önsez-i
bazen, bir şekilde, yolun sonuna
geldiğini düşünürsün. bu, zaman zaman, her insanın içinde olabileceği, bir
duygu durumudur. karamsarlıktan ya da, umutsuzluktan ziyade, ileriyi görmek
istememekle ilgilidir daha çok. intiharla değil, durup beklemeyi istemekle
ilgili belki, bi anlamda.. mola vermiş olmak da değil, konaklamak da. yerleşmek
doğrudan, kenara. kenara çekilmek ya da çekmek de değil ama. kenarda beklemek. önünden
geçip gidenlerin aptallığına gülerek kimi zaman.
sen de yapmışsındır oysa aynı
aptallıkları, ve daha yapacaksındır da. herkes, zaman zaman, aptal olabilir.
ama herkes aptalı oynayamaz kolay kolay. zor olanın, göze kolay göründüğü durumlarda,
kafanın içinde dönüp duranları, net sanırsın. görüş açın sisli veya bulanık
değilmiş gibi gelir sana. görüş mesafen, onyüzbin kilometreden, kimin
geldiğini, ya da gittiğini, görebilecekmişsin gibi, güvende hissettirir,
kendini, sana. ta ki, burnunun ucunu dahi göremeyeceğin derecede sarhoş olduğun
günlerin, sabahına kadar.
ve öyle zamanlarda, bir baş
ağrısı eşliğinde, boş duvarların üzerine masa örtüsü örtmeye çalışır gibi bir
tuhaflıkla, saçma salak kelimeleri, birbiri ile hiç alakası olmayan cümleler
bütünü haline dönüştürdüğün yazılara dizersin. peşi sıra, çat pat, pata küte.
üzerinde tek saniye düşünmeden, ve noktanın veya virgülün, hangi anlamı heba
etmiş olabileceğini iplemeden.
anlam yoktur ortada, başın
ağrıyordur, miden bulanıyordur, ama kusamamışsındır, su içmişsindir, sigarayla
başlamışsındır güne, ama uyanamamışsındır hala, ayılmış olabilirsin ama
uyanmamışsındır, zihnin uyanmamıştır ve, bilincinde değil de, bilinçaltında
olan bitenleri, bilinçdışı bir deneyimle itekliyorsundur tuşlara basan parmak
uçlarına.
rüyadasın, sen değilsin o. hiçbir
zaman olmadın. o yüzden yoruma açık olmadı, anlamlandırmak istemediğin, harala
gürele yazıların.
buna rağmen, birileri gelip;
“bilinç akışı” dedi
“he” dedin, “bilin-çakışı türünde
yazıyorum”
“wirginia wolf'a benziyor tarzın”
“harbi mi? hiç okumadım, adı
nasıl yazılıyor?”
“bukowski çakmasısın”
“çakmağım buk’ta mı kalmış gece?”
“senle röportaj yapalım”
“ama soruları ben sorarım”
“dergimizde yazmak ister misin?”
“bi kopya gönderin, boş yerlerini
karalarım”
“bir yayınevine başvursana”,
“sana şimdi bi kafa atarım…”
böyle alakasız ve ucube, verilen
cevaplar eşliğinde, geçen zaman içinde, görülen o ki, fanzin paklar bizi.
temize çıkarmaz belki ama paklar. sonra? sonrasında bir şey olmaz yavru. sonrasında
bir şey olmaz, çünkü; sonrasında bir şey olmasını veya bir şey olmayı planlarına
dahil edenler içindir; harikulade sonlar, mutlu başlangıçlar.. düşsel kış
mevsiminin akustik bahar senfonisi..
“yazımı okudun mu” der biri, “sen
benimkini okudun mu olm” diye cevap vermek istersin, küçük erkek çocukların
birbirine çükünü gösterme eylemi gibi düşleyip, sanatsal her aktivitenin, bazı
sunuluş biçimlerini. ama “okumadım” dersin, “okuyamadım, iyi değilim bu aralar,
okurum sonra.”
“noldu, neden iyi değilsin,
yapabileceğim bir şey var mı?” bile demezler ve bu daha iyidir, çünkü,
anlatamazsın, yapabilecekleri bir çok şey olsa da, söylemezsin onlara,
zihnindeki terazinin yalpaladığını bu aralar. kelimeler boğazına düğümlenir,
elin tutulur, nefesin sıkışır, gözlerin parıldarken gecenin ortasında.
ve okursun sonra, ve
yorumlamazsın, çünkü yorumlarsan, cevap hakkı doğar. ve bu hakkı onlar, senin
onlara yaptığın gibi, kısa ve net ve içten bir “eyvallah” ile kullanmaz. ya bok
atarlar ya göğe çıkarırlar. arada kaldığını, arasında kaldığını, her şeyin,
hayatın boyunca, bilmeden..
ve insanlarla aranda kalması
gereken hiçbir şeyi, mobese kamerasının torunuymuşsun gibi nakletmeyeceğini
bilmedikleri için, “abi bunlar gerçek mi” derler, “ben gerçek değilim ki onlar
olsun oğlum” dersin, inanmazlar. sen de inanmazsın. tanrıya bile inanmazsın
aslında, varlığına inanırsın, doğru söylediğine inanmazsın, doğruyu
söylediğinde de, pis bir sırıtışla karşılaşırsın.
ve her şeyden önce ya da her
şeyden sonra ya da her iki boşluğun da arasında, eve sarhoş gelir, sabah rüyada
uyanırsın. baş ağrısı, sigara ve, altın vuruşa ortak bir kahve eşliğinde,
tuşlara basarsın, üzerinde tek saniye düşünmeden.
ve bu bölümde, işte öyle, ulvi
eserler mevcut, ulvi falan değiller gerçi, ama arada eserler bana,
pelerinlerini noterde unutmuş emanetçiler. ya da daha doğru bir deyişle, orospu
ilzam perileri. (evet ilzam bilader, yanlış yazarsam söylerim demiştim daha
önce de mi?)
önemi yok, hemen hemen hiçbir
şeyin, hemen hemen hiçbir yerde, ve hemen hemen de hiç olmadı.
şimdi, eğer okuyacaksanız, bu
bölümdeki metinleri, cümle nerde bitti diye aramayın, cümle yok, sonu nasıl
diye merak etmeyin, sonuca bağlanan bir olay yok, bütünlük aramayın, çünkü akış
yok. geldiği gibi giden –gelişigüzel?- kelimelerin, bıraktığı izler, belki
size, çıkış kapısını da gösterebilir. giriş kapısını ben tarif ederim: sağdaki
ilk sayfadan bir arkaya dönülüyor. sonra bir yana ve bir arkaya şeklinde
ilerleyerek, sizi leyleklerin getirdiğini ve kelebeklerin de belki bir gün
yaşamayabileceklerini, öğrenirsiniz. belki.
her şeyin, ‘belki’ üzerine
kurulduğu bir dünya da, şanslar ve tesadüfler, beklentilere teğet geçer. yoksa
siz hala kontrolünüzü yükletmediniz mi? iyi şanslar. dördüncü bölümde görüşmek
üzere.. eyvallah.
girdo
12kasım2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder