29 Kasım 2012

toplumiğne

toplumiğne

yazmak bir gereklilik midir, yazdığın şeyleri öyle ya da böyle, herhangi bir yerde, yayınlamanın, ya da başkalarına sunmanın, paylaşmanın, ardında yatan temel güdü nedir?  bir şeyleri yayınlayacak olduğumuz için mi yazarız ya da yazdığımız için mi yayınlarız, ve buna benzer birkaç soru üzerinde düşünürken, zihinsel sürecim, beni, bunları yazma sürecine itti.

yazmak, bana kalırsa, bir tür, kendini var etme biçimidir.  konuştuklarımızı kayıt altında tutamayız, sadece konuştuğumuz kişilerin belleklerin de, o da belli kısımları ile yer tutarlar. oysa kayıt altına alınan her türlü eylem, düşünme, hareket, bir şekilde aktarılma vasfını da taşır. ister bunun bilincinde olalım, istersek bilincinde olmadan gerçekleştirelim, kayıt altına aldığımız her şeyimiz, aslında bilinçaltında gizli bir  ‘başkalarına sunma’ amacını taşır; bu, bir fotoğraf karesinden, çaldığımız gitarın sesini kayda almaya kadar geniş bir yelpazede değerlendirilebilir.

o halde sorulması gereken soruyu, bir miktar değiştirerek, sorguladığımız amacın ortaya çıkış sürecini irdeleyerek işe başlayabiliriz: insan bir takım şeyleri, özelliklerini, vasıflarını ya da uğraşlarını kayıt altında tutmaya ne zaman başlamıştır? bir anını videoya çekme eğilimi, kameranın icadı ile başlamış olabilir, ama ondan da geriye gidersek, bir ressama aynı gereksinimlerle poz vermiş de olabiliriz. ama daha da gerilerinde, kafamızdaki resmi, sözel bir betimle ile anlatma ihtiyacı, ondan da önce, belki çok önceleri, mağara duvarlarına yapılan oymalarda, aynı amacın farklı yansımaları olabilir.
 
o yüzden bence, insan neden yazar sorusundan daha önemli ve öncelikli olan soru, insan neden yazdığı bir takım şeyleri saklar ve başkalarına sunar sorusudur. cevap kişiden kişiye öznel farklılar seyredecek olsa bile, bir şeyleri yayınlama eğilimi, her koşulda, bir şeyler anlatma ihtiyacını da kapsayacaktır. ve biz, bu ihtiyacı, yan odada uyuyan kardeşimiz veya babamızla değil, tüm dünyaya açık bir hale getirerek giderileceğimizi hissettiğimiz noktada, zihnimizde olan biteni, herhangi bir şekilde ortaya dökmeye çabalarız. ve bu da, bir kağıt kalem alıp karalamaktan, bir twit atmaya kadar genişleyen bir kulvarda, sorgulama yapmamızı gerektirir. ancak, üzerinde durduğumuz konu, bunun tam tersine, yayınlama/sunma/paylaşma amacı gütmeden yapılan işlevlerin, izleyici odaklı yapılan işlevlerle ayrıştığı nokta üzerinde devam edicek.


hiç kimsenin ilgi göstermediği bir şey için, çaba sarf etmek gerekir mi? hiç kimse ilgi göstermiyor olsa bile, insan, kendi için, kendi yaptığı şeylere devam edebilir mi? izleyici potansiyeli, yapılan işin sürekliliğine, ne derece katkı sağlar. bu durum kişiden kişiye değişen göreceli bir kavram mıdır ve herkes içinde bulunduğu koşullarda ek olarak uğraştığı, iştigal ettiği, başlangıçta hobi sıfatındaki uğraşı, bu izleyici ve kayıp-kazanç göstergesi sonrasında mı profesyonel bir uğraşa dönüştürmeyi tercih eder.

sonuçta, kimse ilgi göstermiyorsa, yaşanılan an içinde, o insan öldükten sonra birilerine ulaşması o çalışmanın, ne gibi bir iç anlam ya da amaç taşıyabilirdi? dünyayı değiştirme fikrinden ve bu çabadan oldum olası uzak durmuşumdur. bazı insanların yaşamlarına, fikirlerine veya bilinçlerine, bilinç düzeylerine odaklı çeşitli uğraşlardan da haz etmemişimdir. elbette bir şey, bir şarkı, film, ya da bir kitap, başka bir insanın yaşamını tamamı ile değiştirip dönüştürebilir. ama, yapılan işin, böyle bir öncelikli ya da ikincil amaç taşıması, bana oldukça manasız gelmiştir. sanat, -eğer varsa öyle bir şey- can sıkıntısından doğar benim açımdan. insanın kendi günlük ve biteviye süregiden mücadelesinin yanında, hayatına değişik bir aroma katma güdüsüdür. burada dikkat edilmesi gereken nokta, genel olarak hayata, bütüncül olarak dünyaya/insanlığa değil, kendi bireysel öz yaşantısına yaptığı bir müdahale olarak tanımlamış olmamdır sanat olgusunu. bu anlamda, söz konusu uğraşı, bir kitap yazma eyleminden, günün her hangi bir saatinde, çay demlemeye, hatta bulaşık yıkamaya kadar gidebilir. elbette, çay yapmak, sanat dalları arasında herhangi bir yere konulmayabilir, ama baktığımız zaman evinde kendi kendine resim yapan bir insanın yaptığı tablo da, sanat camiası tarafından, onların kendi genel-geçer kriterlerince, kuramlarınca, onanacak kriterlere sahip olmayabilir. burada bence önemli olan olgu, neyin sanat olduğu sorgulamasından ziyade, sanat yapmanın ne gibi bir işlevinin olup olmadığıdır. ve ben bu işlevi, az önce de belirttiğim gibi, toplumsal anlamda bir yapı içinde değerlendirmektense, öznel ve içsel bir nitelik taşıyıp taşımadığı noktasında değerlendirmeyi anlamlı buluyorum. o yüzden, bence, yapılan iş, örneğin yazdığınız yazı, izleyici potansiyelini hesaba katılarak kayıt altına alınıyorsa, o işi “sergilenimci sanat” olarak tanımlamayı uygun buluyorum. ve sergilenimci sanatın belli bir aşama sonrasında, yapılan iş, getirisi kapsamında profesyonel sergilenimci sanat olarak bir üst evreye taşınıyor. buradaki getiri maddi veya manevi olarak iki anlamda ele alınabilir. işin, parasal bir değerinin olabileceği gibi, o insana basit bir arkadaş çevresinde motivasyon açısından bir geri dönüşü de olabilir. ve her ikisi de profesyonel sergilenimci sanatın, beğenici düzeyi odaklı bir kıstası merkeze alarak, içten çıkma ve can sıkıntısı merkezli oluşma evresini ortadan kaldırabilecek bir riski beraberinde getirecektir. bu da kişinin, sanat satan anlamında bir “sanatçı” hüviyetine kavuşmasına yol açarak, yaptığı işi, kendi oluş doğasından soyutlamasını sağlar. bu süreç, her insanda bu şekilde evrilmeyebilir ama günümüz verileri, çoğu “amatör” olarak nitelenen çalışmanın birkaç soluk sonrasında neden armatüre dönüştüğünün cevabı olarak tek bir şeyi söyleyecektir: sanat işe dönüşünce sanat olmaktan çıkar. ve burada armatüre dönüşmesi metaforu üzerinde düşününce, söz konusu durumun nedenleri, daha net anlaşılacaktır.

o yüzden, insanlar çok çeşitli biçimlerle gruplandırıldıkları gibi, kanımca şu biçimde de tasnif edilebilir, tüm bu argümanlardan sonra; insanlar ikiye ayrılır: toplumsal insanlar, toplumun dışında yaşayan insanlar. ne var ki zihinsel terminolojimiz ikinci gruba “toplumdışı” yaftasını layık görecektir hemen. ikinci grubun toplumdışılığını da, algımız, toplumun dışına itilmiş olarak tanımlayacaktır. oysa ikinci grup, toplumun dışına itilmiş değildir, aksine etraflarındaki insanlar tarafından bir tür “topluma dahil edilme” çabası ile dürtüklenirler, ilk çocukluk evrelerinden ölümlerine dek. onların toplumdışılığı, bilinçli olarak toplumu kendi iç evrenlerine, ya da dünyalarına dahil etmeyiş olmalarından kaynaklanır. dışlanmış değillerdir, dışlamışlardır. ve benim sanat olarak betimlediğim işler, bana göre, bu tip insanlardan çıkar. ve bu tip insanlar, yaptıkları işler milyon dolarla ölçülebilir duruma da gelse, ya da multi-platinumlara da ulaşsa, sadece can sıkıntısının bir sonucu olarak açığa çıkan üretimleri, ölümlerine dek özü itibari ile pek fazla bir değişme geçirmezler. yapı olarak, içerik olarak ya da tür anlamında dönüşümler olsa bile, oluş halindeki o öznel olma (özgünlük anlamında değil) özelliklerini kaybetmezler. ve bu yüzden ben, “kendi kendine yap” (do it yourself) eyleminin, başka bir doğurganlık taşıdığını da söyleyebilirim: kendi ‘kendini’ yap.

“kendini yap” deyimi, git kendini becer gibi bir argoya kapı açabilir. ve bu, pek tabii, götünü parmaklamak yerine mastürbasyon yapmak olarak da algılanabilir, kişi için. buradaki ifadenin seksist ya da homofofik vurgusundan çok, kişiye söylenen eylemin, söyleyen kişinin bakış açısından taşıdığı değer ve söylenen kişi bakımından kişisel bazda aldığı zevk biçimi önemlidir. “git kendini becer” deyimini, söyleyen kişi, “beni tatmin aracı olarak kullanma” anlamında diyor olabilir, ancak “kendi kendimi yapıyorum” diyen insan, işe dahil olan bir etken olarak izleyici potansiyeli yokken veya hiç olmasa bile, kendi kendine tatmin oluyordur. o, dünyayı değiştirmek isteyen bir devrimciden çok, kendi öz doğasını korumak isteyen bir tutucu rolündedir. ve kendi doğasını, kendi öz benliğini, varlığını, değerlerini korumak için aslında savunmaya bile geçmiş değildir. çünkü savunma, saldırı anında ortaya çıkan bir eylemdir. o, toplumun varlığını, yapısını, doğasını, ‘diğer’ insanları bir saldırı ya da düşman olarak görmez. o, vardır. öylece. olduğu gibi. neyse o olarak. ve ‘diğer’, ‘dış’ adlı kelimeler lügatında yoktur. kendiyle barışıktır. can sıkıntısının kaynağı ise, onun varlığının, durağan neşesinin, kendi başına olabilirliliğinin, bir tür tehdit unsuru olarak algılanıp dönüştürülme çabası güdüldüğü anda açığa çıkan sıkıntılardır. savunma bu noktada, bir karşı saldırı olarak açığa çıkar. ve can sıkıntısından doğan uğraşlar, “varım” temelli bir savaşa dönüşür. ve bu savaş, çoğu zaman, anlaşılamayan, anlamlandırılamayan, gittikçe büyüyüp çoğalan kitlelerce, içinden çıkılmaz bir hale dönüştürülür.  ve sonunda, kişi, ya pes ederek, dışarda herkes gibi, içerde kendi gibi olan  bir rol yapma oyununa başlar, ve can sıkıntısından doğan uğraşları “odada bir kağıt parçası” konseptli yığınlar halini alır, ya da  dönüştürmeye değil dönüşmemeye odaklı mücadelesi, onun bir idol olarak tanımlanmasına yol açar. her iki koşulda da, hiçbir şey kazanmamıştır. hiçbir şey kaybetmemiştir de. çünkü sonucu belirleyen etken, onun pes edip etmemesi değil, kendi gibi kalabilmesine izin veren kitlenin ve getirinin oluşup oluşmamasıdır. ve bu da, buraya kadar anlatılan çıkmazın sonucunda, pes eden kişi ile etmeyen kişi arasındaki ortak noktanın, birinin belki öldükten sonra yaldızlanmasını sağlayan, diğerininse anlamlandıramadığı, anlaşamadığı ve içinde boğulduğu olgunun aynı olduğudur.

Toplum bir hapishanedir, kaçmaya çalışanı, ya kendine dönüştürür, ya deli olarak niteleyip yalnızlaştırır ya da ulaşılmaz efsanevi bir hayali kahraman/star olarak lanse eder. Ve hayali olduğunun nitelenmesi, aynı zamanda, bir tür delilik metaforunun da simgesel olarak dışavurumudur.

29 kasım 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder