydu.. ardından bu 4 sınıf arkadaşı sınıflarına gitti ve oğuz ile tekrar gelip geçen tiplere bakmaya başladık.. "ne düşünüyorsun" dedi, "gözleri güzel" dedim, "2 gündür öğlen tatillerinde karşılaşıyorum onunla ve beni kesiyor" dedi, zaten ona göre herkes onu kesiyordu.. deniz adında bir hatun okuyordu müzik bölümünde, saçları kızıldı, "sürekli bana bakıyor" demişti oğuz, "e bana da bakıyor" demiştim ve o gün yanımızda olan oktay, "herkese bakıyor o" dedi, "ama sevgilisi var, bizim ordan otobüse biniyor sabahları". benim umrumda bile değildi ancak oğuz üzüldü, bir sevgili istiyordu o, ve bir de müzik grubunun bir üyesi olmak, ve birde tyler durden olmak, ve birde, ımm - her şey olmak istiyordu aslında ve ona kimsenin "hiçbir şey değilsin" diyerek bir iyilik yaptığı yoktu..

"baterist arıyorum" dedi bana,
"sen ne çalıyorsun ki?" dedim
"gitar", dedi
"hmm, bundan haberim yoktu",
"lise 3’ten beri bir grubum vardı, 2 ay önce dağıldı, şimdi tekrardan toparlamak istiyorum yeni bir grup",
"adı neydi grubunuzun, belki duymuşumdur",
"yok biz bir yerde çalmıyorduk, sen duymamışındır".

elbette duymadım göt, 2 senedir tanıyorum seni ve hiç bahsi geçmedi bunun! her gün yeni bir fikir ile çıkıyordu karşıma ve eğer yalanını açığa vurursanız, o halde beyniniz yarım saatlik bir ispat seremonisini dinlemek ile geçerdi, kurtuluş yoktu, inanmış gibi görünmek dışında, ben inanmış gibi görünmüyordum ama ses de çıkarmıyordum.. hayatım boyunca çekmişimdir bu tip insanları üzerime; sinek ve bok?  bu çocuk yalan söylediği zamanlar canım sıkılıyordu, ve iki yüzlünün biriydi, tamam, pekala, ama en azından fikirleri vardı onun, diğerleri gibi bu kafese sıkışıp kalmamıştı.. sabah siz gözlerinizi açık tutmaya çalışırken o gayet uyanık bir şekilde okula gelir ve “hey hey otobüste aklıma bir şey geldi” diye başlardı yeni ve saçma projesini anlatmaya, kaçıp kurtulmak istiyordu ama sadece bunu istemekle yetiniyordu, gücü yoktu çok uzağa adım atabilmeye.. ölmek istiyordu, hatta denemişti de bunu, hem de 2 kez, öyle diyordu. “gene intihar edicem, sadece uygun zamanı kolluyorum” demişti bana, ama söylediği her şeyi lafta kalıyordu.. ve lanet olası kafettonun lanet olası kapısının lanet olası merdivenlerine oturmuş, gelip geçeni kesiyorduk, geçen seneden beri hoşuma giden ancak bir sevgilisi olan hatunu gördüm tekrar, önümden geçip gitti.. doğru insan ile birlikte doğru zamanı da yakalamak gerekir dedim.. "ben masa altı yapçam" dedi oğuz, kalkıp içeri girdik ve bir şeyler satın alınan o büfenin altını derinlemesine görebilicek kadar uzaklıktaki bir masaya oturduk.. büfenin altına bakıyorduk, 3 adet bozukluk parlıyordu.. kaç para olduğunu bilmiyorduk, ama bir gevrek, belki de yanında bir çay, bir tanıdıkta bulursak, iki adet sigara edinmiş olucaktık.. kafeden bir şeyler satın alan öğrenciler, ceplerinden ya da cüzdanlarından para çıkartırken buraya düşürürler ve eğer düşen para yüzbinlira kadar yere eğilip almaya onlar için değmeyecek bir meblağ ise orada bırakırlardı.. her gün bi kaç adet bozukluk buluyorduk.. ve hemen harcıyorduk.. bu kez iki adet yüzlük ve bir adette ikiyüzellilik vardı.. oğuz yanıma geldi ve, "450 bin” dedi “bir çay ve gevreğe ne dersin?",
"bir şarkı ve bir çay" dedim,
"ne dinleyelim?",
 "ol dirty bastard - fantasy",

lanet olası müzik kutusundaki 500 şarkının arasındaki tek rap şarkısı buydu, 500de bir! iki yüzlüğü alete atıp şarkıyı seçti ve çay alıp yanıma geldi.. bir çay, ve müzik, hepsi bu.. oğuz çayı şekersiz içiyordu, ben ise iki adet küp şeker koyuyordum, ve tanıdık yoktu hiç, ve sigara da.. ve bardağın yarısına inince o, geri kalanına bir kaşık şeker atıp karıştırmak kaldı bana.. idil geldi, hani şu istikrar hatunu, ya da bize dilenci muamelesi yapan, ya da, “ooo” diyen, ya da benimle sevgili olmak isteyen, henüz bunu itiraf etmedi ve itiraf etmemesi daha iyi olur ikimiz içinde.. neyse neyse, yanımıza oturdu.. "sigara?" dedi, "elbette". çıkarıp uzattı..

“bu kez ortaya üzerine söz söyleyebileceğim bir konu at” dedim,
“nelerle ilgilenirsin” dedi,
“müzik”,
“ne dinlersin”,
“bi çok şey, mesela şu an çalan şeyi”,
“neee?”,
“şu an çalan şeyi biz attık”,
“ama bu rap” dedi yüzünü ekşiterek
“evet”.

Ve birkaç cümle sonra vakit doldu, derse gitmesi gerekiyordu.. “burda takılıyosanız öbür ders uğrarım” dedi ve gitti.. ardından oğuzun başka arkadaşları geldi, okulda popülaritesi olan bir kaç kişi, ve onunda popülaritesi olması gerekiyordu, en azından bunu olabilirdi o, popüler.. ve bekliyorduk, bir süre sonra canım sıkıldı ve “ben gidiyorum ya” dedim oğuza,
“nereye” dedi,
“eve”,
“ee devamsızlık? Kalırsın oğlum sınıfta, otur işte”,
“ne bileyim ya, 3 saat daha burada beklemek ve bunu dönem sonuna kadar sürdürmek, nası olsa en sonunda sikerim deyip ekicem, bare baştan hiç girmeyeyim..”,

bir diskman’im olsaydı, -tabi o zaman pil sorununu çözebileceğimi sanmıyordum-, ya da bir sınıfa girip okuyabileceğim bir kitap, beni 4 saat 20 dakika oyalayabilicek herhangi bir şey işte.. masada ki muhabbet, bir bilgisayar oyunu hakkındaydı, ve iyice sıkıldığım bir sırada masadan kalktım, binadan çıkıyordum ki, -siz şimdi arkamdan idil seslendi diyeceğimi düşünüyorsunuz, ama hayır, öyle bir şey olmadı- kapıdaki güvenlik görevlisi seslendi bana,

“meraba” dedim, elindeki öğrenci kartını bana doğru uzatarak,
“bu senin, öyle değil mi” dedi,
“aa, nerden buldunuz” dedim,
“bir öğrenci getirdi” dedi, “artık her sabah gösterebileceğin bir kartın var”.


Onunla daha önce tartışmıştım, kartımı kaybettim ve yenisini çıkarmak için uğraşmak zor geldi, otobüs şoförleri sormuyordu zaten, ve vapurda da sorun yoktu.. lanet olası metrodaki güvenlik görevlileri dışında hiç kimse, benim öğrenci olup olmadığımı merak etmiyordu, birde okulun girişindeki güvenlik görevlileri.. bilemiyorum, belki bir bankaya girersem, kapıdaki güvenlik görevlisi bana öğrenci kartı sorabilir.. üniforma giyen herkesin, ama herkezin, mevkiine göre bir takıntısı oluyor ne de olsa… ve her salı saatlerce beklemek dışında yapabileceğim başka bir şey de eve gidip öykü yazmaktı.. sonuç olarak ikisi de işime yaramıyordu.. ama en azından öykü yazarken eğleniyordum.. ve sanırım şu an derse girmek üzereler.. tekrar otobüse binip derse yetişebilirim, ama sorun bu değil sanırım, ve ne olduğunu asla anlayamazsınız.. ama bir insanın, t cetvelini görünce tüm bünyesi alt üst oluyorsa, ve yıllar sonra bile bu his geçmiyorsa, o halde beklemek ya da beklememek değildir problem, ki problem de yoktur aslında, öykü yazar ve gene de aç kalırsın.. sonuç olarak zaman geçmiştir.. öyle ya da böyle.. değişen bir şey olmaz… zaman daha hızlı veya daha yavaş geçecektir.. işte okulda ya da evde olmam arasında ki tek fark..  ve bir de, müzik dinleyebilmek için kutuya para atmam gerekmiyor -  en önemlisi de bu! [ 14.10.2004 – 22:45 ]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder