11 Mayıs 2020

dostluklar ve alışkanlıklar üzerine (retro zine-sunuş yazısı)

alışkanlıklar ve dostluklar üzerine
metin dosyasını aç. sayfa boyutunu A5’e getir. sonra sayfanın ekrandaki görüntü çözünürlüğünü %160’a çıkart. ardından kenar boşluklarını 1mm olarak ufalt. sonra font olarak verdanayı seç. sonra, paragraf arası boşlukları 0nk olarak düzelt. sonra paragraf başı girdi boşluğunu, 0,5mm yap.

aa pardon, zaten artık, yıllar içinde öğrendiğin ve metne başlarken ezbere yaptığın bu işlemleri, yapmıyordun değil mi? çünkü bunların “default” olarak ayarlanabildiğini öğrenmiştin. hatta zaman içinde MS’in office’inden vazgeçiledebileceğini, yani aslında bir alışkanlıktan vazgeçilebilip, aynı hatta bazen çok daha iyi veya daha kötü olsa da, içine politikası veya bakış açısı veya yaşam anlayışı veya üretim ya da tüketilim biçimi, ya da bir şeyin ses tonu, ya da demlediği çayın güzelliğinden ziyade mekanı patronculuk değil de dost kazanmacılık oynamak için açan bir yeri, farzı misal ya da sırf kendi kendine endüstri dışında var olmaya çalıştığı için üretenini, bir çantayı, tercih edebildin.  

ama hiç bitmeyip de, tüm ilişki biçimi de, kendiliğinden veya doğuştan default olarak kurulan dostluklar da oldu. hatta o dostluklar sana bazı alışkanlıklardan bile vazgeçirebildi zaman içinde. çünkü kendine ya da başkasına zarar verdiğin veya verebileceğin bir alışkanlık olduğunun farkına varmanı da sağladı. üstelik, bunu, “uyarmacı” “ikazcı” “nasihatçı” bir dil ile veya kendilerine battığı rahatsız ettiği için yapmadığından dolayı dostlar, farkına varınıldı... yoksa inat ederdin öyle değil mi? burnunun dikine gitmek de özellikle de inat ile, üzerine yoktu çünkü. 

hoş hala yok. ve bu yüzden de, kendiliğinden default olarak gelen o ilişki biçimi sayesinde sürdürülen dostlukların sayısı da azaldı. çünkü insanlar yaşlandıkça, o ayarlar üzerinde oynama ihtiyacı hissetti, çeşitli haklı veya haksız, sana doğru veya yanlış gelen, “önlemler” veya “kaygılar” nedeni ile. 

sonra, geriye dönüp baktığında, yani bu “geriye” kısmı, kimileri için aşağıya kimileri için de yukarıya bakmak gibi olan ama senin için aynaya bakmaktan farkı olmayan “geriye” kısmında, değişenin sadece bir takım çok da önemli olmayan alışkanlıklar olduğunu gördün. bir de fiziksel yıpranma payının faturaları. daha çok zihinsel olarak aks etti sende gerçi. akıl geriliğinden ziyade, akıl dışılığa doğru bir evrilme. -bilinç dışı gibi alabilirsiniz pek tabii bunu ama ben bilinçten bahsetmiyorum ve neyi kast ettiğimi de gayet iyi biliyorum-

zaten “mantık” hiç barınmamıştı, yaşam koşulları üzerine bir gelecek hesaplaşmasında. (hesaplama demedim) 

sonra zaman geçti. çok sevdiğin ve senden zannedersen bir beş altı yedi sekiz yıl zamanın ilerisinde, dünya yolculuğuna başlamış olan, yine ilişki biçimin “default” ayarlı gelen bir dostun, sana yirmi yıl hatta 24 yıl önceni hatırlamana neden olan bir graffiti fotoğrafına denk gelmene aracı oldu. laf lafı açınca, kendi iç aleminde de, balkonunda, daha da geriye giderken, 

“susmak” ve “konuşmamak” belki de “küsmek” temalı bir görsel anlatıya da, başka bir dostun sayesinde denk gelince, zihinsel bocalaman aynı gün içinde, ikiye katlandı. Sonra geri durdun bu hatırlama safhasından, önce, sonra bıraktın ama kendini müzik ile birlikte çıkılan zaman yolculuğuna. 

çünkü anılar tehlikelidir. (nostalji demedim ki o da az farkla öyledir.) sizin default ayarlarınızla özellikle oynamaya iten, tabribatları da (“yanlış yol”- milis'in digital dünyada olmayan bir albümüdür, bu yazının fonudur da) tetikleme riski taşırlar. bir kaç kez de başarmışlardır bunu. “olmaz” dediğin her an, o, “olmayacak” hissiyatına evrilir.  her ikisi de kesinlik barındırsa da, ikincisi, vazgeçmenin baskısını biraz daha perçinler. 

buradaki, “olmayanın” ne olduğu, herkese göre değişse veya adeti çoğalıp azalsa da, benimki beni bağlar ve tektir. 

hayatım boyunca, tüm bu anlarımda, kaçtığım, tek bir dost oldu. 2001 yılından beri. işte bu fanzinin adı o yüzden retro. çünkü, 

çünkü, ilk kayışı kopardığımda, yani, zihnim bir savunma sistemi geliştirip kendisinin gerçeklikle bağlarını kestiğinde, pac sweet’imi, bol pantolonumu, şapkamı giyip, aslında bir diğer dostu aramak için, yola çıkıp, yine de o dükkandan içeri girmiştim. o diğer dost hayatımda yok artık. olmasını isterdim ama. bir çok, artık ilişkimizin, kendi istekleri sonucu değiştiği dost gibi. benim isteklerim doğrultusunda değişenler de oldu tabii ama yine yukarıdaki, “yaşamsal kaygı değişimi” ve “uyarıcı telkin” seslenişi mevzusuna dönülür, bunun nedenlerine girilirse, bu yazının o konusu o değil. 

bazı insanların kendi hayatları ile ilgili bazı miladları vardır. yani vardır herhalde bilmiyorum, benim var çünkü. biri o bahsettiğim, dükkandan, gerçeklik algımın kopuk ve peşinde beş halüsinasyonla, yani bildiğin lsd aldığınız da görebileceğiniz kadar net ama hiçbir uyarıcı kimyasal alınılmadan ortaya çıkıp peşimden gelenlerle, o dükkandan içeri girdiğim gündür. 

her şey olabilir. yani olabilirdi. sizi o an hastaneye de kaldırabilirlerdi. ama yaşanmadı bu. sonrasında da, o “default” ayar neymiş öğrenmiş oldunuz. herkesin şirazesi bozulabilir zaman zaman. ki bozuldu da bazı kişilerin. ama kalıcı olaraktı onlarınki. bu süreçte, senin de çok bozuldu, yani senin derken kendimi kast ediyorum, toparlamayı öğretmeselerdi, toparlayamazdın. çünkü bazen birinin sana çıkış kapısını göstermesi gerekir ve bunu yaparken kelimeleri kullanmaz. ne demek istediğimi şekil çizerek de anlatabilirim ama şimdi accık matematik bilgimle değişik yöntemler kullanıp kümeler konusu üzerinden gitmicem daha önce bir kaç kez yaptığım gibi, çünkü o yolda çıkmaza battığımı söyleyip duruyor seçil, kavga ediyoruz kendisi ile sonra. 

hem bir de, sonra, bir şeyi daha öğrenmiş oluyorsun bu süreçte. o da, aslında bir çıkış kapısına da ihtiyacın olmadığını. çünkü öyle bir kapının var olmadığını. çünkü kapana kısılmadığını. böyle hissediyor oluşunun sadece algısal bir tuzağa düşmekten ibaret olduğunu. öğreniyorsun yani gene öğretiliyorsun aslında başka başka durumlarda. başka başka kişilerin hayatından göre göre. kelimelere ihtiyaç duyulmuyor gene ve o başka başka kişi kişi kişiler de sana böyle bir şey anlatayım ihtiyacı içinde de olmuyorlar. yani aslında farkında bile değiller, ben öyle kendime pay çıkarıyorum. deliyim çünkü, farazi olan sayısız vakam var benim. ama bu farazilik dünyası içinde, bir giriş veya çıkış kapısına gerek olmadığını, çünkü aslında herkes için kendince ne ise, aldığı ve algıladığı, ondan ibaret bir yolculuk içinde ilerlediğimizin, idrakine varıp, böylece zihinsel ve yaşamsal bağımsızlık bildirgemizi kendi adıma kendim için imzalayı veriyorum. bunun da tahmini olarak, farkına varılıp, imzalanma süreci, 2007 yılı muğla akyaya’ya filan tekabül ediyor. biraz geç algılıyorum çünkü. geriden geliyorum. ama son düzlükte atağa kalkıcam. çoğunluk yarışı birinci bitirmek için koşarken, start noktasına doğru geriye koşmak için. şimdilik duruyorum, geriden geldiğimde yok aslında. bir kaç insan daha var işte, belki bir çok var muhakkak var,  ama ben bir kaç tane tanıdım. benim bu bahsettiğim noktada doğuştan, veya sonradan, -benimki sonradan- durmaya başlayan. çemberin içimi dışımı, kesişim kümesi neresi, biz nerde birleşiyoruz, kiminleyiz, hade el ele verek, düşman kim, o bununla anlaşamıyor biz de kıl kapak, dostumun hedesi benim de hedemdir, düşmanımın dostu hedesi medesinden azade.

 “elinden geldiğince herkesle iyi geçinmeye çalışan” değil, geçinmek gibi bir kelimenin doğduğu yani icad edildiği andan önceki çağda kalan ilişki biçimi ile, temassız gibi aralardan sıyrılarak geçebilen ama çok büyük bir temas noktasının “elim sende” veya “kulaktan kulağa” gibi bir dağılım frekansı ile var olduğunun bilincinde olarak. 

o yüzden kitle dediğin şeyin, “bir milyon satış adedi” veya bu çağ için konuşursak  “10K” takipçi olmadığının farkında olarak, bir kişide tutmak. hedefini. hatta hedef bile gözetmeden var olmak. kendini hedef almakta doğru bir yöntem olabilir bak. 

o yüzden. 2004 yılında, şu hala ürettiğim kağıttan uçakları “sadece” retro adlı dükkana bırakmaya karar vermiştim. çünkü diğer yerlerde zaten kimse almıyordu. retro’da da almıyordu. bir tek emin aga okuyordu. gerçekten ama. şaka yapmıyorum. “bir tek” okuyan var derken, başka kimsenin okumadığının ne kadar farkında olduğumu bilerek ve kendimden emin olarak söylüyorum bunu, çünkü edinmek başka bir şeydi. ki edinenin olmaması daha da trajikleştirirken bunu, trajikomik hale ulaştırıp en sonunda komikleştirip kendi zihnimizde, kendi hayatımız için ekstra dram yaratmama ama bunun yanında da gülme efekti de barındırmadan iplememeyi öğrenebildik galiba, o dükkan sayesinde. yoksa devam edemezdik. çoğul konuşuyorum, çünkü öbür kardeşleri de iç alemimdeki, var sayıyorum. 

var sayılmak önemli bir hissiyattı çünkü. bir zamanlar. yoklama gibi düşünün. hoca sorar. parmağınızı kaldırır ve “burdayım” dersiniz. bi çizik atar adınızın yanına. ama sesinizi çıkaramadığınız için, sizi duymaz ve orada olduğunuz halde yok sayılırsınız. bu başınıza geldi mi? okuldan bahsetmiyorum burada!

o yüzden biz hep, konuşarak var olma çabası güttük. ses çıkartarak yani. ses benim içinde çok önemli, ama bunu sadece insan sesi olarak, daha doğrusu “anlam barındıran sesler” olarak almıyorum. ama daima bir anlam çabası peşinde koşunca, kendimize de anlam yüklemeye başlayabiliyoruz. mesela bir iş yaptığınızda, değer görmek olabilir bu. veya o işin ünvanını edinebilmek. bu payeyi size kimse vermiyorsa, siz kendi kendinize kendinize kondurmaya başlıyorsunuz peşi sıra. 

o yüzden şair sevmiyorum ben abi. tanıdığım tüm şairler, şiirlerini okuma meraklısı çünkü, bir ikisi hariç. iki dakka okuma da sohbet edek be abi. talep gelirse oku. başkası sana ne olduğunu söylesin. sen de kabul et veya onaylama. ama “ben öyle biri değilim” derken de bunu sevimsiz bir içinde kibir barındıran alçak gönülülükle de yapma. çünkü o zaman, benim kendi kafamdaki arkadaşlık ilişkisinin bile (dostluk demedim) kendimce olan default gelen ayarları bozuluyor. ha bu çok umrumda da olmuyor tabii.. ama oradan bakınca bu alan güzel görünüyorsa gözüne, bulaşmayıp kendi haline de bıraksan mesela diye çığlık atasın geliyor bazen. atınca da, suçlu oluyorsun. 

o yüzden yüce tuşder hazretleri ile aramızdaki şeyhlik muritlik ilişkisi gereği (murit olan benim, yaşasın tuşderizm) mesela, temaslar ve temaşalar neticesinde, tee en yukarıda daha yazının girişinde bahsettiğim, bazı alışkanlıklardan da bazı göze daha güzel gelen alışkanlıklar neticesinde vazgeçiyorsun işte. o noktada ne kimseye “hakkını verelim” gibi bir kendinden üstün görme ve yaltaklanmaya kapılmıyorsan ne de “ben yaptım” veya “ben oldum” gibi bir sonuca varmıyorsan, (daima “oluş” halindeyizdir ölene kadar sonu yoktur bunun çünkü) karşılıklı düzenekte dengeyi bozmadan bozulmasın diye de hassas bir çaba sarf etmeden, (terazi değil bu düzenek, tahtirevalli bu arada) o ilişki biçimin devam ediyor işte.

ve bu fanzin de, işte bunu yakalayabildiğime inandığım, en azından kendi görüş mesafemden öyle hissettiğim arkidişlerimin dostlarımın işini basıp, veya basılabilir değil de “dinlenir-izlenir-gezilir-görülür-sohbet edilir-çayı içilir-çok güzel okey dönülür-eyleme çıkılır-beraber banka bile soyarız moruk ama sonra alkolik oluruz boşver” minvalli işlerine yer vereceğim.

çoğunu tek başıma hazırlayıp, bir kısmını da çalıp çırpıyorum.. en büyük hırkız fanzinci benim. sonra sağdan soldan almış fanzin yapmış diyorsunuz komik oluyo ama. napacaktık? vahiy de geliyo bana öbür alemim de, tarihteki kendini ilk deccal ilan eden kişi olarak ortaya mı çıkam istiyonuz? bozmayak psikolojiyi, uslu uslu kendi halimizde takılak. hem zaten virüs de var, bence yok da, herkes eve kapanınca daha güzel oluyormuş alsancak, bi gidip spreyle dalasım vardı, sprey yoktu, marker ile bucaya dadandık o da bitti. çalarız sonra yenisini. 

“haber verseydin gelirdik?” 

tek takılmayı seviyom ben eylem biçimlerimde. Yatakta da tek başıma uyumayı sevdiğim gibi çooğ uzun süredir. 

sözün özü, şu fanzine de, tüm daha önceki işler gibi, yapılası herhangi bir kasti müdahale (eleştiri demek istiyor çocuğum-seçil) kamusal alandan özel alana girilmiş 36 küsüratlı haraketten biri olarak kabul edilip, teknik faul olarak değerlendirilecek ve serbest atış hakkı doğacaktır. 

o yüzden ücretli oluşuna denirse ki fanzin beleş olur, beleş fanzin isteyen beleş dağıtsın pdf’sini göndereyim, renkli kısımları da renkli bassın dağıtsın. minnattar kalırım. Başkalarının beleş dağıtılmasını istediklerini ben cebimden basıp beleş dağıtıyorum çünkü karın ağrısı yaratmayıp.

şarap parası için tezgah açıyor diyen, evet aynen öyle yapıyorum. fanzin benim, tezgah benim, davayı sattım ben. üç yaşındayken yanlışlıkla, eniştemin sek rakısını su sanıp içtiğimde satmıştım hatta. yeni değil yani, satışım..

en çok yapılan faule sebep hareketlerin yapılmadan frikiğini kullandığımıza göre. yolum açık olsun. 

röportajlarımı yapamadım abi. elektrikler kesildi. pardon virüs çıktı. Yok yok karnım ağrıodu. yok işin doğrusu bütün gün müzik açık uzanıp düşler tarlasında, görüntüler yetiştirmek hoşuma gitti. sonra yaparız. hazır zaten onlar, sözler alınmış.

sonraki sayıya içerik faslı için de e-posta şu ama keyfime amedeus o yayınlama kısmı: girdap@riseup.net    sosyal medya dm’den içerik atmayın, sevmiyom. yakın arkadaşsak ayrı. onlara sövmem için atabilirler inatla. marsilyadan aşklar, bronx’tan öfkeler ile, gazamız mübarek ola. kazağımızdan sakınıla. (gazabımızdan değil orası da evet)  -”şu parantezlerden illallah geldi, kurtar kendini moruk iç açıklamalardan”-seçil 

tümünü seç, tüm harfleri küçük olarak değiştir. Dosyayı kaydet. Çıkış yap. Üç ayrı yerde yedekle. (becerilemedi sonra tüm harfler küçültülecek diye not al)

‪<bugün çok çalışıldı diye iki sayfa yazıyı gözünde büyüt aylaklığı boşlama>‬

zackeva..    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder