10 Haziran 2012

impermeabl

impermeabl

ekim ayıydı. oturuyorduk özlem'le. bir kaç sene önce. on küsur filan. tam olarak oniki sene önce. onun evinde, yere bağdaç kurmuş, biliyorum evet bağdaş diye yazılıyor, bağlaç ya da. hangi kelimeyle ne demek istendiğine göre değişir yanlış yazdığım herbişeyi nasıl düzeltme nezaketini göstereceğiniz, yanlış yazdığımı düşündüğü her şeyi, düzeltme nezaketini gösteren insanlar, yanlış yaptığım her şeyi, "bak o öle değil böyle diyen", bana yeni bir şeyler öğretme hevesinden çok, şu anki gidişatımın yanlış olduğu kanısı ile, bir şeylerimi düzeltme kaygısı, sadece yardımcı olmak adına ama, yani bir iyi niyetle, edinilen tavsiyeler, yok hayır edilen demek istemedim, edinilen dedim, bir şeyi yanlış yazarsam size haber veririm, düzeltiriz hep beraber, olmaz mı? mesela çevreyi koruma adına, sokağa çöp atmayız, ama ben çöpçülere iş çıkmasın diye atmam o çöpü, çevreyi korumam yani, anlayabiliyor musunuz? hayvanları koruyabilirim, ama çevreyi korumam, çimlere basabilirim rahatlıkla mesela, doğayı koruma adına yapmanız gereken şey çimlere basmamak değildir çünkü, çünkü doğa, sonuna bir L harfi konursa, anlamını taşıyabilir, yapay doğadan banane, apartmanların önlerindeki bahçelerden mesela, ormandan şehre nasıl geldik biz bilmiyorum, ne güzel ağaca işiyorduk, ağaca mı işiyorduk onu da bilmiyorum bak, boş bulduğumuz uygun bir yere diyelim, köpekler gibi yani, olabilir mi? bundan onbin sene öncesi için uygun mu örnek gösterdiğim davranış tarzı? yüzbin mi demeliyim? iyice uzaklaştık kendimizden, hatırlamadığımız zamanlarda demek daha doğru, hayvanlar gibi yaşıyorduk bizler de, bir varmış bir yokmuşla başlayalım bundan sonra, eski toplumlardan bahsederken, olur mu? daha inandırıcı olur böylesi. çünkü artık kimseye inandıramayız, bir zamanlar konuşan ve koşan ağaçların var olduğuna, ve insan denilen tür nedeni ile küstüklerine her şeye, öyle sabit stabil, bir şekilde, devam edip, evrimleşerek -sahi evrim var mı? insanın kendi türü içindeki toplumsal evrimleşmesi, bulgular arasında geçerli? ne diyordum? özlem’e dönücez, öncelikle parantezimi kapatmam lazım, bir okuyucum, okuyucu mu? yazıcı, tarayıcı gibi bir elektronik alet mi bu da? sikmişim okuyucuyu, üzerine alınma, şahşa değil o kavrama lafım, aynen sanatçı gibi, boktan bir hitap sözcüğü, okuyucu. ama başına sayın getirirsek, kendimizi daha bir tevazu adamı haline dönüştürebiliyoruz, öyle değil mi? ne diyordum diyorum? çok anlaşılmaz yazıyormuşum, -yaşıyormuşum?- biraz çeki düzen verilmesi gerekiyormuş, o kadar uzun cümleler kurmamalıymışım. -cümle kurmadığımı söylemiştim- bir şeyden bahsederken kesip başka bir şeye geçmemeliymişim, karışıyormuş her şey, sonra hiçbir şey anlatamıyormuşum, en azından başka bir konuya –komuta?- dönerken yeni bir paragrafa filan geçmeliymişim, falan filan, dikkate aldım seni silvia, ama paragraf değil parantezle örücem artık iç anlamsızlığımı, öyle de olur değil mi? olmazsa söyle, başka bir formül bulalım. ne diyordum? özlem’e dönücez, yani yazının içinde döneceğim, o günlere, gerçekte dönülebilecek hiçbir rotamız yok artık, dümen kıramam, dümenimi kırdım, dümen yapıyorum evet, ne diyordum diyorum? çevreyi korumuyorum ben, içine ediyorum, ama yere çöp atmam, ama içinde insanın olmadığı bir gökdelene –isme bak, gök delen- dinamit yerleştirmeyi çok isterdim, gerçi içinde insan olsa da farketmez, üçüncü dünya savaşı çıksaydı, sadece ölecek olan hayvanlara canım sıkılırdı. masum insanlar da mı ölücekti diyorsunuz? bana kendisinin masum olmadığını söyleyen bir insan gösterin, hayır kendi aramızdan değil, gökdelenin içinde de mi masum insanlar olucaktı? nassı yani? gökdelen de oturmayı tercih etmeselermiş arzu hanım. arzu da mı kim? bir okuyucum. aha gene kendimle çeliştim. du bi alt paragrafa geçeyim.

sorun ne moruk biliyor musun?  “ben de emir kuluyum” diyen herkesi öldürmemiz gerekiyor, üzerimize bir azrail kostümü giyerek hem de. ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? bunu masustan sorduğumu anlamıyor musun? bok gibi biliyorum ben anlatıp anlatamadığımı. zaten sıkıntı da o noktada başlıyor benim adıma. çünkü kimseye bir şey anlatabilmek, yani öğretmek gibi, bir kaygı taşımıyor olsan da, kendinden, yani doğru olanı yaptığından, yani kendi doğruluğundan, bok gibi emin olduğun için, kendinden emin olduğun için yani, ve bunu da, tavizsiz ve binlerce argümanla ortaya koyduğun için, tutup sonrasında, biri sana, masum insanlardan bahsediyor. afrikada açlıktan ölen çocuk masumdur, tamam mı abi? alsancaktaki hiltonun süitinde kalan herif, beton yığınlarına düşman bir herif yüzünden ölünce, masum olmaz. masumiyet, senin içinde bulunduğun konumla ve olayla ne kadar ilgin olduğuna göre şekillenmez yani, o olayın veya benzer başka şeylerin, geçmişte veya içinde bulunduğun yaşantı içinde, ne kadar karşısında durduğuna göre şekillenir. bana gelip eğer sen, işyerinde sigara içiyorum diye ben, yasak olduğu halde yasak olmaması gereken bir alanda, yani gerçekten dumanının kimseye bir zararının olmadığı ya da oradaki başka başka bin tane daha zararlı şeylerin yanında içerken,  senin gelip bana, üstelik sen de içiyorken sigara, sana hesap sorucaklar diye ben sigara içtiğim için, ve aramız bozulmasın diye sana verilen görevi yerine getirirken, yani aslında inanmadığın bir değere sahip çıkarken iş icabı veya üniformanla veya hangi boktan sebeple olursa olsun, bir görev verdiler diye sana para ya da herhangi bir sik karşılığında, bana gelip, “abi ben de emir kuluyum” dersen, senin de öldürülmen caizdir kıldığın namaz esnasında alnın secdedeyken dinine göre. çünkü “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” der peygamber. ve “ben de emir kuluyum” diyen herkesin tanrısıdır emirler. peygamberleri kimdir allah bilir. iyice çeliştik öyle değil mi arzu hanım? o zaman bi paragraf daha yapalım, sonra söz parantezi kapatıcaz. daha özlem var yazımız da. onla başladım onla bitiricem. daima öyle yaptım.

ne diyordum? yanlış yaptığım ve aslında şöyle yapsaydım, şu an bulunduğum noktadan çok daha iyi bir yerde olacağım savına, gülmekten katılma şansımdan başka bir şey gelmiyor elimden diyordum, çoğu zaman. en başında bunu söylemeye çalışmıştım ve o kısa giriş faslında saptığım tüm açmazları, aşağı doğru inerken yazı, geriye doğru giderek açıkladım sanırım. ve ne yaptığını, bir de tutup açıklayan adam rolüne düşürülmemin nedeni, ne yapmaya çalıştığım konusunda düşünülmesi. ben hiçbir şey yapmaya çalışmıyorum, yapacağımı yapıyorum ben, yapmaya çalışmıyorum, yaptım, hala yapıyorum. gene olsa gene yaparım değil, yapmaya devam ediyorum, gelişen süreç içerisinde, tavrımı değiştirmiyorum, dalga geçiyorum sadece değiştirir gibi yaparken de, en çok da kendimizle geçiyoruz dalgamızı, çünkü o kadar çok köşeye sıkıştırıldık ki, birden çok defa köşeye sıkıştırılmak ya da birden çok köşeye farklı zamanlarda sıkıştırılmak değil, bir köşeye aşırı şekilde bir basınç ile sıkıştırılmak, evet bakın o ifadede benim anlattığım şey bu iken, bir de böyle açıklayınca, tadı kaçıyormuş öyle değil mi? yaptırmayın bunu bana. yeterince açık her şey. o ifadenin, anlama açık üç hali de, meseleye uyabilecek vaziyette çünkü, “matruşka” değilim ben yani, daha çok “heat mermisi” gibiyim. özlem’e geçelim)

ekim ayıydı. oturuyorduk özlem'le. yere bağdaç kurmuş, laflıyorduk. bana, benimle tanışmadan önce başına gelen bir olaydan bahsetti. şöyle dedi bana, “biliyor musun, iyi ki varsın, güç veriyorsun bana”

“sen güçlü bi kızsın” dedim, “bana ihtiyacın yok”

“biliyorum, sana ihtiyacım yok, hayır var aslında ama, sen olmadan da yaşayabilirdim, biliyorsun, sensiz yaşayamam gibi şeyler diyemem sana, inandırıcı olmaz bu, ama benim için, hayatta ki her şeyden daha önemlisin, kendimden bile”

yeni tanışmıştık o zamanlar, ve ben sürekli onun evine giderdim, sabah, akşam, öğlen, gece, sürekli, onda sabahlar, ya da akşama kadar onda kalırdım, o odayı, evi, evin tüm duvarlarını, insan geçirmez bir madde ile kaplamayı düşlemiştik bir keresinde, ses geçirmez bir şeylerle de, ya da, impermeabl ile. bu nerden aklına geldi bilmiyordum ama, aynen böyle söyledi bana, o ne ya dedim, biyoloji dersinden aklımda kalan tek kelime dedi, çok sevmiştim. iki hücreli bir canlı gibi hissediyorum kendimi, seninle. hayır bak, bi armudun iki yarısı demek değil bu, sevmiyorum o geyiği, tamamen saçmalık, bu farklı bir şey, anlıyor musun?

o günden sonra bana, hiçbir konuda, bunu sormadı, anlıyor musun, anlatabildim mi, ya da bir sürü açıklamalar falan, bak o öyle değil şöyle deyip, elimden tutup, kullanmasını bilmediğim bir aleti nasıl kullanabileceğimi bile söylemedi, ya da karşıma, onun yaptığı ve nasıl yenileceğini bilmediğim bir şey gelince, getirince o, ben yanlış bir şey yapınca, bunu ima eder gibi bile bakmadı yüzüme, güldü belki bazen, ama gülüşü, komik geldiği içindi sadece, fazlasıyla salaktım ve bunun o da farkındaydı, fazlasıyla hem de, o kadar cahildim ki, toplum içinde nasıl davranılır zerre haberdar değildim, haberdar edilmemiştim demek istemiyorum, ailemi suçlayamam yetiştirilme tarzıma vurgu yaparak, sadece haberdar değildim, büyüklerin elimi öpülür bizden küçüklere nasıl davranılır ya da bir eve misafir gidince, nasıl bir nezaket kuralı işler, bilmiyordum, bunlar salaklık göstergesi de değildi bana göre ama, bakışlardan anlayabiliyordum neyi yanlış yaptığımı, bilmediğim şey doğrusunun ne olduğu idi, ilkokulda, hoca sınıfa girince, ayağa kalkmamıştım, bilmiyordum, gerçekten bilmiyordum, hâlâ, “olması gereken” diye adlandırılan, veya çoğunluğun uyum sağladığı için aykırı bir durumu yadırgadığı çoğu şeyi bilmiyorum, soğuk ve kaba görünürüm bu yüzden genellikle, ya da bir idiot, ve ne zaman bu, dışa vurulsa, o gün özlem’in bana söyledikleri geliyor aklıma: impermeabl.

“aslında ne var biliyor musun girdo”. adım bile ona aitti, herşeyimle ona aittim, 18 yaşındaydım, ve hayata devam edebilmek için, aldığım uyuşturucular sonrası, onu yaratmam kaçınılmazdı. bu durum, aynen, çocukların hayali bir arkadaş yaratmasına benziyordu. bilirsiniz. hayali dört arkadaş yaratmama neden oldu, amfetamin ve bazı adını anmak istemediğim şeyler. uyuşturucu maddeler veya maddeleri olan insanlar.

“aslında ne var biliyor musun girdo” bağdaş kurmuş oturuyorduk kendi halimizde, sonra kendi aramıza bağlaç kurduk. ardından “bazı insanların” dedi bana, “maddeleri vardır, yaşam maddeleri, kalıpları, ve onların bazılarını, onlardan daha güçlü olan bir takım insanlar kurmuşlardır, emir eridir onlar, ve olasılıklar dahilinde olabilecek en kolay yaşantıyı seçmişlerdir, bir meslek, bir iş, aile, bunları sürdürmek için gerekirse kendilerini değiştirler, her şeylerini satabilirler, işini kaybetmemek uğruna çocuğunu kesemez tamam ama, sesini kesebilir veya asla kuramayacağı cümlelerin profesyoneli kesilebilir”

ben pek konuşmazdım onunlayken, kısa şeyler belki, konuşmayı bilmiyordum, hâlâ bilmiyorum, hep aynı şeylerden bahsederdim mesela, ve o bana bi kere bile, “bunu daha önce anlattın” demedi, hep ben “aa dur daha önce anlatmıştım demi” deyip kestim hatırlayınca, o zaman da o, umarsamaz bir şekilde bunu, ama anlattığım şeyi değil tekrar anlatıyor oluşumu, “boşver” derdi, “her gün birbirinin aynı şekilde geçiyor, sabah uyan tezgah aç, akşam olunca eve gelip takı yap, sen en azından farklı sırada anlatıyorsun her seferinde aynı şeyleri, seninleyken güneş ikindi vaktinden öğlene doğru gidip, sonra birden ortadan kayboluyor, sonra batıdan doğup tekrar batıdan batıyor gibi hissediyorum ben. eğlenceli yani. siktiret.”

pek de eğlenceli değildim oysa, onu güldüren şey, esprilerim olmadı hiçbir zaman, espri nedir bilmezdim, bazen aldığımız bir yiyeceğin paketini açmak için mücadele verirken görüp beni, o halime kahkaha atardı daha çok, gelip de nasıl açıldığını göstermezdi ama, dalga geçtiği için değil, başkası gülseydi üzüleceğimi bildiği hal de üstelik, onun yaptığım herhangi bir şeye kahkaha atmasının anlamını bildiğimden rahat davranıyordu.

bir keresinde, durduk yere öle, kafamızın ayık olduğu ender zamanların birinde, yine yere bağdaç kurmuş otururken onun evinde, çünkü pek eşyamız yoktu, çünkü gerek yoktu, çünkü ev küçüktü, çünkü büyük eve gerek yoktu, aslında eve de gerek yoktu ama ormanda nasıl yaşanır bilmiyorduk, çok uzaklaşmıştık kendi doğamızdan yüzyıllar sonrasında ve olabildiğince az bir hayat ile yetiniyorduk biz ikimiz, onunla birlikte, ve bir gün, durdu

“bi daha minik etek giydiğini görmücem tamam mı” diye bağırdı bana, ama gerçekten bağırdı yani, çok sert bir tonda bağırdı, öfkeli iki göz ile baktı gözlerimin içine, “tamam mı” diye yineledi, şaşırdım ve afalladım ve

“ben etek bile giymem ki” dedim,

“ben etek giyerim ama mini etek giymem, kadın olan benim sonuçta ve toplumsal cinsiyet algımıza göre konuşursak eğer erkek olan da sen olduğuna göre”. bir kahkaha daha patlattı, ardından ben de gülmeye başladım.

“eğlendin mi” diye sordu, gülmemi durduramıyordum gerçekten onun yanında bazen, “ben etek bile giymem ki” deyişimi tekrar edip duruyordu sürekli, “çok komikti ya, bi daha desene, ay dur deme, ölücem yoksa, ben etek bile giymem ki”

açık birşeyler giyiyor olsaydı ses çıkarmayacağımı biliyordu veya açık giyinen hatunlar hakkında saçma şeyler düşünmediğimi, ama onun herhangi bir parçasını, göz bebeklerini bile başka bir gözün içine odaklamasını kaldıramayacağımı da biliyordu, ama o her zaman kendi yaptığı giysileri giyerdi ve hiçbir zaman da, şunu giysem kızar mısın diye sormadı bana, herhangi bir şey yaparken asla danışmadı bana, ufak tefek kararsız kaldığı şeyler ve bana danışmak istediği durumlar dışında, hiçbir zaman, şunu şöyle yapsam ne dersin diye sormadı ve doğru olanın bu olduğunu her ikimiz de biliyorduk ve hiçbir hareketi bana batmadığı için istiyordu, o odayı üzerimize kapatmayı, beni eve attığı yetmiyormuş gibi. beni eve atmıştı evet, ama hiçbir zaman üzerime çıkmaya çalışmadı ya da üzerine çıkmam için bir harekette bulunmadı, hiç sevişmedik onunla, sevişebilirdik belki ama daha önemli meseleler yüzünden akıl edemedik galiba. geleceği bekliyorduk. ve gelicektik. tutkulu bir şekilde sevişebilmenin zamanlarına.

ekim ayıydı. oturuyorduk özlem'le. yere bağdaç kurmuş, laflıyorduk. bana, benimle tanışmadan önce başına gelen bir olaydan bahsetti.

“bi keresinde. iki sene önce falan. şu sol kolumdaki kesiklerin birini daha yaparken, babam odaya daldı. öyle pat diye daldı ama odaya. kapıyı sertçe açıp, girdi. telaşlı bir şekilde. kolum kanıyordu. çarşaf kan olmuştu. ağlıyordum ben. ama bilirsin göz yaşlarım çok akmıyor öle, hafif, silik bir şekilde, ağlarken, ama çok içten böle, kendi halimde, balkona çıkıp odamdaki, çünkü evin diğer cephesindeki balkona çıkan tek kapı benim odamdaydı, her neyse, aşağıdaki bir adama, işle ilgili bir şeyler anlattı, arabayla gelen adama, sahibi olduğu şirketten gelen adama, sonra çıktı gitti öyle.”

kötü dedim. ama sen bunun arkasına sığınmıyorsun, başına gelen olumsuzlukların arkasına yani. bu iyi bir şey

herkesin başına gelen şeyler ya. abartmaya gerek yok, bunu anlattım çünkü, hani derler ya bazı olaylarda, bu bütünün küçük bir parçası diye. aslında bütünün küçük bir parçası diye bir şey yok, benim babam, ya da amerika’da para için askere yazılıp oraya buraya giden adam, ya da evine gelince ilk işi bahçesini sulamak olup da çalıştığı işyeri bir kağıt fabrikası olan adam, ya da eğitim sisteminin değişmesini isteyen ama okulu bitirmek için yerine getirmek zorunda olduğu her şeyi harfiyen yerine getiren öğrenci, bunların hepsi bir bütün aslında, parçalar yok. hepsi bütün anladın mı? sonra bana soruyor geçen, şu kız, adı neydi onun

hatırlamıyorum, hangisi

hani amerikadan arkadaşım olan, arkadaşım mı o da meçhul gerçi, tatile gelince uğramıştı ya,

hatırlamıyorum

neyse. o dedi ki, baban sana para gönderiyor durmadan, sen o yüzden böylesin, nasılım dedim, takı yapıp tezgah açıyorsun, sağlamdasın nasıl olsa, oyun oynuyorsun, eğlenceli de mi dedi, sustum öyle ben de, açıklama yapma ihtiyacı bile hissetmedim, hoş sana da açıklama yapma ihtiyacı hissetmiyorum hiç ama, sen anlıyorsun diye bu, anladığını bildiğim için, anlamadığın zaman anlamış gibi yapmayacağını ya da, ona ise anlatsam da anlamayacağı için sustum, susmak iyi bir şey mi sence, herkese ve her şeye karşı susunca, kendinle daha çok konuşuyorsun, yiyip bitiriyorsun kendini, senden önce öyleydi yani, işte o yüzden güç veriyorsun bana demiştim demin, birinin anlıyor olması insana güç vermeyebilir, o insan kendinden emin değilse, onaylanma ihtiyacını gidermekten başka bir halta yaramaz o durum. şimdi de seni yiyip bitiriyorum işte, durmadan. hadi kalk, geç kaldık, çalışmaya.

bankada milyarları vardı, bi kez bile elini atmadı onlara, hiçbir zaman elini atmadı, babası para gönderip durdu, o hiç çekmedi, birikir diye düşünmedi bile, bir kez olsun, dokunmadı hiç, sadece bir keresinde, o intihar ettiğinde, ve sonrasında oluşan ek bir başka şeyin tedavisi için hastaneye ödemem gereken bir para lazım olunca, borç buldum, ödeyemeyeceğim kadar çok hem de, ve o gün sadece, gereken kadarını alıp, daha sonra bankaya geri yatıracağına dair kendi kendine binbir tane söz vererek, çekti. ben çekmemesi için binbir tane ikna yolu denerken. borcumuzu ödedik. kendi kendimize borçlandık. kendi ruhumuza. ve ilk kez o gün kavga ettik onunla, fena tartıştık, çekmiyceksin ben öderim borcumuzu deyip durdum sürekli,

“hayır çekicem sonra geri yatırcam ben. bu şekilde yaşayacaksak beraber intihar edelim daha iyi.” dedi, dedi ve ardından sustum ben, haklıydı çünkü, ve istediğin gibi yaşayamıyorsan, ve emir eri olmak zorunda olduğunu düşünüyorsan, ya da içine sinmeyen işlemleri yapman gereken bir işin varsa, ve mücadele etme gücüm yok diyorsan, senin o gücü hiçbir zaman bulamadığını söylemek isterim sana, çocukluğundan beri bunun üzerine kafan yorman gerekirdi senin, hayır şu an özlem’le konuşmuyorum, hayır kendimle de konuşmuyorum, doğrudan seninle konuşuyorum, sizlerle, istesem daha iyi bir konumda olabileceğim yönünde edinilen tavsiyecilerle, okulu bitirseydin böyle olmazdı, şu noktayı virgül yaparsak böyle olmaz, o adamla samimi olursan sana yardım eder, peki ya sonra angelica?

işyerinde çalışan seksen kişiyi, aynı anda işten çıkardıkları için, bir ton borca rağmen, pat diye işi bıraktığın zaman, tereddüt bile etmeden bu konuda, tekrar konuşalım, bir parçası olduğun ve bir gün gerçekleşeceğine inandığın devrim hareketi hakkında. ben kendi içimde bile evrimleşmedim son otuz senedir, hayatta kalmak için. ama kaldım. ve kalacağımdan da şüphen olmasın. batmamak için, yüzme öğrenip, sonra yorulunca yılana sarıldıysan, bu senin sorunun.


19.06.2012 – 04:00

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder