22 Haziran 2012

tekomatik

tekomatik

duruyorum öyle. yapılacak onca işe rağmen, gerçek anlamda hiçbir şey yapmadan. durup düşünmüyorum bile, sadece duruyorum. duruyordum.. şimdi başladım düşünmeye.. aslında düşünüyor sayılmam. sadece şu an, durmamaya başladım. yazıyorum.. hiç olmazsa hala yazabiliyorum. onca zaman sonra. ama gerçekten düşünmüyorum. taramalı tüfek gibi kullanıyorum klavyeyi. her bir harf, ruhuma batan iğnelerin, geri çekilişi, ters açıdan.

hala ringdeyim. bir savaş vermediğimin farkındayım ama. bir savaş vermiyorum. bir savaşın içine istemeden dahil olduğum için, düşmanımın eskimiş silahını, (çünkü sürekli ekipman tazeliyor pezevenkler) ona karşı kullanıyorum. kullanmak zorundayım. savaş karşıtı değilim. barış yanlışı hiç olmadım. ama onların kendi aralarında düzenledikleri, anlaşmalı maçlara karşı oldum hep.

çünkü onlar anlaşıyorlardı, ya da anlaşamıyorlardı, paylaşıyor ya da paylaşamıyorlardı, ama hakem bile olamıyorduk. teknik direktörlüğe bile kabul edilmiyorduk, takımı sahadan çekeriz diye. sadece, seyirci ve oyuncuyduk, ve oyunu iyi oynamazsak, sakat kalmamızın hiç bir sakıncası yoktu.. sayımız, bir bölgede, tehlikeli bir boyutta azalıp çoğalmasın yeter.. gerçi bu sefer de, göç ettirilirdik, dengeyi sağlamak adına..

ne diyorum? farkında mısın? bir biz’den bahsetmiyorum, bir siz’den de bahsetmiyorum. birliğin dışındayım, ama tekil olamıyorum, iznim yok! odamdayım şu an.. hepsi bu.. duruyorum öyle.. yani saatlerdir duruyordum. beni dururken pek az görürsünüz, sürekli bir koşuşturmaca içerisindeyimdir, odanın içinde bile. bedensel veya zihinsel akışlara gebe, bir dramatizasyon bu. müzikli bi draje.

odamdaki gürültü, gün içindeki, zihnimi işgal eden gürültü kirliliğine karşı, bir tür filtre görevi görüyor. uzanıyorum. ne gündü ama. adımın sadece, "işçi" olarak tarif edildiği, ve altına imza atmak zorunda bırakıldığım, ve bunu ret ettiğim için, onlarca sorgudan geçirildiğim bir gün.

dedim ya, istemeden dahil edildiği bir savaşta, kendi ruhunu koruma ve kutsama görevini, kendi kendine verdiği kendi görevini, kayıpsız tamamlamak dışında, başka bir dert edinmeyen, bir adamın, ninnilerini dinliyorsunuz şu anda..

aslında okuyorsunuz ama dinliyor da olabilirdiniz, çünkü yazılarım sadece, içimden konuştuğum şeyleri, dil yerine parmak kullanarak, dışarı aks ettirdiğim, bir tür navigasyon. navigasyon mu? evet öyle! sağır mısın? ve ayrıca evet, ninniler.. hani çocuklara, uyumaları için, annelerinin okuduğu şeylerden.. ben uykudayım çünkü. uyanmış olan sizlersiniz.. sağa sola da, üzerinde "uyanın artık" yazan etiketler asan sizsiniz.

söz konusu mesele, kendisinin, kendi varlığının, bir etiket olarak asılması noktasına gelince, ismini vermekten bile kaçınan.. sürekli olarak toplu hareket halinde olan. topsuz alanda, formasının üzerindeki numarayı bile sökebilecek kadar, tedirgin, plakasız araçlar gibiyiz.. işyerinde her konuda itaatkarken, barda isyan ediyoruz her şeye..
dün danıştaydan aradılar beni.. yani annem öyle dedi.. “senin ne işin var ki danıştay da” dedi. ben de geçen gün biraz sert gittim yazarken galiba ve birileri birileri ile kulaktan kulağa oynadı diye düşünüp sevindim. yanılmışım. danıştay değil danışmaymış.. iş görüşmesi. danışma demişler. ne alakaysa?

annem “kim arıyordu” deyince, herif, işyerinde çalıştığı bölümün adını veriyor. telefona ben çıksaydım, başka bir yere bağlayacaktı belki.. ben de o kadar cahilim ki, biri şikayet edilirse, kim arar bilmiyorum.. danıştay ne ki?

"size bir konuda danışmak istiyoruz, acaba kürtajı çaktırmadan nasıl yasaklayabiliriz?"
"bi referandum yapın, porno sitelerinin yasal ve beleş olması gibi bir maddeyi, kürtajın yasaklanması ile aynı pakete dahil edin, maçın galibi sizsiniz"
"ama o zaman imajımız sarsılır girdo bey"
"ben düzerim, şey pardon, düzeltirim, imajınızı, yeni seçimlere ampul yerine çeşme amblemi ve başka bir isim altında tekrar gireriz"
"isim önerileriniz nedir acaba efendim?"
"asalet ve bandırma partisi olsun"
"bandırma nedir efendim?"
"balıkesirde bir yer, balıkesir bilinçaltımda derin acıların eşkenar merkezlerinden biri"
"ülkenin güvenini bilinçaltınıza teslim etmemiz sizce doğru mu efendim?"
"verdiğiniz kararları, zaten bilinçaltımızdakileri çözmek üzerine şekillendiriyorsunuz, sorun olmaz, işin içine bilinç katarsanız bitersiniz, o kelimeyi lügatınızdan silin, kimse hatırlamasın bile, sizin dışınızda kimsenin bilinci yerinde olmamalı"

sonra telefonu kapattık. işe alınmadım kısaca.. kısaca, işe alınmıyorum, işten atılmıyorum, ve her şey olağan hızıyla devam ediyor. ne bir artma ne de azalma, sabit, stabil.. sonra işe gidiyorum, pazar günü işi ektiğim için, bu arada bizim işyerinde hafta pazartesi değil pazardan başlar ve hafta tatili yoktur, ve kimsenin bu konuda şikayet ettiği de yoktur. siz insanlara yediyüz lira maaş verirseniz, ve onlara “günde onaltı saat çalışır mısınız” derseniz, hemen “evet” derler, ek para kazanacaklardır, ve para her şeydir. para her şeyi satın alamaz, ama herkesi satabilir, açık ve net mi? benim saatim 2buçuk küsur lira şu an.. kol saatim değil, bir günümün yirmidörtte biri. kol saatimin yirmibir yıllık geçmişi vardı kolumda, ta ki.. neyse, küfretmicem. devam edelim.

sonra işe gidiyorum. pazar günü işi ektiğim için bana, cumartesi işe gitmemişim gibi, bir tutanak düzenleniyor. tarih cumartesiye ait. çakıyorum mevzuyu ama çaktırmıyorum.
“ben pazar gelmedim burda tarih yanlış” diyorum
“ne önemi var ya ha cumartesi ha pazar” diyorlar
“olsun” diyorum, “düzelttir imzalarım”
aracı eleman, “ya abi imzala geç, işim gücüm var daha” diyor
“imzalamam” diyorum, yukarı çağrılıyorum, yukarı, yani aynı miraç gibi, geçiyorum bir bir katları, tanrı katındayız, soruyor:
“senin sorunun ne?”
bu arada, arada kaynayan mevzuyu çaktınız mı? hata yapmadılar, pazar çalışmıyor onlar, resmi kağıtlar üzerinde.. çünkü haftanın yedi günü işe giden bir insana, adı batasıcalar cemiyetine mensup olan üst düzey düzenbazlar, yedinci gün için çift yevmiye gibi bir kıyak geçmişler, sağ olsunlar.. sağ olsunlar mı? yapılan hiç bir kıyak karşılıksız kalmaz! çeliştim gene.. onlar hiç çelişmezler, bir madde, başka bir maddenin sıvası olabilir bazen.. hepsi bu.. o yüzden adı anasaya olabilir. içerisinde iki olumsuz takı var, a ve na adında, anormal, namüsayit. a-na-yasa. kendilerini çifte korumaya almışlar, tanrı katında.

neden hep tanrı katında diyorum? çünkü onlara göre, şöyle bir algı var; ve bu algıyı, kendi kümelerine dahil ettikleri bazı civcivlere de kanıksatmışlar:
"bir işçi işten kaytarıyor ve ona söylenen günlük çalışma temposunu yerine getirmiyorsa, kazandığı para haramdır ve öte alemde sorgusu ağır olur"
"iyi ama, ben de hak ettiğimi kazanmıyorum ki" dersin, derim yani, benim dışımda başka bir enayi, böyle bir cümle kurmazdı. bunun gibi binlerce cümlem var. "sendika gelsin mi" sorusuna da "evet" diyen tek tük hıyardan biri de benimdir, koca işyerinde. ne güzel ne güzel, devam edelim. güzel bir sokağa çıkartıcam sizi. sağdan düz gidip, sonra sola dönücez, az ilerden gene sağa, falan filan, bakıcaz ki, ne yöne dönersek dönelim, hep aynı yola çıkmışız..

devam edelim. edelim mi? ben ediyorum. açmazlarınızı, kapamak zorunda kalarak üstelik. kağıdı çok iyi karmışlar, falım çıkmadı hiç. ama hep değişik yerde tıkandığımız algısı üzerine, çok güzel bir emprovize resim yutturmuşlar bize. gerçi arada resmi, revizyonist bir algıyla, açmazdan çıkmaza sokabilecekler de olur. olmadı değil; post-post-post-post anarkia. (ben ordayım, sen hala yüz yıl geride misin girdo?)

onbin yıl gerideyim amına koyayım. ve geriden gelmiyorum. orada kalmayı seçtim. durdum yani. hala hiçbir şey değişmedi. din yerine demokrasiyi transfer ettik insanlık olarak, hepsi bu. her şey hala aynı!

ne diyordum gonzales?
“ben de hak ettiğimi kazanmıyorum"
"ama sen anlaştın, adam sana maaş şu kadar dedi, kabul ettin"

o noktada, mavi ekran veren zihnimi deniz zannedip hülyalara dalıyorum. sonrasında, evet sonrasında:

saatlerdir hiçbir şey yapmadan duruyorum. düşünmüyorum bile. hiç düşünmedim. mantık, duygu barındırmadığı sürece, işinize yarar. duygularım, mantığı hesaba dahil etmediği için, işe yaramaz bir hale geldim. özet bu. devam edelim..

sonrasında, tanrı katına çıkıyorum işte, ara basamaklarda, imzayı ret edip. ve soru, aslında bin asrın sorusu olup, güneşin üzerine yazılmalıydı ki, her sabah hatırlayalım dünyaca: "senin sorunun ne?"

herkesin bir sorunu var. ve herkesin bir sorunu olduğunu, anca facebook ve twitter hayatımıza girince keşfettik. tek sorunumuz; "ben burdayım böyleyim ben de varım yaşıyorum beni fark edin halelo kız naber" demekmiş. ya da asıl sorunlarımızı unutmak adına suni gündemlere kapılıyoruzdur.

ister boyalı basın, ister alternatif basın üretsin, gündemler sunidir çünkü hiç değişmezler. sen haber paylaşmak veya takip etmek ve sonra sokağa çıkıp “holale devrim özgürlük halole” diye bağırmak ve arada birkaç banka camı kırıp biraz gaz solumak yerine, gidip ağaç kesen bir makineyi sabote etseydin, işe yarar bir eylem yapmış olurdun. anladın mı beni devrimci sülalenin en asil biladeri. tartışmaya kapalı bu bir konu benim açımdan, ALF-ELF ve bilimum benden yana olan primitivist yapılması gerekeni yapıyordur, nokta!

ne diyordum jessika?
yalnız olmaktan nefret eden, yalnız duramayan, insan ırkı. odamızdaki sessizliğin çözümünü bulunca, rahatladık.. ekrana bi kaç insan monte ediyoruz, işlem tamam.

"aa ama" diyor bana, "ihtiyaçlar yönlendiriyor teknolojiyi, günümüz dünyasında, değişen dünyada, modern dünyada, nasıl ki, cep telefonu gerekliydi, şartlar bunu mecbur kıldı, bugün işinden evine gelen ve yalnızlaştırılmış insanların nefes alma dertleşme konuşma ihtiyacını gideriyor sosyal paylaşım ve..." herif, sürekli evinde net üzerinde birileriyle konuşunca, nefes alıyormuş.. biyolojiye, onlinetasyon adında bir solunum sistemi ekleyelim.

odamdayım. hiçbir yerde olamıyorum. işyerinde işte değilim. evde, evde değilim. nette, nette değilim.  kimseyle konuşamıyorum. kendimle konuşuyorum. ona da kulak misafiri olan yok. bu durum, giderek, giderek, iç çarpımlarımının deklanşörüne daha seyrek basmama neden oluyor;  hiçbir şey görüp duymamaya, zamanla hiçbir şeyi algılayamamaya doğru gidiyorum. hani bazen keşfediyorsunuz ya, sizler, balta girmemiş ormanlarda ilkel topluluklar, ben de zihinsel devinimde ilkel sınıfına dahil edilebilirim yakında, onlar nasıl ki uçağa ok yolluyorsa yani.. ya da boyalı basının kamerasını anlamıyorsa kendi dünyalarında bir yere koyamıyorlarsa.. sa..

anlaşılamamaktan şikayetçi insanlık.. anlayamamaktan şikayetçi olması gerekirken..

sonra sen, üç yaşındaki çocuksun abi, elinde bir uçan balon, ve büyüyorsun ama balon hep elinde, bilmem kaç sene geçiyor, sana sürekli büyüdüğün hatırlatılıyor ama balon hep elinde yani, sımsıkı tutmuşsun, bırakmıyorsun, ama bırakıcaksın, sadece tek başına izlemek istemiyorsun onu uçarken, giderken, bir yerlere, gökyüzünde kaybolurken, sonra, sonra gelip, "a, gel beraber izleyelim" diyor biri.

bırakıyorsun balonu. aynı anda patlatıyor. daha ip elindeyken. ve elinde patlamış mısır var bu sahnede diğerinin. elindeki patlamış uçan balondan sapan yapıyorsun sonra işte. yok başka yapacak bir şey.. kayışı kopardın.. intiharı aştın. seri katil olma yolunda ilerliyorsun.


22.haz.2012 – 06:30

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder