10 Kasım 2011

yeni zengin metin belgesi

yeni zengin metin belgesi

günümüzden on sene sonrasının bir pazartesi sabahı. uyandı zack. çalan bir alarm; telefon ya da saat ya da zihinsel zil ya da bedensel ağrılar... sabahın altısı. uyandı zack. bir işi vardı. gitmek zorunda olduğu bir işi vardı. uyandı. bir müzik çalıyordu kafasının içinde. grubun adı, Magenta Skycode. şarkının adı, hands burn. kafasının içinde dönüyordu müzik. duyuyordu yani. gerçekten duyuyordu. tavana baktı. her zaman olduğu gibi, her sabah olduğu gibi, kendisini çaresiz, umutsuz ve bitkin hissediyordu. işe gitmeliyim, dedi kendi kendine sesli olarak. "işe gitmeli miyim?" dedi sonra, "hayır gitmemeliyim" dedi. yastığının altındaki sigara paketini çıkardı, sigara paketinden bir tek çıkardı, baktı ona, şakaklarına dayadı sigarayı, ve yine dışından, "kendime sıktığım silahlarımdan biri" dedi gülerek, "ama ölmüyorum" dedi, "insanlar kötü göründüğümü söylüyor, ama ölmüyorum, insanlar kötü göründüğümü söylüyor, ama dışa yansıyan fiziksel gerçekliğin içerdeki gölgesine aldırış etmiyorlar" dedi. "içe yansıyan gölgem, dış görünümümden daha büyük aslında" dedi, "ve aslında, içerdekinin gölgesi olan bedenim" dedi, "bedenim, ruhumun gölgesi" dedi, "ruhuma tecavüz ettiler"

"ruhuna tecavüz mü ettiler, neden?"
"bunu bilmiyorum moruk, hiçbir şey bilmiyorum, bilmek isterdim ama"

ağlıyordu zack, kendi kendine konuşuyor, kendi sorularına cevap veriyor, kendi kendine dialog kuruyor ve ağlıyordu. sabahın altısı.

"işe gitmelisin zack" dedi kendi kendine
"hayır gitmeyeceğim" dedi
"ama gitmelisin adamım" dedi
"ama gitmeyeceğim" dedi
"peki nolucak" dedi, "sonu nereye varıcak" dedi
"sonunu hiç düşünmedim ki" dedi
"ama düşünmeliydin adamım" dedi
"daha o kadar düşmedim" dedi
"düşüyorsun" dedi
"hayır düştüm" dedi "yere çakıldım ve ölmedim" dedi
"hayır hala düşüyorsun ve artık hissetmiyorsun bunu" dedi
"artık hiçbir şey hissetmiyorum" dedi
"koca bir yalancısın" dedi
"pekala, düzeltiyorum, hissetmemiş olmayı yeğlerdim" dedi
"iş"
"hayır"
"iş, zack"
"hayır adamım"
"zack, işe gitmelisin"
"gitmeyeceğim"
"zack! iş dedim sana"
"sikmişim..."

doğruldu ve oturdu yatağa. bağdaş kurdu. sigarasını hala yakmamıştı. çakmağı arandı. evinin içi çakmak mezarlığıydı. ama hepsi saklanmışlardı sanki. evinin içinde, kendisi dışında onlarca insan yaşıyordu sanki. görünmez insanlar. hayaletler. ölüler. katiller. geçmiş zaman kahramanları. bol miktarda anı ve melodi.

durdu. camdan dışarıya baktı. biraz eğilerek olduğu yerde, cama doğru yaklaştı, gökyüzüne baktı. gri bulutlar. hızla yol olan, evrilen, şekil değiştiren ve kapanan gri bulutlar. bir şimşek çaktı bu sırada, sesi sonradan geldi. bol gürültülü bir bomba gibi.

"aslında" dedi, "aslında, yıllar önce, bir şimşek çakmıştı, içimde, sonra bir kaç tane daha"

"ama" dedi, "hala gürültüsü duyulmadı. hep içimden konuştum insanlarla. ya da yazdım, yazdım ve kimse anlamadı" dedi.

sonra kalktı ve yarı mutfak yarı oturma odası olan odaya doğru yöneldi. miladdan önce aldığı, eski, bozuk, kırık dökük ve paslanmış bilgisayarının power tuşuna bastı, bilgisayar açılırken bir çakmağa denk geldi, yanmıyordu çakmak, gazı bitmişti, sigara içmeliydi, acilen bir sigara içmesi gerekiyordu ve bulabildiği tek çakmağın gazı bitmişti. tüpe baktı, tüpün gazı vardır umarım dedi kendi kendine, kendine bakmadığı gibi, eve de bakmıyordu, eğildi küçük tüpe, açtı gazını, ve çakmağı tuttu, çakmaktaşı bitmemişti neyseki, ve tüp de bitmemişti henüz, zack bitmiş ve istemdışı bir şekilde kendini itekleyerek yola devam etmişti, sigarasını yaktı, müziğini açtı, ve odanın bir köşesine, yere oturup, sokağa bakmaya başladı. sokağa ve gökyüzüne ve evlere ve insanlara ve müzik başladı.

"işe geç kalıcaksın" dedi kendi kendine
"işemeye geç kalmamak daha önemlidir" dedi kendi kendine gülerek
"ama işe gitmezsen bir tuvaletin ya da tuvaletlerine ödeyecek paran olmaz " dedi
"ağaçlar benimdir" dedi daha sonra "ben bir köpeğim, hauv hauv haaav."

bir kahkaha attı kendi kendine. kederliydi. bu sabah gerçekten kederliydi. ne olduğunu bilmiyordu. rüyasında ne gördüğünü hatırlamıyordu. pazar gecesi ne yaptığını hatırlamıyordu. içmişti sadece, ıssız bir bölgede, kendi keşfi olan ıssız bir bölgede, deniz kenarında olan ıssız bir bölgede üstelik, içmiş ve müzik dinlemişti. ufak bir mp3 çaları vardı, dışarda da müzik dinleyebilmek için almıştı onu. müzik önemliydi gerçekten, kendi kendine konuşmasına engel oluyordu müzik, kulaklıklarını taktığı zaman, insanlarla konuşmasına da engel oluyordu, müzik iyiydi, müzik güzeldi, müzik yapan insanları seviyordu, müzik yapabilen, müzik yapmaya çalışan, müzisyen olan, buna çalışan, bunun için savaşan insanları. "müzik müzik müzik" dedi kendi kendine, "müzik olmasaydı çoktan ölmüştüm" dedi.

"sen çoktan öldün lan zaten" dedi
"hayır ölmedim" dedi, ölü taklidi yapıyorum, hepsi bu"
"peki öyle olsun bakalım"
"öyle zaten"
"kendini kandırıyorsun"
"başkalarına kanmaktan iyidir, kendi kendini kandırmak"
"başkalarına da kandın zamanında"
"canım öyle istediği için kandım ben, onların bir suçu yok"
"zack, bırak artık kendini suçlamayı"
"bu halimden dolayı bir suçu yok insanların"
"var zack, tüm insanların parmağı var dünyanın bu hale getirilmesinde"
"dünya benim dışımda, içimdeki dünya da onların dışında"
"very very very, verisimilitude.  Impossible Things. To Wish Impossible Things"

zack ingilizce konuşmayı seviyordu, ingilizce bilmediği halde üstelik. farklı dillerde konuşmayı seviyordu, çok seviyordu, yeni bir dil öğrenmeyi çok istemiş ama başaramamıştı, ispanyolcaya bayılıyordu mesela, sihirli geliyordu ona ispanyolca. "sihirli gerçeklik" dedi sonra kendi kendine, klavyesine doğru uzandı, bir mouse yoktu bilgisayarında ama onun da bir mouse'a ihtiyacı yoktu, klavyeden de kolaylıkla ve çok hızlı bir şekilde işini görebiliyordu, bilgisayar konusunu yalayıp yutmuştu ama tükürmesine neden olabilecek bir iş vermemişlerdi ona. yetenekleri para getirmemişti. o da bedensel güce dayalı bir işe vermişti kendini, yükle boşalt yükle boşalt. havaalanı, uçak ambarları, bundan on sene sonrası...

bayanlar baylar, 2019 yılı kasım ayındayız, ve zack'in evinden naklen yanlı yayında, bir kehanete tanık oluyoruz.

"lala lala la" dedi zack, "cure nerde lan, hah buldum".

sonra bir kedi girdi camdan içeri, seviyordu zack hayvanları, hayvanlar da zack'i seviyordu. mahallesindeki insanlar, zack'in pencere ve kapılarını açık bırakmasından rahatsız oluyordu ama zack insanlardan rahatsız olduğu için, sorun etmiyordu onların gerizekalı ve kaygı dolu rahatsızlıklarını. "sanane lan" demişti bir keresinde, kapısına gönderilen polise, "ev benim değil mi, ister yıkarım ister yakarım"

onu nezarathaneye atmışlar, ve üç gün üç gece dövmüşlerdi. gülmüştü zack her job darbesinde. sadece gülmüştü, kahkayla hem de. en sonunda baş komser, "deli lan bu" deyip, bırakmıştı onu.

"size benle uğraşamayacığınızı söylemiştim" demişti zack kapıdan çıkarken, "allahın belası domuzlar".



"işe git, eve gel, yat kalk uyu, işe git eve gel. işe git eve gel. hayat bu. sevsen de sevmesen de yaşamak zorundasın. yaşamak zorunda bile değilsin hatta, tercih senin, sen seç, yaşa ya da geber"

kendini iteklemeye çalışıyordu resmen. "hadi oğlum" der gibiydi kendine ama saate baktı sonra, servisi kaçırdığını anladı. telefonu çaldı sonra, iş yerindeki ekip şefi arıyordu, açmadı telefonu. "orospu çocukları" dedi dışından, "sadece işiniz düşünce arıyorsunuz".

kedi yaklaştı zack'e. evine sürekli olarak kediler köpekler girip çıkıyordu. kedi yaklaştı. sokuldu zack'e. zack sarıldı kediye, ve ağlamaya başladı. "Prayers For Rain" çalıyordu odada, yağmur yağıyordu, yağmur yağmaya başlamıştı ve zack ağlıyordu. hıçkıra hıçkıra üstelik ve üstelik nedenini bilmiyordu bunun. biliyordu ama söyleyemiyordu, kendine itiraf etmekten korkuyordu yaşadığı acıyı. çok uzun sürdü bu ağlayış, gerçekten çok uzun, en sonunda bedeni pes etti ve halının üzerinde uyuyakaldı kediyle birlikte. uyandığında öğlene geliyordu saat. kalktı ve apar topar giyinip, öğlen postasını alıcak olan servise yetişmek üzere evden çıktı. vardiyali bir işi vardı, 24 saat dönüp duran ve değişen aperiyoduk vardiya. havaalanı, uçaklar, yolcular, kaptanlar, hostesler, hostlar, işçiler, müdürler..

servise bindi, ifadesiz yüzlere baktı, arka koltuğa geçti, kulaklığını taktı, kafasını cama dayayıp dışarıya, yağan yağmura, kaldırıma ve insanlara bakarak müziği dinledi düşünmeden. servis hareket etti.



kartını basmak üzereyken, şeflerinden biri "ohoo, beyimiz teşrif etmişler" dedi,
"uyanamadım şef" dedi zack acınacak bir halde,
"hadi lan ordan, uyanamamışmış, bıktım senin bu geç kalmalarından, işi ekmelerinden, mesanin yarısında kimseye haber vermeden kendi kendine paydos edip eve gitmenden"
"eee nolucak" dedi zack, yüzü bir anda değişmişti,
"nolucağı var mı lan" dedi şefi,
"varsa da amına koyayım, yoksa da amına koyayım" dedi zack, öfkeli, acı dolu bir öfke. ilk kez böyle görüyordu şefi onu, ve elinde önceden hazırlamış olduğu istifa dilekçesini uzattı ona. zack'in adına, zack'in ağzından yazılmış, bir istifa dilekçesi, ne yazdıklarına bile bakmadı zack, imzaladı ve gerisi geriye dönüp, yemekhane camlarından birine de bir tekme atıp, "alacağımdan kesersiniz bu camın parasını, zaten vermeyeceksiniz piçverenler" dedi ve çıktı gitti.

eve geldi tekrar. yüklü miktarda şarap, sigara, su, peynir, süt, kibrit, ve biraz da et alıp. kapıyı açtı, odaya geçti, öğlenin ikisinde. güneş açmıştı dışarda ama zack'in içindeki güneş çoktan sönmüştü. kapkaranlıktı içersi, zihninin içerisi, müziği açtı, şarabını açtı, odada bulunan bir kaç hayvana peynir süt ve et ikram etti. ikram etti, kendisi birşey yemiyordu. içiyordu sadece. ve içti içti içti, köpekler ve kediler karınlarını doyururken, o içmeye devam etti ve en sonunda sızdı.

uyandığında, yeni bir iş aramak zorunda kalacağını biliyor, ama düşünmüyordu. gittiği yere kadar diyordu, gittiği yere kadar. her nereye gidiyorsa artık, gittiği yere kadar.. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder