15 Kasım 2011

zack

zack

1.
alsancak. ara sokakta bir bar. barın dışındaki masalarından birinde, tek başına bir adam oturuyor. adı zack bu adamın. insanları izliyor zack. belli bir amaçla yapmıyor bu işi. vakit geçiriyor sadece. birasını yudumluyor, sigarasını çekiyor ve diğer masalarda oturan insanlara bakıyor, yoldan geçen insanlara, zihninden geçen insanlara… bir şeyler düşünüyor, insanlar hakkında bir şeyler… duyduğu sesleri ve gördüğü gözleri değerlendiriyor ama hiç tepki vermiyor. yüz ifadesi katı, oldukça katı ve donuk. uzun süre hiç hareket etmese, biraz uzakta kalanlar bir vitrin mankeni ya da heykel olduğunu düşünebilir. her ikisi de değil oysa, o an orada olan herkesten, hatta dünya üzerindeki herkesten daha gerçek ve canlı, sadece bedenine yansıtmıyor ruhunun rengini. onu ilk kez tanıyanlar, hakkında iyi veya kötü hiç bir şey söyleyemez, “ilginç” diyebilirler belki sadece, “tuhaf”, “garip”, “değişik”. değişik değişik olmasına, ama isteyerek takındığı bir tavır da değil bu, istemeyerek de giriyor denilemez bu şekile, farkında bile değil çünkü, en doğal haliyle duruyor orada, ama konuşan bir ağaçtan farkı yok gibi. zaman zaman esen rüzgarda hareket eden tek şey kafası ve ağzıyla masa arasında gidip gelen elleri. sakalı yok, bıyığı yok, haftanın beş günü tıraş olmak zorunda çünkü zack, haftanın beş günü bir işte çalışmak zorunda, başka bir zorunluluk daha edinmek istemediği için tek başına yaşıyor, arkadaş yok, sevgili yok, hiç kimseyle yakın ilişki yok, telefonu yok, herhangi bir iletişim adresi yok, interneti yok, sadece zack var, gerçek hayatın içinde dünyanın bir yerinde ayakları tabana basan, barın boş bir masasında iki saattir oturup üç yetmişliği tüketmiş olan ve dördüncüsünün gelmesini bekleyen zack.

bu sırada karşı masaya iki hatun oturuyor. hatunlardan biri 42 yaşında ama otuzların başlarında gösteriyor. diğeri 27’sinde, görsel açıdan da yirmi yedi. zack 30’ların başında gibi duruyor ve kaç yaşında olduğunu bilmiyor, bunu önemsemiyor da, önemi olan çok az şey var hayatında zack’in, birkaç şarkı, birkaç film ve cevabını aradığı birkaç soru gibi. sorular sadece kendisiyle, kendi yaşamıyla ilgili, ama cevabı test ettiği insanlar da arıyor, inceliyor onları, hangi durumlarda nasıl bir şekle büründüklerini ve çıkarları ile davranışları arasındaki değişimi kıyaslıyor, durumları karşılaştırıyor, tavırları eşleştiriyor ve sonuç hiç şaşmıyor, bir gram bile oynamıyor zihninin içindeki terazinin dengesi: insan dünyanın en aptal mahlukatıdır.

27 yaşında olan hatun esmer, diğeri sarışın. esmer olanın üzerinde, dizinde biten bir etek var. sarışında mavi bir kot pantolon. her ikisi de orta kilolu. şişman değiller, zayıf değiller. “şişko bir hatunla evlenmek istiyorum, yemek yapmasını bilsin yeter” diye yazmıştı zack, yazmayı bırakmadan önceki öykülerinden birinde. yazmayı bıraktı zack, çünkü anladığını hissettiren bir insan bile çıkmamıştı karşısına, sekiz yıl süren internet ve fanzin yayınları boyunca. yazmasına gerek olmadığına karar verdi daha sonra, yazması gerekmiyordu çünkü ona göre tüm o öyküler, şiirler, zihninden bir anlık geçen ve o an düşünmek yerine hızlıca kaleme alınmış cümlelerden ibaretti, bir anda yazıyordu zack, üzerinde hiç düşünmeden, yazının başına oturuyor ve bitirip kalkıyor, sonra e-posta yolu ile arkadaşlarına gönderiyor, kendi internet sitesinde yayınlıyor, bazen de fanzin yapıyordu, bir gün her şeye nokta koydu. yazması gerekmiyordu, tüm o öyküleri, şiirleri, yazıyormuş gibi yapıp aklından da geçirebilirdi, bu bile yeterdi ona, içinden konuşurdu mesela, ama yazarak kayıt altına almaya ve sonra okuyan insanların ne hissettiğini dinlemesine gerek yoktu. hatta kimseyi dinlememeye karar vermişti. kimseyi dinlememeye, kimseyle konuşmamaya ve yaşamını sürdürmek için gereken bedensel ihtiyaçları dışında hiçbir şey yapmamaya. arada bir ruhunu da besliyordu elbette, yıllardır dinlediği birkaç şarkı, alkol ve sigara, bazen bir kitap okumak, hepsi ama hepsi ruhsal ihtiyaçlardı ona göre. belki bira ve sigaranın bedensel etkileri de vardı, ama yaşamı sürdürmek için gerekli olan bir bedensel ihtiyaç değildi ona göre seks, ruhsal bir ihtiyaçtı ve ruhsal bir düzeyde gerçekleşmiyorsa, anlamı yoktu kesinlikle. hayvanları seviyordu zack. sadece kendini korumak ya da karnını doyurmak için öldüren hayvanları. insanların karnını doyurmak için hayvanları öldürmesine ihtiyacı yoktu, canları et yemek istiyorsa bile bunu vahşi yaşam şartlarına uygun olarak, teknoloji ve zeka ürünü icatlarla değil tamamen bedensel güçlerle avlanarak yapmalıydı. insanların zeki olduklarını düşünmesi mahvetmişti dünyayı ve canlılar aleminde ruhundan çok aklına güvenen tek tür insandı. bir ruh taşıdıklarına inanmıyordu zack insanların. değişmez bir ruhları yoktu çünkü kaypaklardı, zora koşmazlardı hiçbir şeyi, sorun sistem değil insanın kendisiydi. eğer günümüz sistemini yöneten insanlar ve yönetilenler yer değişseydi, sonuç yine değişmeyecekti. sorun yönetim sistemlerinde, rejimlerde, ideolojilerde, devletlerde, kapitalizm de ya da başka bir görünmez kuvvette değil insanlık denilen türün kendisindeydi. zenginler ve fakirler yer değişse de, zengin ve fakir yaşam tarzları değişmeyecekti, bu kez eski fakirler bulundukları konumdan eski zenginlerin fakirliklerini önemsemeyecek ve “daha çok yaşam” arzularından bir adım geri atmadıkları için tüm nimetler eşit olmadan paylaşılacaktı. ki eşitlikte insanlığın yarattığı başka bir aldatmacanın ürünüydü zack’e göre. hiç bir şey eşit değildi, eşit olamazdı, ama dengede olabilirdi. iki artı üç ile, dört artı bir, birbirine denk olabilirdi ama beş ile beş eşitti ve dünya üzerindeki hiçbir insan bir diğerinin eşiti olmadığı için, insanların eşitliği, söz konusu durumda bir saçmalıktan ibaretti. insanlar farklı durumlarda birbirlerinden üstündü, ama doğuştan gelen ya da sonradan edinilen üstünlükler, denkliği bozacak bir şekilde kullanılıyordu. herkes her şeyi yapma hakkına sahip olsaydı, kimse kimseyi öldürmezdi, ama insanın doğası söz konusu olunca zaten herkes herkese her şeyi yapıyor ama hiç bir şey yapmadığını iddia ediyordu... diğer hayvanlar açgözlülük nedeni ile birini öldürmüyordu zack’e göre, açgözlü olan tek tür insan olmalıydı, zaman zaman kaybettiğini ya da kazandığını düşünen tek tür de insandı ama ölümün hüküm sürdüğü bir yerde kazançtan söz edilemeyeceğine göre, bunun da çaresi öte dünya ile bulunmuştu. kendilerini bu şekilde kandırabiliyorlardı. kendini kandıran insan, herkesi kandırabiliyordu, zack kendine kanamamıştı bir türlü, bu yüzden yaşamak çekilmez bir hal alıyordu onun için, zaman zaman.. devletlerden nefret ediyordu zack,. her türlü yasal ya da toplumsal kuraldan, ihtiyacı olmayan şeyleri üreten insanlıktan, ihtiyacı olmayan şeyleri almak için çalışan insanlardan, insanlardan ve daima insanlardan, tüm insanlardan, hepsinden, her şeyden, nefretle kaplı bir sürahi gibiydi ve insanlar ölecek dahi olsa bir gram su istememeliydi ondan, buna hakları yoktu, hiçbir şeye hakları yoktu, buna rağmen hakketmekten ve emekten söz edip duruyorlardı, kazanılmış haklar, özgürlük, adalet, emek ve eşit yaşam hakkı. düpedüz saçmalık diyordu zack, hakketmek mi? bir şeyi hakketmek için aptal işlerde çalışmamız gerekmez…

ama gerekiyordu zack, ve oyunu kuralına göre oynamaya başlamıştın. kazanamayacaktın belki ama diskalifiye de olmayacaktın..

***

bu sırada karşı masaya iki hatun oturuyor. kırkiki-yirmiyedi-esmer-sarışın. zack onları izliyor. kırkiki olanın sırtı zack’e dönük, yirmiyedi’nin yüzü. yüzüne bakıyor zack yirmiyedinin. gözlerinin içine. garson geliyor. ikişer bira istiyor sarışın ve esmer. sigaralarını yakıyorlar. biraları geliyor. içiyor ve konuşuyorlar. içiyor ve bekliyor zack. içiyor ve izlemeye devam ediyor. bu kez gözünü ayırmadan. yirmiyedi olan da gözünü ayırmıyor pek fazla. ama sürekli konuşuyor, ya 42 ile ya da telefonla. ne sık telefonu çalıyor bu hatunun diye düşünüyor zack. 27 geriniyor bir ara, göğüsleri daha bir belli oluyor… sonra birasından yudumluyor, sonra sigarasından çekiyor, sonra tekrar telefonu çalıyor, ve tüm bu olan bitenler sırasında zack gözünü hiç ayırmıyor hatundan. böyledir zack, insanları önemsemez, uzun süre bakar bazen, bazen de inatla görmezden ve duymazdan gelir, dürtersin de dönüp arkasına bakmaz.

o sırada zack’in aklından gündüz iş yerinde olanlar geçiyordu aslında. evet kadına bakıyordu, yirmiyedilik esmer hatuna, ve farkındaydı neye baktığının, ama aldırış ediyor sayılmazdı, zihninde gündüz havaalanında olan biten karmaşa vardı. bazen durulan ama aslında hiç bitmeyen karmaşa. yedi gün yirmidört saat 52 hafta aralıksız devam eden hayat. havaalanı. gece gündüz, gündüz gece, akşamdan sabaha ve sabahtan akşama. inen uçaklar. kalkan uçaklar. gelen yolcular. giden yolcular. iç hatlar. dış hatlar. follow me. kule. ground time. ground operation. kontuar. şut altı. tk. sunex. lufthansa. hasan. hangi hasan? yarak hasan. iş yerinde yıllardır süregelen tek geyikti bu. yıllar önce işe ilk girdiğinde ortaya çıkan geyik. bir gün postabaşılardan biri, “hani hasan gelmedi mi bugün” dedi yeni gelen vardiyeye, adamın te ki “hangi hasan” dedi, “yarak hasan” dedi postabaşı da. postabaşının adı hakan’dı. yıllarını bu işe vermiş ve seviye seviye yükselmişti. zack hala işçiydi oysa. yükselemezdi. alçalamazdı. sıkışıp kalmıştı hayatın bir noktasında. ne ileri ne geri. bir ileri bir geri. birkaç gün daha hakan hasan oyununa devam etti. hasan nerde, hasan düşmüş, hasanı gördünüz mü, hasan telefon açtı, hasan rapor almış, hasan işten çıkmış. her “hangi hasan” sorusuna verilen klasik cevap. ve yllar sonra da hala “hasanı tanıyonmu” sorusuna gelen karşılıklı gülüşmeler. otuziki yaşındaydı zack ve on aylık sözleşme ile girdiği havaalanına kadro kalmış ama hayat ile daima günü birlik sözleşmeler yapıp yaşamını sürdürmeye devam etmişti. ölmek istemiyordu, ama bu şekilde yaşamakta istemiyordu. bazen zihni bir karadeliğe düşer, ve bambaşka dünyalara ait bambaşka öyküler geçirirdi kafasından. ama yazmıyordu artık. yazmayacaktı. tek bir satır bile yazmayacaktı. yaşayacaktı sadece. geldiği gibi. her nereye giderse…

hatunlar yarım saattir oturuyorlardı. yirmiyedi ve kırk iki. esmer ve sarışın. zack’de oturuyordu. zack, pall mall ve votka-kola. dört yetmişlik bira sonrası, votkaya yumuşak bir geçiş. günün ikinci sigara paketi. gözler esmere kenetli. akıl gündüz iş yerinde olan bitene.

sessiz sakin sıradan bir havaalanı günü. rutin türk hava yolları uçakları. geceden duruma, mevsime ve güne göre üç dört veya beş yatı uçağı. sabah beş istanbul kalkış. sabah altı esenboğa kalkış. sabah yedi sabiha kalkış. sabah sekiz istanbul kalkış. sabah sekiz istanbul geliş. sabah dokuz istanbul ve esenboğa geliş. sabah dokuz istanbul gidiş. sabah on istanbul geliş. sabah on istanbul ve esenboğa gidiş. onbir boş. oniki dolu. on üç dolu. on dört dolu. on beş boş. on altı onyedi on sekiz dolu. on dokuz double veya triple geliş gidiş. yirmi dolu. yirmi bir dolu ve duruma göre yatı. yirmi iki duruma göre dolu kesinlikle yatı. yirmi üç yatı. yirmi dört duruma göre dolu ve duruma göre yatı. bir double dolu ve double yatı. bir dört arası sessizlik. sabah sekiz otuz akşam altı. akşam beş gece bir otuz. gece bir sabah dokuz. arada bir sarkan stabil vardiya. iki günde bir sekiz otuz, iki günde bir, on yedi, iki günde bir, bir işbaşı. iki gün tatil. havaalanı. TK-YB

o gün çıkışı yirmi otuzdu zack’in. sekiz otuzda iş başı yapmıştı. ve akşam altı uçağı kırk dakika rötar verdi. akşam yedi uçağı on dakika erken indi. akşam yedi on beş uçağı on beş dakika erken indi. çakışan üç uçağın arasında mekik dokuyan yedi kişi yemeğe çıkmaya vakit bulamadı. tüm bu hengame arasında terden bir baraj oluştu ve yer hizmeti karşılığında uçak başına ortalama bir milyar fatura kesen şirket bu işi yapanlara aylık bir milyarın yarısını bile vermiyor sayılırdı. birileri kazanırken birileri daima kaybederdi. “çok laf yalansız çok para haramsız olmaz” dedi bu esnada traktörcülerden biri. adı mehmet idi ve sütçüydü aynı zamanda da. ve uçaktan artan kalan zamanlarda süt satarken arada bir kaydığı ev hanımlarından bahsederdi. gerçek mi yalan mı olduğunu kimse bilmiyordu ama bunun önemi de yoktu. her akşam izledikleri dizilerde bir yalandan ibaretti. gelmekte olan karanlığı düşünmemek için gökkuşaklarına ihtiyacı vardı insanların. zack sevmiyordu gökkuşağını. yaklaşınca kaybolan, içine girince kaybolan, elini uzatınca kaybolan, sevince kaybolan, nefret edince kaybolan ve yalan olduğunu bildiği hiçbir şeyi sevmiyordu. gerçeklerden yanaydı daima. her ne kadar kötü de olsa, gerçek, gerçek olarak kalmalıydı. sözünü etmeye gerek yoktu. gerçek olan bir şeyler vardı, bu yeterliydi onun için, arada bir evine götürdüğü kadınlarda gerçekti, ama asla söz etmezdi bunlardan, işyerinde kimse nasıl bir hayatı olduğunu bilmiyordu. evine gelen insanlar da bilmiyordu nasıl bir işte çalıştığını. hiçbir şeyi saklamıyordu zack, sadece pek fazla konuşmuyor, soru da sormuyordu pek fazla..
“nerelesin”,
“buralıyım”
“ne iş yaparsın”,
“ne iş olursa”,
“adın ne”,
“bukelamun”.
renk körü olan bir bukalemun.,

***

yirmiyedi bakmayı sürdürdü. zack de öyle. kırkiki aradabir arkasını dönücek gibi oldu, dönmedi. yirmiyedi tuvalete gitti, geldi. zack tuvalete gitti geldi. kırk iki tuvalete gitti. yirmiyedi ile arasında insan kalmamıştı zack’in. sadece iki masa, iki sandalye, iki kül tablası, üç şişe, ve derin sessizliği bozdu zack.
“neye bakıyorsun?”
“sana” dedi yirmiyedi.
“niye?”.
“bilmem” dedi hatun, “sen niye bakıyorsun?”,
“neye?”,
“bana tabiyki”,
“ben sana bakmıyorum”,
“yalan söylediğinin farkındasın”,
“sende pek doğruyu söylüyor sayılmazsın”,
“hangi konu da” dedi yirmedi,
“bana niye baktığını bilmediğin konusunda”. zack, garsonu çağırdı, iki votka-kola istedi, votkaları çok olsun dedi ve sonra hatuna “karşıma otur” dedi, bu sırada kırk iki geldi ama yirmi yedi çoktan hipnotize edilmişti. arkadaşına üç beş cümle sayıklayıp. zack’in masasına yanaştı.

telefonu çaldı yirmiyedinin. bu sırada “adım çiçek” dedi yirmiyedi. “ya senin?”,
“nerde olduğuma göre değişir bu” dedi zack,
“nasıl yani?” dedi çiçek,
“iş yerinde bir şey, aile arasında başka bir şey, arkadaşlar arasında başka bir şey, resmi dairelerde başka bir şey, bir zamanlar okullarda başka bir şey, evimde henüz kesinleştiremediğim bir şey, ve tanımadığım insanlar için ‘hiç bir şey’ olur adım”.
“peki bay hiç bir şey”,
“resmiyeti sevmem, bana istediğin herhangi bir ismi koyabilirsin bu gece için, aldırış etmem”,
“gizem desem sana nasıl olur”,
“karadelik daha zekice bir cevap olurdu, votkanı çabuk iç, kalkıcaz birazdan”.

telefonu sustu yirmiyedinin. tüm konuşma boyunca çalan telefon sustu ve tekrar çalmaya başladı daha sonra. iki dakika otuz yedi saniye boyunca sessizlik hakimdi masaya. birbirlerine bakıyor ve konuşmuyorlardı. zack’in kalkıcaz birazdan diyişine cevap vermemişti çiçek, ama zack onun kendisi ile beraber kalkıp, evine gideceğini biliyordu. telefonu açtı çiçek.

“alo, hayır canım, bu gece bir arkadaşım da kalıcam, msnde olmam, sen uyu.” ıvır zıvır, falan filan. üç dakika yirmi dört saniye… telefonu kapattı çiçek ve “aptal erkekler” dedi zack’e. o da “aptal kadınlar” diye eşitledi cinsel ayrımcılığı… cinsiyetlere inanmıyordu. kadınlara. erkeklere. erkekler yüzünden acı çeken kadınlara ve kadınlar yüzünden acı çeken erkeklere. bir insana bağlanmaya, aşık olmaya, hayatı paylaşmaya, aile kurmaya, çocuk yapmaya, tüm ilişkiler can sıkıntısını gidermek için yaratılan sanrısal duygulardı ona göre. o da aşık olmuştu. o da hayatını adamıştı. ama tıpkı yazı gibi, aşk meselesi de, kangren olmuş bir kol gibi kesilip atılmıştı hayatından. aşk yoktu, duygu yoktu, acı yoktu, iyi veya kötü hissettiği tek bir şey bile kalmamıştı. boşlukta bir zincir sallıyordu,  çiçek’in masasına oturduğundan bu yana yaptığı üçüncü telefon konuşmasının bitmesini beklerken zack. siyaha boyanmış ince ufak bir zincirdi bu. uçakta bulmuştu. uçakta bulduğu bir sürü çöp ile doluydu evi. napıcağını bilmiyordu bu artıkları ilk bulduğu anda. ama cebine atar ve bir gün başka eşyalarla kolenize edip, kullanılır hale getirirdi. koliden masa ve raf gibi. kırılmış fermuar başlığından kolye ucu gibi. ve daha bir çok şey. ve kadınlara da cebine attığı çöplerden farksız davranıyordu. onları evine götürür, bir süre takılır ve gitmek istediklerinde bırakırdı gitsinler. ses çıkarmazdı. sevişmezdi. kötü davranmazdı. iyi davranmazdı. ama normal yaşantılara göre tutarlı bir davranış şekli olduğu da söylenemezdi. ev onundu. işe gideceği sabahlar hatunu uyandırmadan kapıyı kapayıp çıkabilirdi. kendisi dışında hiçbir şeyi düşünmezdi. ama kendisini de düşünmezdi. güneş gören bir düşü yoktu… tek bir güvencesi yoktu. güvendiği tek şey güçlü kolları olmuştu son zamanlarda. beş yıl boyunca haftada beş gün uçak ambarlarında yükleme boşaltma yaptıktan sonra, artık iki parmağı ile insanı boğacak duruma gelmişti. ama yapmıyordu bunu. ve insanlar daha ona dokunmadan boğulduğunu hissediyordu her zaman. kalabalıktan, toplumdan, haberlerden, tartışmaktan nefret ediyordu. ve yirmiyedi’nin dördüncü telefon konuşması sonrasında “şarjım bitiyor telefonumu senin hattına yönlendirsem olur mu” sorusuna “kulaklarım dışında başka bir iletişim aleti kullanmıyorum” dedi zack.
“ne, telefonun yok mu?”,
“elektronik hiçbir şeyim yok, sadece telefonum değil”.
“evini görmek istiyorum”,
“votkanı hala bitirmedin.”

çiçek, telefon görüşmelerinden arda kalan zamanlarda, zack’e başına gelen şeylerden kesitler sunuyordu ama zack çiçek’i tepki vermeden dinliyordu. dinliyordu ama çiçek’i tanıması için bunları dinlemesine ihtiyacı yoktu. tanıyordu o çiçek’i. çiçek’i tanıyordu, kırk iki’yi tanıyordu, garsonu tanıyordu, arka masalardaki diğer herif ve hatunları, yan masalardakileri, yoldan geçenleri, diğer barlardakileri, herkesi tanıyor, biliyor, ama belli etmiyordu… insanlığın ruhsal dna’sını çözmüştü kendince, belki fiziksel dna’lar parmak izleri gibi tek ve biricikti. ama ruhsal dna pek fark etmiyordu insanlarda. çok azında farklıydı ve o çok azdan kendisi ile eşlenik olan tek bir taneye denk gelene kadar yaşamını sürdürecekti zack. tek bir tane… kendisinin xy’sine karşılık xx kromozomuna ait olan, ruhsal dna’sı kendisi ile tamamen aynı tek bir tanesine… bunun için yaşamıyordu aslında ama bunu bekliyordu. bunun için bazı hatunlarla tanışmıyordu ama. hatunlar, yada erkekler, can sıkıntısını gidermesi için, vakit geçirmek için evindeki gelip geçici dekorlar gibiydi. hayatının dekorları.. sık sık değişirdi dekorlar. eski ve uzun süreli pek dostu kalmamıştı… yaptığı ve onu değerli gösteren her şeyi bir bir terk edince, insanlar da onu bir bir terk etmişti. artık fanzin yayınlamıyorum dediğinde. artık yazmıyorum dediğinde. internet sitesini uzaktan takip etmeye başladığında. düşlerinin üzerine asit döktüğünde. tekrar uyuşturucuya döndüğünde. lsd, amfetamin, kodein, kokoin, ve daha nicesi. evde yalnız olduğu zamanlarda, sadece müzik açar ve beklerdi. öylece, hareketsiz… müzik akar ve o da yazıyormuş gibi yapıp aklından cümleleri geçirirdi. müzik dinlediği alet dışında tek bir elektronik ya da elektrikle çalışan eşya yoktu zack’in evinde. televizyon yoktu. buzdolabı yoktu. çamaşır makinesi yoktu. saç kurutma makinesi yoktu. fırın yoktu. şofben yoktu. florasan yoktu. evinin hemen dibindeki iki sokak lambası bir hayli aydınlık veriyordu aslında odasına. ama onlar olmasaydı da bir şey değişmezdi. geceleri ya işte ya da sokakta olurdu. evdeyse de yalnızken müzik dinler, bir hatunlayken de kısa sürede sevişmeye çalışan hatunlara ters teperdi söyledikleri. bu zack’in dönüşen, düşlemediği, istemeden yaşadığı hayatıydı… ruhsal ve iç güdüsel bir trafik kazası… enkaz.

çiçek’in votkası bitti. hesabı ödediler. kırkı iki ile vedalaştılar ve barın bulunduğu ara sokaktan, kıbrıs şehitlerine doğru yürümeye başladılar…

15 kasım 2011



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder