Fare
çarşamba
işten eve geliyorum. saat oniki. gece. annem bir
fare olduğunu söylüyor. bununla, kendisinin fare olduğunu değil, gerçek bir
farenin eve girdiğini kast ediyor. "nerde?" diyorum kaygıyla. kaygı,
korku ve endişeden kaynaklanıyor, çift taraflı bir korku ve endişe bu; hem
kendim için hem fare için.
annem "yatak odasında" diyor, kapıyı
kapatıp kapatmadıklarını soruyorum. "kapattık" diyor, "kapan
koyduk. kocaman bir şey"
bilgisayara geçiyor ve postalarımı kontrol
ederken müzik dinliyor, daha sonra Cesare Pavese'nin "yaşama uğraşı"
adlı kitabını okuyorum, "neden hiçbir şey yazamıyordum" diyor Pavese,
"ayın aydınlattığı bu kızıl kayalar üstüne. kendimden hiçbir şey yansıtmıyorlardı
da ondan."
şimdi düşünüyorum, uzun zamandır hiçbir şey
yazmıyor ve yazamıyor oluşum ve şu an yazıyor oluşum üzerine. bir fare, bana,
kendimden bir şeyler yansıtıyor olabilir mi? kapana kısılmış olmak, -burada
sözünü ettiğim kapan, bir oda- kaçmaya çabalamak, en sonunda bir çıkış yolunun
kalmadığını anladığında ya da umudunu kaybettiğinde, kapanın içindeki daha
küçük bir kapana -gerçek anlamıyla- kendini kapatmak.
pes etmek, iki şekilde gerçekleşir: güçsüz
kaldığında ya da inancını kaybettiğinde. bu ikilemin neresinde olduğumu
düşünüyorum - neden yazmıyordum onca zaman - ve neden şimdi birden kelime
trenini yürütmeye başladım zihnimin otobanında?
uyuyor ve uyanıyorum, hâlâ çarşamba günündeyiz.
işe gitmem gerekiyor, işe gitmem gerektiği için, öğlen uyanıyor, kahvaltımı
ediyor, sigaramı yakıyor, ipodumu güncelliyor ve evden çıkıyorum. bilindik
sendrom; evden geç çıkar, yolda elinden geldiğince hızlı yürümeye çalışır,
servisi son anda yakalar ve beklemeye başlarsın; yolun bitmesini - 45 dakika...
kartımı basıyor, ve depoya, depodaki ofise
gidiyorum. evet çalışıyorum, altı aydır çalışıyorum ve eğer ölüm diye bir şey
var olmasaydı, ve devlet bize, ölüme çeyrek kala kıyak geçmek zorunda
kalmasaydı, sonsuza dek çalışıcaktım - yaşamak için. pek azımız dışında -
hepimiz çalışmak zorundayız. bu da bir tür, kapanın içindeki kapan. kafeslerle
çevrelenmişiz, birinden çıkıp diğerine giriyoruz.
işyerindeki lavuk, ne okuduğumu soruyor,
öncesinde "gene seks oyunları mı" diyor, kitabın adını kast ederek, aslında
kast ettiği kitabın kast ettiği adı bu değil, adı "seks isyanları" ve
rock müzikteki toplumsal cinsiyet kavramını derinlemesine işliyor. elbette
bunu, söz konusu hıyara anlatmam bir hayli olanaksız, ama hıyarın reklamımı bu
şekilde yapması hoşuma gitmiyor. diğerlerinin, hakkımda ne düşündüğünü
delicesine umarsadığımdan değil, ama bir iş yerinde, hangi kademede olursanız
olun, alay malzemesi haline dönüşmek kötü sonuçlar doğurabilir, üstelik bu
sonuçlar, işi bırakmanıza neden olabilecek bir süreci bile başlatabilir. ve siz
de kendinize yeni bir kafes bulmak zorunda kalabilirsiniz, ki söz konusu durum,
konu ben olunca, içleracısı bir hâl alır, çünkü asıl niyetim - başkalarının
kurduğu kafeslerde maymunluk etmek yerine kendime bir kafes inşa etmek - idi.
yani eskiden öyleydi, ve hâlâ öyle olabilir.
perşembe
eve geliyorum. saat onikiyi geçiyor. perşembe
oluyor. annem, "fare hâlâ yakalanmadı" diyor, "dışarı çıkamaz
değil mi?" diyorum, merakım, ben uyurken farenin üzerimde gezinip
gezinmeme olasılığı. korkum, ona zarar veremeyeceğimin bilincinde oluşumdan
kaynaklanıyor, - zarar veremeyeceğimin bilincinde oluşum, ona zarar
veremeyeceğimden değil vermek istemeyişimden kaynaklanıyor. yaşayan şey, bir
fare de olsa, yaşamayı hak ediyordur benim gözümde - bana zarar vermediği
sürece. bunu, bana dokunmayan yılan bin yaşasın şeklinde almanızı istemiyorum -
bu, daha çok, başkasının yaşam alanını ihlal etmediğin sürece, dilediğini
yapmakta özgür olman gerektiği anlamında. düşünüyorum, o halde biz insanlar
yaşamayı hak ediyor muyuz? farelerin ve daha bir çok canlının yaşama alanını
ilk ihlal eden bizken, şimdi onlar evimize girince öldürüyoruz. bizden daha
zeki ve kurnaz olmadıkları için, güçleri veya yetenekleri bir işe yaramıyor.
insanlar arasında durum bu şekilde işlemiyor - bizden daha aptal ve yeteneksiz
olan çoğunluğun bize fare muamelesi yapıyor olması
fare, kapatıldığı odada yaşamını sürdürüyor, kötü
sona kadar onu düşünmüyorum. bir şeyler yiyor, birşeyler dinliyor, birşeyler
okuyorum. günler böyle geçiyor. işten eve ve evden işe - bir asır.
Emily Dickinson'a başlıyorum. şiir sevmem, çünkü
imgelem sevmem, çünkü bir şeyi yalın bir şekilde anlatmanın daha zor olduğunu
düşünüyorum, imgelem ve herkesçe anlaşılmayan cümleler bana göre değil, kafam
almıyor, sıkılıyorum, boğucu geliyor, içine giremiyorum, kelimeler yazıldığı
hali ile kalıyor.
Bunları Emily için söylemedim - o ayrı -
münezzeh. ama okuduğum çoğu şair - ve şiir - bana bir tür iç sıkıntısı verdi.
sorunun ben de olduğunu biliyorum, kafam almıyor, bu kadar yalın ve net
uyuyor ve uyanıyorum. hâlâ perşembe günündeyiz.
işe gitmem gerekiyor, işe gitmem gerektiği için, öğlen uyanıyor, kahvaltımı
ediyor, sigaramı yakıyor, ipodumu güncelliyor ve evden çıkıyorum. - hep aynı
şey - hergün aynı - işe git eve gel - insanlık geliştikçe kölelik biçim
değiştirip evrenselleşiyor.
yine aynı lavuk aynı soruyu soruyor. onu
öldürebilirim, yani gerçekten bunu yapacağımdan değil, yapmak istediğimi
biliyorum sadece, hepsi bu. peki beni ne durduruyor? içimdeki ahlak yasası mı? o
da ne ki? yasalar mı? yasaya aykırı bir çok şey yaptım ve yapıyorum. o halde
beni bir insanı öldürmekten alıkoyan, buna rağmen içimdeki nefretin bir tür
faşizm inşa etmesinin nedeni ne? nefretin nedenini biliyorum, büyük kahkalar
ile gülen insanlardan hazetmiyorum, başkalarını aşağılayan insanlardan da, ve
başkaları ile dalga geçenlerden de, ve hitler yahudiler yerine bu insan
prototipi üzerinde çalışsaydı, neler olacağını merak ediyorum. sorun, sorun
olmaktan çıktığı zaman, başka bir sorun peyda olur - tanrı, mükemmel bir dünya
yaratmak isteseydi, bunu yapardı - cennet, bu dünya adil olmadığı için çekici
bir etken. ölümden sonra bir cennete inanmayanlardır - devrimciler. buraya
nerden geldik?
öldürmek yerine, bir duvar inşa ediyorum onlarla
aramda, ve duvarı aşıp ruhumu tırmalama şansları olanlarının, bunu ustalıkla
yaptıklarını söylebilirim: çünkü iştesinizdir ve dediğim gibi, kölelik
köleliktir. para karşılığı satarız kendimizi, çünkü para karşılığı satılır
yaşamak için gerekli minimum temel ihtiyaçlar - olmuşken daha fazlası olsun
bare der - lükse borçlanırız - çıngıraklı kapan. eğlence ve emek, birbirini
alıp satar.
cuma
geliyorum. oniki. cuma. annem "hala
yakalanmadı" diyor, "kapıyı kemiriyor". kapının önünden geçerken
sesleri duyuyorum. yapabileceğim hiçbir şey yok; kapıyı açarsam aile içi
faciaya neden olurum. yakalandığı zaman, sokağa bırakalım dersem de, aynı şey.
herkesin hayatınının sınırlarıdır diğerleri. ne yapıp neyi yapamayacağımızı biz
belirlemeyiz, yapabileceklerimiz arasında seçim yapma hakkımız vardır sadece,
ve bize bu özgürlüğü bahşedenlerdir kafesimizi inşa edenler.
fare hala odada ve kitaplarım da öyle. onları
kemirip kemirmeyeceğini, daha kaç gün kapandaki peyniri yememek için
direneceğini merak ediyorum. bir türlü girmiyor kapana. belki diyorum, gördü
daha önce, bir türdeşini, o kapana kısılırken, ve şimdi kendisi de, ölmek
istemiyor aynı şekilde, ya da biliyor insanların, ne kadar sahtekar ve ikiyüzlü
olduğunu, bir parça peynirle kandırabileceklerini onu, bu yüzden açlıktan ölürüm
daha iyi diye düşünüyor, ya da başka bir şey, sebep her ne ise, fare hala diğer
odada yaşama savaşı vermekte, ben de diğer odada okuma savaşındayım -
televizyonun sesleri kitabın seslerine karışıyor zihnimde - ayıklamaya
çalışıyorum doğru olanı - işe gideceğim - biliyorum bunu - uyumam gerek -
uyanmam gerek - allahın belası hergün bunu tekrar etmem - ve fareyi düşünmemem
gerek
tırmalıyor kapıyı. yapabileceği hiçbir şey yok.
mücadele ediyor. ben etmiyorum mücadele, kabullenmişim mağlubiyetimi - ayak
uyduruyorum topluma. işe gidip eve geliyorum - yapabileceğim hiçbir şey yok bu
konuda - kaçış için aşılması gereken duvarı göremiyorum - duvarlar yok - onlar
insan sadece
uyuyor ve uyanıyorum. hâlâ cuma günündeyiz. işe
gitmem gerekiyor, işe gitmem gerektiği için, öğlen uyanıyor, kahvaltımı ediyor,
sigaramı yakıyor, ipodumu güncelliyor ve evden çıkıyorum. hergün farklı şeyler
dinliyorum, test ediyorum grupları, serviste
yolu izlerken.
bugün aynı lavuk yok - rahat bir nefes alıyorum
gerçekten. altıya kadar çalışıyor, sonra kitap okumaya başlıyorum. iş bu -
yarısı aylaklık. duvarları kemirmeme engel oluyor bu rahatlık.
cumartesi
eve geliyorum. onikiyi geçiyor. cumartesi. ertesi
gün tatil. annem diyor ki, fare hala odada. tamam diyorum ona, duymak
istemiyorum artık bunu, yoruldum, idam yerine müebbet hapis. ve sabah oluyor,
ve "yakalanmış" diyor annem. ve doğru bir tanımlama bu:
"yakalanmış". hayır onu biz yakalamadık, biz kapanı koyduk sadece,
tercih onundu, kendi kendine yakalanmış o, bizim bir suçumuz yok, onun da bir
suçu yok, kimse suçlu değil, kurallar böyle, nefsi müdafaa – devletin elinden öldürülmek
suç değildir - idam, cinayet olmadığı gibi, intihar edip hayatta kalırsanız
polisler size bir kaç soru sorabilir - ve dahası tanrı bile, insanın kendi
kendisini öldürmesine karşıdır, - annem polis babam cellattır, söz konusu olan
eve giren bir fare ise. bu tabloda ben, üzerine kaynak su dökülürken bir
canlının - adı her ne olursa olsun- odada tek başına, biraz gözyaşı döküp,
sigarasını tüttüren etkisiz elamanım.
hayır onu görmedim, hayır onu görmek
istemiyordum, ne kadar büyük olduğu umrumda değil, ne kadar iğrenç olduğunu
bilmiyorum, ölmeyi hakedip etmediği umrumda değil, kendimi bir fare gibi
hissediyorum sadece, herkes bunu hissedebilir, yıllarca duvarları kemirirsin,
kapıyı tırmalarsın, kaçma şansın yoktur ya da yorulmuşsundur, ve diğerlerine
bakar, nasıl yaptıklarını anlamadan onları taklit etmeye başlarsın, asla
onlardan biri değilsindir, bu yüzden hiç konuşmazsın, kendini yalnız
hissettiğinde arkadaşın olan sinekler, eskisi gibi sık uğramıyorlar artık
monitörünün ışığına, kediler azaldı, insanlar azalıyor - bu yüzden, çoktan
ölmüş olan yazarların seninle konuşmasına izin veriyorsun gün boyu, dinliyorsun
onları, ve bir fare öldürüldü bugün, ceseti çöpe atıldı, kimse bilmeyecek onun
yaşamak için, üç gün boyunca aç ve susuz, kapıyı kemirdiğini..
8 kasım 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder