1 Kasım 2004

siyah - kırmızı - mavi

orada öylece duruyordu işte, en arka koltukta. birini beklediği açıktı. ama niye beklediğini kestirmek güçtü. her dakika derin bir nefes alıyor ve iri göğüslerini daha da şişiriyordu, sonra aldığı nefesi geri verip gözlerini kısa bir süreliğine kapatıyordu. yorgundu, uyumak istiyordu, onu orada öylece bıraksam ve çıkıp gitsem, sabah onu arka koltuğa kıvrılmış uyurken bulabilirdim, ama yapmadım bunu, otobüsün şoför koltuğundan kalkıp, arkaya doğru yürüdüm ve “iyi geceler” dedim, “burası son durak ve son seferimi yaptım, artık arabayı kapatıp gitmem gerekiyor”
“üzgünüm” dedi, “farkında değildim arabanın gitmediğinin, demek durdu ha?”
“sürekli gidemeyeceği açık” dedim, “ama yürüyebiliriz, ne dersin?”
“olabilir” dedi, “peki ama insan sürekli yürüyebilir mi? neyse, deneyelim”

ve ayağa kalkmaya çalıştı, bana tutunarak, ve yürüyorduk işte sonuçta, 5 dakikadır yürüyorduk -arada bir bok kokan denizin dibindeki çimenleri ezerek. başını omzuma dayamış ve elini belime atmıştı, onu taşıyor gibiydim, ama sorun yoktu, taşıyabildiğim kadar taşımaya razıydım, ya düşecek ya da pes edecek ve bir banka oturacaktık, ama bir karar alınması için ses çıkarmak gerekiyordu.

“oturalım mı şu banka” gibi, ya da “bu geceyi çimlerde geçirelim mi ne dersin” gibi, ama sesim çıkmıyordu, her dakika göğüsleri daha da büyüyor ve sonra tekrar iniyor, ve gözleri daha uzun süre kapalı kalıp, tekrar açılıyordu.

“yoruldun mu” dedim,
“çok uzun süre önce yorulmuştum” dedi, “tekrar yorulmak için dinlenmek şart” banklar fena fikir değildi, ya da çimenler, ya da ev. ama sorunun ney olduğunu bilmiyor ve ses çıkartamıyordum, gözlerini arada bir yumuyor, ve bir süre açmıyordu işte, eğer yürümüyor olsaydık öldüğünü düşünürdüm, ama hayır, ölseydi yürüyemezdi ve belki de yaşamıyordu da, sadece gidiyordu, nereye veya kime olduğunu bilmeden… ya da kaçıyordu, birinden, kaçmıştı ve kaçmaya devam ediyordu.

“şimdi yoruldun mu peki” dedim,
“dinlenmeye ne dersin” dedi gülerek ve elini belimden çekip, kafasını da omzumdan kaldırarak benden ayrıldı, sanki etimden bir parça kopuyormuş gibi hissettim, bedeninin ruhuma değen kısımları uzaklaşırken benden… ve gidip yanına oturdum.. saat gecenin biriydi ve bugüne kadar, gecenin bu saatinde dünyanın bu noktasına kimse ayak basmamıştı belki de… 

ben yanına oturunca, dizlerime yattı ve “uyumak istiyorum” dedi, “hepsi bu, sadece uyumak, sana güvenebilir miyim?”
“evim var” dedim, “bu iş için bir evim var, uyumak için, yanlış anlama, uyursun, hepsi bu, sadece uyuruz, günlerce uyuruz, haftalarca uyuruz, aylarca, yıllarca… ölene dek uyuruz, ne dersin?”
“soba?”
“soba da var”
“peki ya halı, yastık, yorgan, kanepe, duvar”
“normal bir ev işte” dedim
“senden başka kimse var mı evde” dedi

“çoğunlukla ben bile olmuyorum” cevabını verdim ve o an bi' şey oldu, kendini bıraktı, nefes alış verişleri normale döndü, zaten hep normaldi, sadece o her dakika derin bir nefes alıyordu, sanki ciğerleri onu kandırıyormuş gibi, iç organlarına bile güvenmiyordu, güvenebileceği hiçbir şey kalmamıştı. ve gözleri, evet, göz kapaklarının arkasında uzun bir süre huzurlu bir şekilde saklandı onlar… ne her dakika olan derin nefes alışverişi, ne de arada bir kapalı kalıp, sonrasında korkuyla açılan göz kapakları… ölmüş olamazdı, sadece uyuyordu, hala ruhunu hissedebiliyordum çünkü, onun içinde, içeride bir yerlerde, saklanıp kalmıştı, ya da daha önce hiç kimse fark etmemişti bir ruh taşıdığını, ama taşıyordu işte, ve sırf bu nedenle, yaşamak bu kadar zordu onun için… ve beklemek istedim, ta ki denizdeki dalgaları görebilene dek beklemek istedim, gökyüzü siyahtan kırmızıya, sonrasında da maviye dönüşene dek beklemek istedim - uyumadan. farkında mısınız? havanın aydınlanışı mucizevi bir şeydir, siyah, kırmızı, ve mavi.. ama tüm bu dönüşüm esnasında, bir yerlerde bir mor saklanıyor gibi, bu renk karışımları sanki O’nu vericekmiş gibi, ama vermedi, bir ara dalmıştım, ve gözlerimi açtığımda, O’nun haklı olduğunu anladım, hiç kimse güvenilir değildi, ve o -her nasılsa- bana güvenip, gözlerini kapatmış, ve kendini bırakmıştı… adını bilmiyordum, ona çeşitli isimlerde seslendim, ve birkaç güzel sıfat, mucizevi, esrarlı, ve harikulade. ama yine de, kaybetmiştim işte, orada öylece yatıyordu ve bir daha gözlerini açmayacaktı. tuhaf olansa, rüzgarın sert oluşuna rağmen, gözlerinin dışında eteklerinin de hiç açılmayışıydı –elbiseleri bile ölmüştü belkide. öylece bekledim, ta ki, tekrar hava kararana, ve O, o karanlıktan sağ çıkıncaya kadar... kim nasıl ölürdü, nasıl fark etmedim, bilmiyorum. siyah.. kırmızı.. ve mavi.. arada, bir mor gözden kaçmıştı işte –belki beş saniye belki de beş dakika uyuyakaldığım için. [ 01.11.2004 – 00:35 ]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder