yeni zengin metin belgesi
günümüzden on sene sonrasının bir pazartesi sabahı. uyandı zack. çalan
bir alarm; telefon ya da saat ya da zihinsel zil ya da bedensel ağrılar...
sabahın altısı. uyandı zack. bir işi vardı. gitmek zorunda olduğu bir işi
vardı. uyandı. bir müzik çalıyordu kafasının içinde. grubun adı, Magenta
Skycode. şarkının adı, hands burn. kafasının içinde dönüyordu müzik. duyuyordu
yani. gerçekten duyuyordu. tavana baktı. her zaman olduğu gibi, her sabah
olduğu gibi, kendisini çaresiz, umutsuz ve bitkin hissediyordu. işe gitmeliyim,
dedi kendi kendine sesli olarak. "işe gitmeli miyim?" dedi sonra,
"hayır gitmemeliyim" dedi. yastığının altındaki sigara paketini
çıkardı, sigara paketinden bir tek çıkardı, baktı ona, şakaklarına dayadı
sigarayı, ve yine dışından, "kendime sıktığım silahlarımdan biri"
dedi gülerek, "ama ölmüyorum" dedi, "insanlar kötü göründüğümü
söylüyor, ama ölmüyorum, insanlar kötü göründüğümü söylüyor, ama dışa yansıyan
fiziksel gerçekliğin içerdeki gölgesine aldırış etmiyorlar" dedi.
"içe yansıyan gölgem, dış görünümümden daha büyük aslında" dedi,
"ve aslında, içerdekinin gölgesi olan bedenim" dedi, "bedenim,
ruhumun gölgesi" dedi, "ruhuma tecavüz ettiler"
"ruhuna tecavüz mü ettiler, neden?"
"bunu bilmiyorum moruk, hiçbir şey bilmiyorum, bilmek isterdim
ama"
ağlıyordu zack, kendi kendine konuşuyor, kendi sorularına cevap veriyor,
kendi kendine dialog kuruyor ve ağlıyordu. sabahın altısı.
"işe gitmelisin zack" dedi kendi kendine
"hayır gitmeyeceğim" dedi
"ama gitmelisin adamım" dedi
"ama gitmeyeceğim" dedi
"peki nolucak" dedi, "sonu nereye varıcak" dedi
"sonunu hiç düşünmedim ki" dedi
"ama düşünmeliydin adamım" dedi
"daha o kadar düşmedim" dedi
"düşüyorsun" dedi
"hayır düştüm" dedi "yere çakıldım ve ölmedim" dedi
"hayır hala düşüyorsun ve artık hissetmiyorsun bunu" dedi
"artık hiçbir şey hissetmiyorum" dedi
"koca bir yalancısın" dedi
"pekala, düzeltiyorum, hissetmemiş olmayı yeğlerdim" dedi
"iş"
"hayır"
"iş, zack"
"hayır adamım"
"zack, işe gitmelisin"
"gitmeyeceğim"
"zack! iş dedim sana"
"sikmişim..."
doğruldu ve oturdu yatağa. bağdaş kurdu. sigarasını hala yakmamıştı.
çakmağı arandı. evinin içi çakmak mezarlığıydı. ama hepsi saklanmışlardı sanki.
evinin içinde, kendisi dışında onlarca insan yaşıyordu sanki. görünmez insanlar.
hayaletler. ölüler. katiller. geçmiş zaman kahramanları. bol miktarda anı ve
melodi.
durdu. camdan dışarıya baktı. biraz eğilerek olduğu yerde, cama doğru
yaklaştı, gökyüzüne baktı. gri bulutlar. hızla yol olan, evrilen, şekil
değiştiren ve kapanan gri bulutlar. bir şimşek çaktı bu sırada, sesi sonradan
geldi. bol gürültülü bir bomba gibi.
"aslında" dedi, "aslında, yıllar önce, bir şimşek
çakmıştı, içimde, sonra bir kaç tane daha"
"ama" dedi, "hala gürültüsü duyulmadı. hep içimden
konuştum insanlarla. ya da yazdım, yazdım ve kimse anlamadı" dedi.
sonra kalktı ve yarı mutfak yarı oturma odası olan odaya doğru yöneldi.
miladdan önce aldığı, eski, bozuk, kırık dökük ve paslanmış bilgisayarının
power tuşuna bastı, bilgisayar açılırken bir çakmağa denk geldi, yanmıyordu
çakmak, gazı bitmişti, sigara içmeliydi, acilen bir sigara içmesi gerekiyordu
ve bulabildiği tek çakmağın gazı bitmişti. tüpe baktı, tüpün gazı vardır umarım
dedi kendi kendine, kendine bakmadığı gibi, eve de bakmıyordu, eğildi küçük
tüpe, açtı gazını, ve çakmağı tuttu, çakmaktaşı bitmemişti neyseki, ve tüp de
bitmemişti henüz, zack bitmiş ve istemdışı bir şekilde kendini itekleyerek yola
devam etmişti, sigarasını yaktı, müziğini açtı, ve odanın bir köşesine, yere
oturup, sokağa bakmaya başladı. sokağa ve gökyüzüne ve evlere ve insanlara ve
müzik başladı.
"işe geç kalıcaksın" dedi kendi kendine
"işemeye geç kalmamak daha önemlidir" dedi kendi kendine
gülerek
"ama işe gitmezsen bir tuvaletin ya da tuvaletlerine ödeyecek paran
olmaz " dedi
"ağaçlar benimdir" dedi daha sonra "ben bir köpeğim, hauv
hauv haaav."
bir kahkaha attı kendi kendine. kederliydi. bu sabah gerçekten
kederliydi. ne olduğunu bilmiyordu. rüyasında ne gördüğünü hatırlamıyordu.
pazar gecesi ne yaptığını hatırlamıyordu. içmişti sadece, ıssız bir bölgede,
kendi keşfi olan ıssız bir bölgede, deniz kenarında olan ıssız bir bölgede
üstelik, içmiş ve müzik dinlemişti. ufak bir mp3 çaları vardı, dışarda da müzik
dinleyebilmek için almıştı onu. müzik önemliydi gerçekten, kendi kendine
konuşmasına engel oluyordu müzik, kulaklıklarını taktığı zaman, insanlarla
konuşmasına da engel oluyordu, müzik iyiydi, müzik güzeldi, müzik yapan
insanları seviyordu, müzik yapabilen, müzik yapmaya çalışan, müzisyen olan,
buna çalışan, bunun için savaşan insanları. "müzik müzik müzik" dedi
kendi kendine, "müzik olmasaydı çoktan ölmüştüm" dedi.
"sen çoktan öldün lan zaten" dedi
"hayır ölmedim" dedi, ölü taklidi yapıyorum, hepsi bu"
"peki öyle olsun bakalım"
"öyle zaten"
"kendini kandırıyorsun"
"başkalarına kanmaktan iyidir, kendi kendini kandırmak"
"başkalarına da kandın zamanında"
"canım öyle istediği için kandım ben, onların bir suçu yok"
"zack, bırak artık kendini suçlamayı"
"bu halimden dolayı bir suçu yok insanların"
"var zack, tüm insanların parmağı var dünyanın bu hale
getirilmesinde"
"dünya benim dışımda, içimdeki dünya da onların dışında"
"very very very, verisimilitude.
Impossible Things. To Wish Impossible Things"
zack ingilizce konuşmayı seviyordu, ingilizce bilmediği halde üstelik.
farklı dillerde konuşmayı seviyordu, çok seviyordu, yeni bir dil öğrenmeyi çok
istemiş ama başaramamıştı, ispanyolcaya bayılıyordu mesela, sihirli geliyordu
ona ispanyolca. "sihirli gerçeklik" dedi sonra kendi kendine,
klavyesine doğru uzandı, bir mouse yoktu bilgisayarında ama onun da bir mouse'a
ihtiyacı yoktu, klavyeden de kolaylıkla ve çok hızlı bir şekilde işini
görebiliyordu, bilgisayar konusunu yalayıp yutmuştu ama tükürmesine neden
olabilecek bir iş vermemişlerdi ona. yetenekleri para getirmemişti. o da
bedensel güce dayalı bir işe vermişti kendini, yükle boşalt yükle boşalt.
havaalanı, uçak ambarları, bundan on sene sonrası...
bayanlar baylar, 2019 yılı kasım ayındayız, ve zack'in evinden naklen
yanlı yayında, bir kehanete tanık oluyoruz.
"lala lala la" dedi zack, "cure nerde lan, hah
buldum".
sonra bir kedi girdi camdan içeri, seviyordu zack hayvanları, hayvanlar
da zack'i seviyordu. mahallesindeki insanlar, zack'in pencere ve kapılarını
açık bırakmasından rahatsız oluyordu ama zack insanlardan rahatsız olduğu için,
sorun etmiyordu onların gerizekalı ve kaygı dolu rahatsızlıklarını.
"sanane lan" demişti bir keresinde, kapısına gönderilen polise,
"ev benim değil mi, ister yıkarım ister yakarım"
onu nezarathaneye atmışlar, ve üç gün üç gece dövmüşlerdi. gülmüştü zack
her job darbesinde. sadece gülmüştü, kahkayla hem de. en sonunda baş komser,
"deli lan bu" deyip, bırakmıştı onu.
"size benle uğraşamayacığınızı söylemiştim" demişti zack
kapıdan çıkarken, "allahın belası domuzlar".
"işe git, eve gel, yat kalk uyu, işe git eve gel. işe git eve gel.
hayat bu. sevsen de sevmesen de yaşamak zorundasın. yaşamak zorunda bile
değilsin hatta, tercih senin, sen seç, yaşa ya da geber"
kendini iteklemeye çalışıyordu resmen. "hadi oğlum" der
gibiydi kendine ama saate baktı sonra, servisi kaçırdığını anladı. telefonu
çaldı sonra, iş yerindeki ekip şefi arıyordu, açmadı telefonu. "orospu
çocukları" dedi dışından, "sadece işiniz düşünce arıyorsunuz".
kedi yaklaştı zack'e. evine sürekli olarak kediler köpekler girip
çıkıyordu. kedi yaklaştı. sokuldu zack'e. zack sarıldı kediye, ve ağlamaya
başladı. "Prayers For Rain" çalıyordu odada, yağmur yağıyordu, yağmur
yağmaya başlamıştı ve zack ağlıyordu. hıçkıra hıçkıra üstelik ve üstelik
nedenini bilmiyordu bunun. biliyordu ama söyleyemiyordu, kendine itiraf
etmekten korkuyordu yaşadığı acıyı. çok uzun sürdü bu ağlayış, gerçekten çok
uzun, en sonunda bedeni pes etti ve halının üzerinde uyuyakaldı kediyle
birlikte. uyandığında öğlene geliyordu saat. kalktı ve apar topar giyinip,
öğlen postasını alıcak olan servise yetişmek üzere evden çıktı. vardiyali bir
işi vardı, 24 saat dönüp duran ve değişen aperiyoduk vardiya. havaalanı,
uçaklar, yolcular, kaptanlar, hostesler, hostlar, işçiler, müdürler..
servise bindi, ifadesiz yüzlere baktı, arka koltuğa geçti, kulaklığını
taktı, kafasını cama dayayıp dışarıya, yağan yağmura, kaldırıma ve insanlara
bakarak müziği dinledi düşünmeden. servis hareket etti.
kartını basmak üzereyken, şeflerinden biri "ohoo, beyimiz teşrif
etmişler" dedi,
"uyanamadım şef" dedi zack acınacak bir halde,
"hadi lan ordan, uyanamamışmış, bıktım senin bu geç kalmalarından,
işi ekmelerinden, mesanin yarısında kimseye haber vermeden kendi kendine paydos
edip eve gitmenden"
"eee nolucak" dedi zack, yüzü bir anda değişmişti,
"nolucağı var mı lan" dedi şefi,
"varsa da amına koyayım, yoksa da amına koyayım" dedi zack,
öfkeli, acı dolu bir öfke. ilk kez böyle görüyordu şefi onu, ve elinde önceden
hazırlamış olduğu istifa dilekçesini uzattı ona. zack'in adına, zack'in
ağzından yazılmış, bir istifa dilekçesi, ne yazdıklarına bile bakmadı zack,
imzaladı ve gerisi geriye dönüp, yemekhane camlarından birine de bir tekme
atıp, "alacağımdan kesersiniz bu camın parasını, zaten vermeyeceksiniz
piçverenler" dedi ve çıktı gitti.
eve geldi tekrar. yüklü miktarda şarap, sigara, su, peynir, süt, kibrit,
ve biraz da et alıp. kapıyı açtı, odaya geçti, öğlenin ikisinde. güneş açmıştı
dışarda ama zack'in içindeki güneş çoktan sönmüştü. kapkaranlıktı içersi,
zihninin içerisi, müziği açtı, şarabını açtı, odada bulunan bir kaç hayvana
peynir süt ve et ikram etti. ikram etti, kendisi birşey yemiyordu. içiyordu
sadece. ve içti içti içti, köpekler ve kediler karınlarını doyururken, o içmeye
devam etti ve en sonunda sızdı.
uyandığında, yeni bir iş aramak zorunda kalacağını biliyor, ama
düşünmüyordu. gittiği yere kadar diyordu, gittiği yere kadar. her nereye
gidiyorsa artık, gittiği yere kadar..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder