impermeabl
ekim ayıydı. oturuyorduk özlem'le. bir kaç sene önce.
on küsur filan. tam olarak oniki sene önce. onun evinde, yere bağdaç kurmuş,
biliyorum evet bağdaş diye yazılıyor, bağlaç ya da. hangi kelimeyle ne demek
istendiğine göre değişir yanlış yazdığım herbişeyi nasıl düzeltme nezaketini
göstereceğiniz, yanlış yazdığımı düşündüğü her şeyi, düzeltme nezaketini
gösteren insanlar, yanlış yaptığım her şeyi, "bak o öle değil böyle
diyen", bana yeni bir şeyler öğretme hevesinden çok, şu anki gidişatımın
yanlış olduğu kanısı ile, bir şeylerimi düzeltme kaygısı, sadece yardımcı olmak
adına ama, yani bir iyi niyetle, edinilen tavsiyeler, yok hayır edilen demek
istemedim, edinilen dedim, bir şeyi yanlış yazarsam size haber veririm,
düzeltiriz hep beraber, olmaz mı? mesela çevreyi koruma adına, sokağa çöp
atmayız, ama ben çöpçülere iş çıkmasın diye atmam o çöpü, çevreyi korumam yani,
anlayabiliyor musunuz? hayvanları koruyabilirim, ama çevreyi korumam, çimlere
basabilirim rahatlıkla mesela, doğayı koruma adına yapmanız gereken şey çimlere
basmamak değildir çünkü, çünkü doğa, sonuna bir L harfi konursa, anlamını
taşıyabilir, yapay doğadan banane, apartmanların önlerindeki bahçelerden
mesela, ormandan şehre nasıl geldik biz bilmiyorum, ne güzel ağaca işiyorduk,
ağaca mı işiyorduk onu da bilmiyorum bak, boş bulduğumuz uygun bir yere
diyelim, köpekler gibi yani, olabilir mi? bundan onbin sene öncesi için uygun
mu örnek gösterdiğim davranış tarzı? yüzbin mi demeliyim? iyice uzaklaştık
kendimizden, hatırlamadığımız zamanlarda demek daha doğru, hayvanlar gibi
yaşıyorduk bizler de, bir varmış bir yokmuşla başlayalım bundan sonra, eski
toplumlardan bahsederken, olur mu? daha inandırıcı olur böylesi. çünkü artık
kimseye inandıramayız, bir zamanlar konuşan ve koşan ağaçların var olduğuna, ve
insan denilen tür nedeni ile küstüklerine her şeye, öyle sabit stabil, bir
şekilde, devam edip, evrimleşerek -sahi evrim var mı? insanın kendi türü
içindeki toplumsal evrimleşmesi, bulgular arasında geçerli? ne diyordum?
özlem’e dönücez, öncelikle parantezimi kapatmam lazım, bir okuyucum, okuyucu
mu? yazıcı, tarayıcı gibi bir elektronik alet mi bu da? sikmişim okuyucuyu,
üzerine alınma, şahşa değil o kavrama lafım, aynen sanatçı gibi, boktan bir
hitap sözcüğü, okuyucu. ama başına sayın getirirsek, kendimizi daha bir tevazu
adamı haline dönüştürebiliyoruz, öyle değil mi? ne diyordum diyorum? çok
anlaşılmaz yazıyormuşum, -yaşıyormuşum?- biraz çeki düzen verilmesi
gerekiyormuş, o kadar uzun cümleler kurmamalıymışım. -cümle kurmadığımı
söylemiştim- bir şeyden bahsederken kesip başka bir şeye geçmemeliymişim,
karışıyormuş her şey, sonra hiçbir şey anlatamıyormuşum, en azından başka bir
konuya –komuta?- dönerken yeni bir paragrafa filan geçmeliymişim, falan filan,
dikkate aldım seni silvia, ama paragraf değil parantezle örücem artık iç
anlamsızlığımı, öyle de olur değil mi? olmazsa söyle, başka bir formül bulalım.
ne diyordum? özlem’e dönücez, yani yazının içinde döneceğim, o günlere,
gerçekte dönülebilecek hiçbir rotamız yok artık, dümen kıramam, dümenimi
kırdım, dümen yapıyorum evet, ne diyordum diyorum? çevreyi korumuyorum ben,
içine ediyorum, ama yere çöp atmam, ama içinde insanın olmadığı bir gökdelene
–isme bak, gök delen- dinamit yerleştirmeyi çok isterdim, gerçi içinde insan
olsa da farketmez, üçüncü dünya savaşı çıksaydı, sadece ölecek olan hayvanlara
canım sıkılırdı. masum insanlar da mı ölücekti diyorsunuz? bana kendisinin
masum olmadığını söyleyen bir insan gösterin, hayır kendi aramızdan değil,
gökdelenin içinde de mi masum insanlar olucaktı? nassı yani? gökdelen de
oturmayı tercih etmeselermiş arzu hanım. arzu da mı kim? bir okuyucum. aha gene kendimle çeliştim. du bi
alt paragrafa geçeyim.
sorun ne moruk biliyor musun? “ben de emir kuluyum” diyen herkesi
öldürmemiz gerekiyor, üzerimize bir azrail kostümü giyerek hem de. ne demek
istediğimi anlatabiliyor muyum? bunu masustan sorduğumu anlamıyor musun? bok
gibi biliyorum ben anlatıp anlatamadığımı. zaten sıkıntı da o noktada başlıyor
benim adıma. çünkü kimseye bir şey anlatabilmek, yani öğretmek gibi, bir kaygı
taşımıyor olsan da, kendinden, yani doğru olanı yaptığından, yani kendi
doğruluğundan, bok gibi emin olduğun için, kendinden emin olduğun için yani, ve
bunu da, tavizsiz ve binlerce argümanla ortaya koyduğun için, tutup sonrasında,
biri sana, masum insanlardan bahsediyor. afrikada açlıktan ölen çocuk masumdur,
tamam mı abi? alsancaktaki hiltonun süitinde kalan herif, beton yığınlarına
düşman bir herif yüzünden ölünce, masum olmaz. masumiyet, senin içinde
bulunduğun konumla ve olayla ne kadar ilgin olduğuna göre şekillenmez yani, o
olayın veya benzer başka şeylerin, geçmişte veya içinde bulunduğun yaşantı
içinde, ne kadar karşısında durduğuna göre şekillenir. bana gelip eğer sen,
işyerinde sigara içiyorum diye ben, yasak olduğu halde yasak olmaması gereken
bir alanda, yani gerçekten dumanının kimseye bir zararının olmadığı ya da
oradaki başka başka bin tane daha zararlı şeylerin yanında içerken, senin gelip bana, üstelik sen de içiyorken
sigara, sana hesap sorucaklar diye ben sigara içtiğim için, ve aramız
bozulmasın diye sana verilen görevi yerine getirirken, yani aslında inanmadığın
bir değere sahip çıkarken iş icabı veya üniformanla veya hangi boktan sebeple
olursa olsun, bir görev verdiler diye sana para ya da herhangi bir sik
karşılığında, bana gelip, “abi ben de emir kuluyum” dersen, senin de öldürülmen
caizdir kıldığın namaz esnasında alnın secdedeyken dinine göre. çünkü
“haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” der peygamber. ve “ben de emir
kuluyum” diyen herkesin tanrısıdır emirler. peygamberleri kimdir allah bilir.
iyice çeliştik öyle değil mi arzu hanım? o zaman bi paragraf daha yapalım,
sonra söz parantezi kapatıcaz. daha özlem var yazımız da. onla başladım onla
bitiricem. daima öyle yaptım.
ne diyordum? yanlış yaptığım ve aslında şöyle
yapsaydım, şu an bulunduğum noktadan çok daha iyi bir yerde olacağım savına,
gülmekten katılma şansımdan başka bir şey gelmiyor elimden diyordum, çoğu
zaman. en başında bunu söylemeye çalışmıştım ve o kısa giriş faslında saptığım
tüm açmazları, aşağı doğru inerken yazı, geriye doğru giderek açıkladım
sanırım. ve ne yaptığını, bir de tutup açıklayan adam rolüne düşürülmemin
nedeni, ne yapmaya çalıştığım konusunda düşünülmesi. ben hiçbir şey yapmaya
çalışmıyorum, yapacağımı yapıyorum ben, yapmaya çalışmıyorum, yaptım, hala
yapıyorum. gene olsa gene yaparım değil, yapmaya devam ediyorum, gelişen süreç
içerisinde, tavrımı değiştirmiyorum, dalga geçiyorum sadece değiştirir gibi
yaparken de, en çok da kendimizle geçiyoruz dalgamızı, çünkü o kadar çok köşeye
sıkıştırıldık ki, birden çok defa köşeye sıkıştırılmak ya da birden çok köşeye
farklı zamanlarda sıkıştırılmak değil, bir köşeye aşırı şekilde bir basınç ile
sıkıştırılmak, evet bakın o ifadede benim anlattığım şey bu iken, bir de böyle
açıklayınca, tadı kaçıyormuş öyle değil mi? yaptırmayın bunu bana. yeterince açık
her şey. o ifadenin, anlama açık üç hali de, meseleye uyabilecek vaziyette
çünkü, “matruşka” değilim ben yani, daha çok “heat mermisi” gibiyim. özlem’e
geçelim)
ekim ayıydı. oturuyorduk özlem'le. yere bağdaç kurmuş,
laflıyorduk. bana, benimle tanışmadan önce başına gelen bir olaydan bahsetti.
şöyle dedi bana, “biliyor musun, iyi ki varsın, güç veriyorsun bana”
“sen güçlü bi kızsın” dedim, “bana ihtiyacın yok”
“biliyorum, sana ihtiyacım yok, hayır var aslında ama,
sen olmadan da yaşayabilirdim, biliyorsun, sensiz yaşayamam gibi şeyler diyemem
sana, inandırıcı olmaz bu, ama benim için, hayatta ki her şeyden daha
önemlisin, kendimden bile”
yeni tanışmıştık o zamanlar, ve ben sürekli onun evine
giderdim, sabah, akşam, öğlen, gece, sürekli, onda sabahlar, ya da akşama kadar
onda kalırdım, o odayı, evi, evin tüm duvarlarını, insan geçirmez bir madde ile
kaplamayı düşlemiştik bir keresinde, ses geçirmez bir şeylerle de, ya da,
impermeabl ile. bu nerden aklına geldi bilmiyordum ama, aynen böyle söyledi
bana, o ne ya dedim, biyoloji dersinden aklımda kalan tek kelime dedi, çok
sevmiştim. iki hücreli bir canlı gibi hissediyorum kendimi, seninle. hayır bak,
bi armudun iki yarısı demek değil bu, sevmiyorum o geyiği, tamamen saçmalık, bu
farklı bir şey, anlıyor musun?
o günden sonra bana, hiçbir konuda, bunu sormadı,
anlıyor musun, anlatabildim mi, ya da bir sürü açıklamalar falan, bak o öyle
değil şöyle deyip, elimden tutup, kullanmasını bilmediğim bir aleti nasıl
kullanabileceğimi bile söylemedi, ya da karşıma, onun yaptığı ve nasıl
yenileceğini bilmediğim bir şey gelince, getirince o, ben yanlış bir şey
yapınca, bunu ima eder gibi bile bakmadı yüzüme, güldü belki bazen, ama gülüşü,
komik geldiği içindi sadece, fazlasıyla salaktım ve bunun o da farkındaydı,
fazlasıyla hem de, o kadar cahildim ki, toplum içinde nasıl davranılır zerre
haberdar değildim, haberdar edilmemiştim demek istemiyorum, ailemi suçlayamam
yetiştirilme tarzıma vurgu yaparak, sadece haberdar değildim, büyüklerin elimi
öpülür bizden küçüklere nasıl davranılır ya da bir eve misafir gidince, nasıl
bir nezaket kuralı işler, bilmiyordum, bunlar salaklık göstergesi de değildi
bana göre ama, bakışlardan anlayabiliyordum neyi yanlış yaptığımı, bilmediğim
şey doğrusunun ne olduğu idi, ilkokulda, hoca sınıfa girince, ayağa
kalkmamıştım, bilmiyordum, gerçekten bilmiyordum, hâlâ, “olması gereken” diye
adlandırılan, veya çoğunluğun uyum sağladığı için aykırı bir durumu yadırgadığı
çoğu şeyi bilmiyorum, soğuk ve kaba görünürüm bu yüzden genellikle, ya da bir idiot,
ve ne zaman bu, dışa vurulsa, o gün özlem’in bana söyledikleri geliyor aklıma:
impermeabl.
“aslında ne var biliyor musun girdo”. adım bile ona
aitti, herşeyimle ona aittim, 18 yaşındaydım, ve hayata devam edebilmek için,
aldığım uyuşturucular sonrası, onu yaratmam kaçınılmazdı. bu durum, aynen,
çocukların hayali bir arkadaş yaratmasına benziyordu. bilirsiniz. hayali dört
arkadaş yaratmama neden oldu, amfetamin ve bazı adını anmak istemediğim şeyler.
uyuşturucu maddeler veya maddeleri olan insanlar.
“aslında ne var biliyor musun girdo” bağdaş kurmuş
oturuyorduk kendi halimizde, sonra kendi aramıza bağlaç kurduk. ardından “bazı
insanların” dedi bana, “maddeleri vardır, yaşam maddeleri, kalıpları, ve
onların bazılarını, onlardan daha güçlü olan bir takım insanlar kurmuşlardır,
emir eridir onlar, ve olasılıklar dahilinde olabilecek en kolay yaşantıyı
seçmişlerdir, bir meslek, bir iş, aile, bunları sürdürmek için gerekirse
kendilerini değiştirler, her şeylerini satabilirler, işini kaybetmemek uğruna
çocuğunu kesemez tamam ama, sesini kesebilir veya asla kuramayacağı cümlelerin
profesyoneli kesilebilir”
ben pek konuşmazdım onunlayken, kısa şeyler belki,
konuşmayı bilmiyordum, hâlâ bilmiyorum, hep aynı şeylerden bahsederdim mesela,
ve o bana bi kere bile, “bunu daha önce anlattın” demedi, hep ben “aa dur daha
önce anlatmıştım demi” deyip kestim hatırlayınca, o zaman da o, umarsamaz bir
şekilde bunu, ama anlattığım şeyi değil tekrar anlatıyor oluşumu, “boşver”
derdi, “her gün birbirinin aynı şekilde geçiyor, sabah uyan tezgah aç, akşam
olunca eve gelip takı yap, sen en azından farklı sırada anlatıyorsun her
seferinde aynı şeyleri, seninleyken güneş ikindi vaktinden öğlene doğru gidip,
sonra birden ortadan kayboluyor, sonra batıdan doğup tekrar batıdan batıyor gibi
hissediyorum ben. eğlenceli yani. siktiret.”
pek de eğlenceli değildim oysa, onu güldüren şey,
esprilerim olmadı hiçbir zaman, espri nedir bilmezdim, bazen aldığımız bir
yiyeceğin paketini açmak için mücadele verirken görüp beni, o halime kahkaha
atardı daha çok, gelip de nasıl açıldığını göstermezdi ama, dalga geçtiği için
değil, başkası gülseydi üzüleceğimi bildiği hal de üstelik, onun yaptığım
herhangi bir şeye kahkaha atmasının anlamını bildiğimden rahat davranıyordu.
bir keresinde, durduk yere öle, kafamızın ayık olduğu
ender zamanların birinde, yine yere bağdaç kurmuş otururken onun evinde, çünkü
pek eşyamız yoktu, çünkü gerek yoktu, çünkü ev küçüktü, çünkü büyük eve gerek
yoktu, aslında eve de gerek yoktu ama ormanda nasıl yaşanır bilmiyorduk, çok
uzaklaşmıştık kendi doğamızdan yüzyıllar sonrasında ve olabildiğince az bir
hayat ile yetiniyorduk biz ikimiz, onunla birlikte, ve bir gün, durdu
“bi daha minik etek giydiğini görmücem tamam mı” diye
bağırdı bana, ama gerçekten bağırdı yani, çok sert bir tonda bağırdı, öfkeli
iki göz ile baktı gözlerimin içine, “tamam mı” diye yineledi, şaşırdım ve
afalladım ve
“ben etek bile giymem ki” dedim,
“ben etek giyerim ama mini etek giymem, kadın olan
benim sonuçta ve toplumsal cinsiyet algımıza göre konuşursak eğer erkek olan da
sen olduğuna göre”. bir kahkaha daha patlattı, ardından ben de gülmeye
başladım.
“eğlendin mi” diye sordu, gülmemi durduramıyordum
gerçekten onun yanında bazen, “ben etek bile giymem ki” deyişimi tekrar edip
duruyordu sürekli, “çok komikti ya, bi daha desene, ay dur deme, ölücem yoksa,
ben etek bile giymem ki”
açık birşeyler giyiyor olsaydı ses çıkarmayacağımı
biliyordu veya açık giyinen hatunlar hakkında saçma şeyler düşünmediğimi, ama
onun herhangi bir parçasını, göz bebeklerini bile başka bir gözün içine
odaklamasını kaldıramayacağımı da biliyordu, ama o her zaman kendi yaptığı
giysileri giyerdi ve hiçbir zaman da, şunu giysem kızar mısın diye sormadı
bana, herhangi bir şey yaparken asla danışmadı bana, ufak tefek kararsız
kaldığı şeyler ve bana danışmak istediği durumlar dışında, hiçbir zaman, şunu
şöyle yapsam ne dersin diye sormadı ve doğru olanın bu olduğunu her ikimiz de
biliyorduk ve hiçbir hareketi bana batmadığı için istiyordu, o odayı üzerimize
kapatmayı, beni eve attığı yetmiyormuş gibi. beni eve atmıştı evet, ama hiçbir
zaman üzerime çıkmaya çalışmadı ya da üzerine çıkmam için bir harekette
bulunmadı, hiç sevişmedik onunla, sevişebilirdik belki ama daha önemli
meseleler yüzünden akıl edemedik galiba. geleceği bekliyorduk. ve gelicektik.
tutkulu bir şekilde sevişebilmenin zamanlarına.
ekim ayıydı. oturuyorduk özlem'le. yere bağdaç kurmuş,
laflıyorduk. bana, benimle tanışmadan önce başına gelen bir olaydan bahsetti.
“bi keresinde. iki sene önce falan. şu sol kolumdaki
kesiklerin birini daha yaparken, babam odaya daldı. öyle pat diye daldı ama
odaya. kapıyı sertçe açıp, girdi. telaşlı bir şekilde. kolum kanıyordu. çarşaf
kan olmuştu. ağlıyordum ben. ama bilirsin göz yaşlarım çok akmıyor öle, hafif,
silik bir şekilde, ağlarken, ama çok içten böle, kendi halimde, balkona çıkıp
odamdaki, çünkü evin diğer cephesindeki balkona çıkan tek kapı benim odamdaydı,
her neyse, aşağıdaki bir adama, işle ilgili bir şeyler anlattı, arabayla gelen
adama, sahibi olduğu şirketten gelen adama, sonra çıktı gitti öyle.”
kötü dedim. ama sen bunun arkasına sığınmıyorsun,
başına gelen olumsuzlukların arkasına yani. bu iyi bir şey
herkesin başına gelen şeyler ya. abartmaya gerek yok,
bunu anlattım çünkü, hani derler ya bazı olaylarda, bu bütünün küçük bir
parçası diye. aslında bütünün küçük bir parçası diye bir şey yok, benim babam,
ya da amerika’da para için askere yazılıp oraya buraya giden adam, ya da evine
gelince ilk işi bahçesini sulamak olup da çalıştığı işyeri bir kağıt fabrikası
olan adam, ya da eğitim sisteminin değişmesini isteyen ama okulu bitirmek için
yerine getirmek zorunda olduğu her şeyi harfiyen yerine getiren öğrenci,
bunların hepsi bir bütün aslında, parçalar yok. hepsi bütün anladın mı? sonra
bana soruyor geçen, şu kız, adı neydi onun
hatırlamıyorum, hangisi
hani amerikadan arkadaşım olan, arkadaşım mı o da
meçhul gerçi, tatile gelince uğramıştı ya,
hatırlamıyorum
neyse. o dedi ki, baban sana para gönderiyor durmadan,
sen o yüzden böylesin, nasılım dedim, takı yapıp tezgah açıyorsun, sağlamdasın
nasıl olsa, oyun oynuyorsun, eğlenceli de mi dedi, sustum öyle ben de, açıklama
yapma ihtiyacı bile hissetmedim, hoş sana da açıklama yapma ihtiyacı
hissetmiyorum hiç ama, sen anlıyorsun diye bu, anladığını bildiğim için,
anlamadığın zaman anlamış gibi yapmayacağını ya da, ona ise anlatsam da
anlamayacağı için sustum, susmak iyi bir şey mi sence, herkese ve her şeye
karşı susunca, kendinle daha çok konuşuyorsun, yiyip bitiriyorsun kendini,
senden önce öyleydi yani, işte o yüzden güç veriyorsun bana demiştim demin,
birinin anlıyor olması insana güç vermeyebilir, o insan kendinden emin değilse,
onaylanma ihtiyacını gidermekten başka bir halta yaramaz o durum. şimdi de seni
yiyip bitiriyorum işte, durmadan. hadi kalk, geç kaldık, çalışmaya.
bankada milyarları vardı, bi kez bile elini atmadı
onlara, hiçbir zaman elini atmadı, babası para gönderip durdu, o hiç çekmedi,
birikir diye düşünmedi bile, bir kez olsun, dokunmadı hiç, sadece bir
keresinde, o intihar ettiğinde, ve sonrasında oluşan ek bir başka şeyin
tedavisi için hastaneye ödemem gereken bir para lazım olunca, borç buldum,
ödeyemeyeceğim kadar çok hem de, ve o gün sadece, gereken kadarını alıp, daha
sonra bankaya geri yatıracağına dair kendi kendine binbir tane söz vererek,
çekti. ben çekmemesi için binbir tane ikna yolu denerken. borcumuzu ödedik.
kendi kendimize borçlandık. kendi ruhumuza. ve ilk kez o gün kavga ettik
onunla, fena tartıştık, çekmiyceksin ben öderim borcumuzu deyip durdum sürekli,
“hayır çekicem sonra geri yatırcam ben. bu şekilde
yaşayacaksak beraber intihar edelim daha iyi.” dedi, dedi ve ardından sustum
ben, haklıydı çünkü, ve istediğin gibi yaşayamıyorsan, ve emir eri olmak
zorunda olduğunu düşünüyorsan, ya da içine sinmeyen işlemleri yapman gereken
bir işin varsa, ve mücadele etme gücüm yok diyorsan, senin o gücü hiçbir zaman
bulamadığını söylemek isterim sana, çocukluğundan beri bunun üzerine kafan
yorman gerekirdi senin, hayır şu an özlem’le konuşmuyorum, hayır kendimle de
konuşmuyorum, doğrudan seninle konuşuyorum, sizlerle, istesem daha iyi bir
konumda olabileceğim yönünde edinilen tavsiyecilerle, okulu bitirseydin böyle
olmazdı, şu noktayı virgül yaparsak böyle olmaz, o adamla samimi olursan sana
yardım eder, peki ya sonra angelica?
işyerinde çalışan seksen kişiyi, aynı anda işten
çıkardıkları için, bir ton borca rağmen, pat diye işi bıraktığın zaman,
tereddüt bile etmeden bu konuda, tekrar konuşalım, bir parçası olduğun ve bir
gün gerçekleşeceğine inandığın devrim hareketi hakkında. ben kendi içimde bile
evrimleşmedim son otuz senedir, hayatta kalmak için. ama kaldım. ve
kalacağımdan da şüphen olmasın. batmamak için, yüzme öğrenip, sonra yorulunca
yılana sarıldıysan, bu senin sorunun.
19.06.2012
– 04:00
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder