zack
1.
alsancak. ara sokakta bir bar. barın
dışındaki masalarından birinde, tek başına bir adam oturuyor. adı zack bu
adamın. insanları izliyor zack. belli bir amaçla yapmıyor bu işi. vakit
geçiriyor sadece. birasını yudumluyor, sigarasını çekiyor ve diğer masalarda
oturan insanlara bakıyor, yoldan geçen insanlara, zihninden geçen insanlara…
bir şeyler düşünüyor, insanlar hakkında bir şeyler… duyduğu sesleri ve gördüğü
gözleri değerlendiriyor ama hiç tepki vermiyor. yüz ifadesi katı, oldukça katı
ve donuk. uzun süre hiç hareket etmese, biraz uzakta kalanlar bir vitrin
mankeni ya da heykel olduğunu düşünebilir. her ikisi de değil oysa, o an orada
olan herkesten, hatta dünya üzerindeki herkesten daha gerçek ve canlı, sadece
bedenine yansıtmıyor ruhunun rengini. onu ilk kez tanıyanlar, hakkında iyi veya
kötü hiç bir şey söyleyemez, “ilginç” diyebilirler belki sadece, “tuhaf”,
“garip”, “değişik”. değişik değişik olmasına, ama isteyerek takındığı bir tavır
da değil bu, istemeyerek de giriyor denilemez bu şekile, farkında bile değil
çünkü, en doğal haliyle duruyor orada, ama konuşan bir ağaçtan farkı yok gibi.
zaman zaman esen rüzgarda hareket eden tek şey kafası ve ağzıyla masa arasında
gidip gelen elleri. sakalı yok, bıyığı yok, haftanın beş günü tıraş olmak
zorunda çünkü zack, haftanın beş günü bir işte çalışmak zorunda, başka bir
zorunluluk daha edinmek istemediği için tek başına yaşıyor, arkadaş yok,
sevgili yok, hiç kimseyle yakın ilişki yok, telefonu yok, herhangi bir iletişim
adresi yok, interneti yok, sadece zack var, gerçek hayatın içinde dünyanın bir
yerinde ayakları tabana basan, barın boş bir masasında iki saattir oturup üç
yetmişliği tüketmiş olan ve dördüncüsünün gelmesini bekleyen zack.
bu sırada karşı masaya iki hatun oturuyor.
hatunlardan biri 42 yaşında ama otuzların başlarında gösteriyor. diğeri
27’sinde, görsel açıdan da yirmi yedi. zack 30’ların başında gibi duruyor ve
kaç yaşında olduğunu bilmiyor, bunu önemsemiyor da, önemi olan çok az şey var
hayatında zack’in, birkaç şarkı, birkaç film ve cevabını aradığı birkaç soru
gibi. sorular sadece kendisiyle, kendi yaşamıyla ilgili, ama cevabı test ettiği
insanlar da arıyor, inceliyor onları, hangi durumlarda nasıl bir şekle
büründüklerini ve çıkarları ile davranışları arasındaki değişimi kıyaslıyor,
durumları karşılaştırıyor, tavırları eşleştiriyor ve sonuç hiç şaşmıyor, bir
gram bile oynamıyor zihninin içindeki terazinin dengesi: insan dünyanın en
aptal mahlukatıdır.
27 yaşında olan hatun esmer, diğeri
sarışın. esmer olanın üzerinde, dizinde biten bir etek var. sarışında mavi bir
kot pantolon. her ikisi de orta kilolu. şişman değiller, zayıf değiller. “şişko
bir hatunla evlenmek istiyorum, yemek yapmasını bilsin yeter” diye yazmıştı
zack, yazmayı bırakmadan önceki öykülerinden birinde. yazmayı bıraktı zack,
çünkü anladığını hissettiren bir insan bile çıkmamıştı karşısına, sekiz yıl
süren internet ve fanzin yayınları boyunca. yazmasına gerek olmadığına karar
verdi daha sonra, yazması gerekmiyordu çünkü ona göre tüm o öyküler, şiirler,
zihninden bir anlık geçen ve o an düşünmek yerine hızlıca kaleme alınmış cümlelerden
ibaretti, bir anda yazıyordu zack, üzerinde hiç düşünmeden, yazının başına
oturuyor ve bitirip kalkıyor, sonra e-posta yolu ile arkadaşlarına gönderiyor,
kendi internet sitesinde yayınlıyor, bazen de fanzin yapıyordu, bir gün her şeye
nokta koydu. yazması gerekmiyordu, tüm o öyküleri, şiirleri, yazıyormuş gibi
yapıp aklından da geçirebilirdi, bu bile yeterdi ona, içinden konuşurdu mesela,
ama yazarak kayıt altına almaya ve sonra okuyan insanların ne hissettiğini
dinlemesine gerek yoktu. hatta kimseyi dinlememeye karar vermişti. kimseyi
dinlememeye, kimseyle konuşmamaya ve yaşamını sürdürmek için gereken bedensel
ihtiyaçları dışında hiçbir şey yapmamaya. arada bir ruhunu da besliyordu
elbette, yıllardır dinlediği birkaç şarkı, alkol ve sigara, bazen bir kitap
okumak, hepsi ama hepsi ruhsal ihtiyaçlardı ona göre. belki bira ve sigaranın
bedensel etkileri de vardı, ama yaşamı sürdürmek için gerekli olan bir bedensel
ihtiyaç değildi ona göre seks, ruhsal bir ihtiyaçtı ve ruhsal bir düzeyde gerçekleşmiyorsa,
anlamı yoktu kesinlikle. hayvanları seviyordu zack. sadece kendini korumak ya
da karnını doyurmak için öldüren hayvanları. insanların karnını doyurmak için
hayvanları öldürmesine ihtiyacı yoktu, canları et yemek istiyorsa bile bunu
vahşi yaşam şartlarına uygun olarak, teknoloji ve zeka ürünü icatlarla değil
tamamen bedensel güçlerle avlanarak yapmalıydı. insanların zeki olduklarını
düşünmesi mahvetmişti dünyayı ve canlılar aleminde ruhundan çok aklına güvenen
tek tür insandı. bir ruh taşıdıklarına inanmıyordu zack insanların. değişmez
bir ruhları yoktu çünkü kaypaklardı, zora koşmazlardı hiçbir şeyi, sorun sistem
değil insanın kendisiydi. eğer günümüz sistemini yöneten insanlar ve
yönetilenler yer değişseydi, sonuç yine değişmeyecekti. sorun yönetim sistemlerinde,
rejimlerde, ideolojilerde, devletlerde, kapitalizm de ya da başka bir görünmez
kuvvette değil insanlık denilen türün kendisindeydi. zenginler ve fakirler yer
değişse de, zengin ve fakir yaşam tarzları değişmeyecekti, bu kez eski fakirler
bulundukları konumdan eski zenginlerin fakirliklerini önemsemeyecek ve “daha
çok yaşam” arzularından bir adım geri atmadıkları için tüm nimetler eşit
olmadan paylaşılacaktı. ki eşitlikte insanlığın yarattığı başka bir aldatmacanın
ürünüydü zack’e göre. hiç bir şey eşit değildi, eşit olamazdı, ama dengede
olabilirdi. iki artı üç ile, dört artı bir, birbirine denk olabilirdi ama beş
ile beş eşitti ve dünya üzerindeki hiçbir insan bir diğerinin eşiti olmadığı
için, insanların eşitliği, söz konusu durumda bir saçmalıktan ibaretti.
insanlar farklı durumlarda birbirlerinden üstündü, ama doğuştan gelen ya da
sonradan edinilen üstünlükler, denkliği bozacak bir şekilde kullanılıyordu.
herkes her şeyi yapma hakkına sahip olsaydı, kimse kimseyi öldürmezdi, ama
insanın doğası söz konusu olunca zaten herkes herkese her şeyi yapıyor ama hiç
bir şey yapmadığını iddia ediyordu... diğer hayvanlar açgözlülük nedeni ile
birini öldürmüyordu zack’e göre, açgözlü olan tek tür insan olmalıydı, zaman
zaman kaybettiğini ya da kazandığını düşünen tek tür de insandı ama ölümün
hüküm sürdüğü bir yerde kazançtan söz edilemeyeceğine göre, bunun da çaresi öte
dünya ile bulunmuştu. kendilerini bu şekilde kandırabiliyorlardı. kendini
kandıran insan, herkesi kandırabiliyordu, zack kendine kanamamıştı bir türlü,
bu yüzden yaşamak çekilmez bir hal alıyordu onun için, zaman zaman.. devletlerden
nefret ediyordu zack,. her türlü yasal ya da toplumsal kuraldan, ihtiyacı
olmayan şeyleri üreten insanlıktan, ihtiyacı olmayan şeyleri almak için çalışan
insanlardan, insanlardan ve daima insanlardan, tüm insanlardan, hepsinden, her şeyden,
nefretle kaplı bir sürahi gibiydi ve insanlar ölecek dahi olsa bir gram su
istememeliydi ondan, buna hakları yoktu, hiçbir şeye hakları yoktu, buna rağmen
hakketmekten ve emekten söz edip duruyorlardı, kazanılmış haklar, özgürlük,
adalet, emek ve eşit yaşam hakkı. düpedüz saçmalık diyordu zack, hakketmek mi?
bir şeyi hakketmek için aptal işlerde çalışmamız gerekmez…
ama gerekiyordu zack, ve oyunu kuralına
göre oynamaya başlamıştın. kazanamayacaktın belki ama diskalifiye de
olmayacaktın..
***
bu sırada karşı
masaya iki hatun oturuyor. kırkiki-yirmiyedi-esmer-sarışın. zack onları
izliyor. kırkiki olanın sırtı zack’e dönük, yirmiyedi’nin yüzü. yüzüne bakıyor
zack yirmiyedinin. gözlerinin içine. garson geliyor. ikişer bira istiyor
sarışın ve esmer. sigaralarını yakıyorlar. biraları geliyor. içiyor ve
konuşuyorlar. içiyor ve bekliyor zack. içiyor ve izlemeye devam ediyor. bu kez
gözünü ayırmadan. yirmiyedi olan da gözünü ayırmıyor pek fazla. ama sürekli
konuşuyor, ya 42 ile ya da telefonla. ne sık telefonu çalıyor bu hatunun diye
düşünüyor zack. 27 geriniyor bir ara, göğüsleri daha bir belli oluyor… sonra
birasından yudumluyor, sonra sigarasından çekiyor, sonra tekrar telefonu çalıyor,
ve tüm bu olan bitenler sırasında zack gözünü hiç ayırmıyor hatundan. böyledir
zack, insanları önemsemez, uzun süre bakar bazen, bazen de inatla görmezden ve
duymazdan gelir, dürtersin de dönüp arkasına bakmaz.
o sırada zack’in
aklından gündüz iş yerinde olanlar geçiyordu aslında. evet kadına bakıyordu,
yirmiyedilik esmer hatuna, ve farkındaydı neye baktığının, ama aldırış ediyor
sayılmazdı, zihninde gündüz havaalanında olan biten karmaşa vardı. bazen
durulan ama aslında hiç bitmeyen karmaşa. yedi gün yirmidört saat 52 hafta
aralıksız devam eden hayat. havaalanı. gece gündüz, gündüz gece, akşamdan
sabaha ve sabahtan akşama. inen uçaklar. kalkan uçaklar. gelen yolcular. giden
yolcular. iç hatlar. dış hatlar. follow me. kule. ground time. ground
operation. kontuar. şut altı. tk. sunex. lufthansa. hasan. hangi hasan? yarak
hasan. iş yerinde yıllardır süregelen tek geyikti bu. yıllar önce işe ilk
girdiğinde ortaya çıkan geyik. bir gün postabaşılardan biri, “hani hasan
gelmedi mi bugün” dedi yeni gelen vardiyeye, adamın te ki “hangi hasan” dedi,
“yarak hasan” dedi postabaşı da. postabaşının adı hakan’dı. yıllarını bu işe
vermiş ve seviye seviye yükselmişti. zack hala işçiydi oysa. yükselemezdi.
alçalamazdı. sıkışıp kalmıştı hayatın bir noktasında. ne ileri ne geri. bir
ileri bir geri. birkaç gün daha hakan hasan oyununa devam etti. hasan nerde,
hasan düşmüş, hasanı gördünüz mü, hasan telefon açtı, hasan rapor almış, hasan
işten çıkmış. her “hangi hasan” sorusuna verilen klasik cevap. ve yllar sonra
da hala “hasanı tanıyonmu” sorusuna gelen karşılıklı gülüşmeler. otuziki
yaşındaydı zack ve on aylık sözleşme ile girdiği havaalanına kadro kalmış ama
hayat ile daima günü birlik sözleşmeler yapıp yaşamını sürdürmeye devam
etmişti. ölmek istemiyordu, ama bu şekilde yaşamakta istemiyordu. bazen zihni
bir karadeliğe düşer, ve bambaşka dünyalara ait bambaşka öyküler geçirirdi
kafasından. ama yazmıyordu artık. yazmayacaktı. tek bir satır bile
yazmayacaktı. yaşayacaktı sadece. geldiği gibi. her nereye giderse…
hatunlar yarım
saattir oturuyorlardı. yirmiyedi ve kırk iki. esmer ve sarışın. zack’de
oturuyordu. zack, pall mall ve votka-kola. dört yetmişlik bira sonrası, votkaya
yumuşak bir geçiş. günün ikinci sigara paketi. gözler esmere kenetli. akıl gündüz
iş yerinde olan bitene.
sessiz sakin sıradan
bir havaalanı günü. rutin türk hava yolları uçakları. geceden duruma, mevsime
ve güne göre üç dört veya beş yatı uçağı. sabah beş istanbul kalkış. sabah altı
esenboğa kalkış. sabah yedi sabiha kalkış. sabah sekiz istanbul kalkış. sabah
sekiz istanbul geliş. sabah dokuz istanbul ve esenboğa geliş. sabah dokuz
istanbul gidiş. sabah on istanbul geliş. sabah on istanbul ve esenboğa gidiş.
onbir boş. oniki dolu. on üç dolu. on dört dolu. on beş boş. on altı onyedi on
sekiz dolu. on dokuz double veya triple geliş gidiş. yirmi dolu. yirmi bir dolu
ve duruma göre yatı. yirmi iki duruma göre dolu kesinlikle yatı. yirmi üç yatı.
yirmi dört duruma göre dolu ve duruma göre yatı. bir double dolu ve double
yatı. bir dört arası sessizlik. sabah sekiz otuz akşam altı. akşam beş gece bir
otuz. gece bir sabah dokuz. arada bir sarkan stabil vardiya. iki günde bir
sekiz otuz, iki günde bir, on yedi, iki günde bir, bir işbaşı. iki gün tatil.
havaalanı. TK-YB
o gün çıkışı yirmi
otuzdu zack’in. sekiz otuzda iş başı yapmıştı. ve akşam altı uçağı kırk dakika
rötar verdi. akşam yedi uçağı on dakika erken indi. akşam yedi on beş uçağı on
beş dakika erken indi. çakışan üç uçağın arasında mekik dokuyan yedi kişi
yemeğe çıkmaya vakit bulamadı. tüm bu hengame arasında terden bir baraj oluştu
ve yer hizmeti karşılığında uçak başına ortalama bir milyar fatura kesen şirket
bu işi yapanlara aylık bir milyarın yarısını bile vermiyor sayılırdı. birileri
kazanırken birileri daima kaybederdi. “çok laf yalansız çok para haramsız
olmaz” dedi bu esnada traktörcülerden biri. adı mehmet idi ve sütçüydü aynı
zamanda da. ve uçaktan artan kalan zamanlarda süt satarken arada bir kaydığı ev
hanımlarından bahsederdi. gerçek mi yalan mı olduğunu kimse bilmiyordu ama
bunun önemi de yoktu. her akşam izledikleri dizilerde bir yalandan ibaretti.
gelmekte olan karanlığı düşünmemek için gökkuşaklarına ihtiyacı vardı
insanların. zack sevmiyordu gökkuşağını. yaklaşınca kaybolan, içine girince
kaybolan, elini uzatınca kaybolan, sevince kaybolan, nefret edince kaybolan ve
yalan olduğunu bildiği hiçbir şeyi sevmiyordu. gerçeklerden yanaydı daima. her
ne kadar kötü de olsa, gerçek, gerçek olarak kalmalıydı. sözünü etmeye gerek
yoktu. gerçek olan bir şeyler vardı, bu yeterliydi onun için, arada bir evine
götürdüğü kadınlarda gerçekti, ama asla söz etmezdi bunlardan, işyerinde kimse
nasıl bir hayatı olduğunu bilmiyordu. evine gelen insanlar da bilmiyordu nasıl
bir işte çalıştığını. hiçbir şeyi saklamıyordu zack, sadece pek fazla
konuşmuyor, soru da sormuyordu pek fazla..
“nerelesin”,
“buralıyım”
“ne iş yaparsın”,
“ne iş olursa”,
“adın ne”,
“bukelamun”.
renk körü olan bir
bukalemun.,
***
yirmiyedi bakmayı
sürdürdü. zack de öyle. kırkiki aradabir arkasını dönücek gibi oldu, dönmedi.
yirmiyedi tuvalete gitti, geldi. zack tuvalete gitti geldi. kırk iki tuvalete
gitti. yirmiyedi ile arasında insan kalmamıştı zack’in. sadece iki masa, iki
sandalye, iki kül tablası, üç şişe, ve derin sessizliği bozdu zack.
“neye bakıyorsun?”
“sana” dedi
yirmiyedi.
“niye?”.
“bilmem” dedi hatun,
“sen niye bakıyorsun?”,
“neye?”,
“bana tabiyki”,
“ben sana
bakmıyorum”,
“yalan söylediğinin
farkındasın”,
“sende pek doğruyu
söylüyor sayılmazsın”,
“hangi konu da” dedi
yirmedi,
“bana niye baktığını
bilmediğin konusunda”. zack, garsonu çağırdı, iki votka-kola istedi, votkaları
çok olsun dedi ve sonra hatuna “karşıma otur” dedi, bu sırada kırk iki geldi
ama yirmi yedi çoktan hipnotize edilmişti. arkadaşına üç beş cümle sayıklayıp.
zack’in masasına yanaştı.
telefonu çaldı
yirmiyedinin. bu sırada “adım çiçek” dedi yirmiyedi. “ya senin?”,
“nerde olduğuma göre
değişir bu” dedi zack,
“nasıl yani?” dedi
çiçek,
“iş yerinde bir şey,
aile arasında başka bir şey, arkadaşlar arasında başka bir şey, resmi dairelerde
başka bir şey, bir zamanlar okullarda başka bir şey, evimde henüz kesinleştiremediğim
bir şey, ve tanımadığım insanlar için ‘hiç bir şey’ olur adım”.
“peki bay hiç bir
şey”,
“resmiyeti sevmem,
bana istediğin herhangi bir ismi koyabilirsin bu gece için, aldırış etmem”,
“gizem desem sana
nasıl olur”,
“karadelik daha
zekice bir cevap olurdu, votkanı çabuk iç, kalkıcaz birazdan”.
telefonu sustu
yirmiyedinin. tüm konuşma boyunca çalan telefon sustu ve tekrar çalmaya başladı
daha sonra. iki dakika otuz yedi saniye boyunca sessizlik hakimdi masaya.
birbirlerine bakıyor ve konuşmuyorlardı. zack’in kalkıcaz birazdan diyişine
cevap vermemişti çiçek, ama zack onun kendisi ile beraber kalkıp, evine
gideceğini biliyordu. telefonu açtı çiçek.
“alo, hayır canım,
bu gece bir arkadaşım da kalıcam, msnde olmam, sen uyu.” ıvır zıvır, falan
filan. üç dakika yirmi dört saniye… telefonu kapattı çiçek ve “aptal erkekler”
dedi zack’e. o da “aptal kadınlar” diye eşitledi cinsel ayrımcılığı…
cinsiyetlere inanmıyordu. kadınlara. erkeklere. erkekler yüzünden acı çeken
kadınlara ve kadınlar yüzünden acı çeken erkeklere. bir insana bağlanmaya, aşık
olmaya, hayatı paylaşmaya, aile kurmaya, çocuk yapmaya, tüm ilişkiler can
sıkıntısını gidermek için yaratılan sanrısal duygulardı ona göre. o da aşık
olmuştu. o da hayatını adamıştı. ama tıpkı yazı gibi, aşk meselesi de, kangren
olmuş bir kol gibi kesilip atılmıştı hayatından. aşk yoktu, duygu yoktu, acı
yoktu, iyi veya kötü hissettiği tek bir şey bile kalmamıştı. boşlukta bir zincir
sallıyordu, çiçek’in masasına
oturduğundan bu yana yaptığı üçüncü telefon konuşmasının bitmesini beklerken
zack. siyaha boyanmış ince ufak bir zincirdi bu. uçakta bulmuştu. uçakta
bulduğu bir sürü çöp ile doluydu evi. napıcağını bilmiyordu bu artıkları ilk
bulduğu anda. ama cebine atar ve bir gün başka eşyalarla kolenize edip,
kullanılır hale getirirdi. koliden masa ve raf gibi. kırılmış fermuar
başlığından kolye ucu gibi. ve daha bir çok şey. ve kadınlara da cebine attığı
çöplerden farksız davranıyordu. onları evine götürür, bir süre takılır ve gitmek
istediklerinde bırakırdı gitsinler. ses çıkarmazdı. sevişmezdi. kötü
davranmazdı. iyi davranmazdı. ama normal yaşantılara göre tutarlı bir davranış
şekli olduğu da söylenemezdi. ev onundu. işe gideceği sabahlar hatunu
uyandırmadan kapıyı kapayıp çıkabilirdi. kendisi dışında hiçbir şeyi
düşünmezdi. ama kendisini de düşünmezdi. güneş gören bir düşü yoktu… tek bir
güvencesi yoktu. güvendiği tek şey güçlü kolları olmuştu son zamanlarda. beş
yıl boyunca haftada beş gün uçak ambarlarında yükleme boşaltma yaptıktan sonra,
artık iki parmağı ile insanı boğacak duruma gelmişti. ama yapmıyordu bunu. ve
insanlar daha ona dokunmadan boğulduğunu hissediyordu her zaman. kalabalıktan,
toplumdan, haberlerden, tartışmaktan nefret ediyordu. ve yirmiyedi’nin dördüncü
telefon konuşması sonrasında “şarjım bitiyor telefonumu senin hattına yönlendirsem
olur mu” sorusuna “kulaklarım dışında başka bir iletişim aleti kullanmıyorum”
dedi zack.
“ne, telefonun yok
mu?”,
“elektronik hiçbir şeyim
yok, sadece telefonum değil”.
“evini görmek
istiyorum”,
“votkanı hala
bitirmedin.”
çiçek, telefon
görüşmelerinden arda kalan zamanlarda, zack’e başına gelen şeylerden kesitler
sunuyordu ama zack çiçek’i tepki vermeden dinliyordu. dinliyordu ama çiçek’i
tanıması için bunları dinlemesine ihtiyacı yoktu. tanıyordu o çiçek’i. çiçek’i
tanıyordu, kırk iki’yi tanıyordu, garsonu tanıyordu, arka masalardaki diğer
herif ve hatunları, yan masalardakileri, yoldan geçenleri, diğer
barlardakileri, herkesi tanıyor, biliyor, ama belli etmiyordu… insanlığın
ruhsal dna’sını çözmüştü kendince, belki fiziksel dna’lar parmak izleri gibi
tek ve biricikti. ama ruhsal dna pek fark etmiyordu insanlarda. çok azında
farklıydı ve o çok azdan kendisi ile eşlenik olan tek bir taneye denk gelene
kadar yaşamını sürdürecekti zack. tek bir tane… kendisinin xy’sine karşılık xx
kromozomuna ait olan, ruhsal dna’sı kendisi ile tamamen aynı tek bir tanesine…
bunun için yaşamıyordu aslında ama bunu bekliyordu. bunun için bazı hatunlarla tanışmıyordu
ama. hatunlar, yada erkekler, can sıkıntısını gidermesi için, vakit geçirmek
için evindeki gelip geçici dekorlar gibiydi. hayatının dekorları.. sık sık
değişirdi dekorlar. eski ve uzun süreli pek dostu kalmamıştı… yaptığı ve onu
değerli gösteren her şeyi bir bir terk edince, insanlar da onu bir bir terk
etmişti. artık fanzin yayınlamıyorum dediğinde. artık yazmıyorum dediğinde.
internet sitesini uzaktan takip etmeye başladığında. düşlerinin üzerine asit
döktüğünde. tekrar uyuşturucuya döndüğünde. lsd, amfetamin, kodein, kokoin, ve
daha nicesi. evde yalnız olduğu zamanlarda, sadece müzik açar ve beklerdi. öylece,
hareketsiz… müzik akar ve o da yazıyormuş gibi yapıp aklından cümleleri
geçirirdi. müzik dinlediği alet dışında tek bir elektronik ya da elektrikle
çalışan eşya yoktu zack’in evinde. televizyon yoktu. buzdolabı yoktu. çamaşır
makinesi yoktu. saç kurutma makinesi yoktu. fırın yoktu. şofben yoktu. florasan
yoktu. evinin hemen dibindeki iki sokak lambası bir hayli aydınlık veriyordu aslında
odasına. ama onlar olmasaydı da bir şey değişmezdi. geceleri ya işte ya da
sokakta olurdu. evdeyse de yalnızken müzik dinler, bir hatunlayken de kısa
sürede sevişmeye çalışan hatunlara ters teperdi söyledikleri. bu zack’in
dönüşen, düşlemediği, istemeden yaşadığı hayatıydı… ruhsal ve iç güdüsel bir
trafik kazası… enkaz.
çiçek’in votkası
bitti. hesabı ödediler. kırkı iki ile vedalaştılar ve barın bulunduğu ara
sokaktan, kıbrıs şehitlerine doğru yürümeye başladılar…
15 kasım 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder