yazının başına oturdum. ama ne
yazabileceğim konusunda en ufak bir ön- düşüncem yok. hiç olmadı zaten.
birazdan işe gidicem. şu an sabahın beşi. muhtemelen yine size başıma gelen bir
saçmalıktan bahsederim ve aslına bakarsanız, deliliğe yakın bir durum söz
konusu burada. her başına gelen zırvayı yazıya dökmek yani. ve biraz da acınası
bir durum olabilir. bilemiyorum. yazıyorum
sadece. yazarlık deliliğe yakındır zaten. pardon, özür dilerim, kendime yazar
deme cüretini gösterdim. değilim. korkuyorum artık. kılıcını çekmiş onlarca
adamın her yazımdan sonra karşıma dikilmesinden bıktım. durumu dengeliyor bu
aslında, kitapsız olarak yüzlerce
okuyucu, yüzde onu kadarda eli baltalı eleştirmen. eleştirmen mi? aynısını siz
yapsaydınız, yani siz başınıza gelen olayları yazsaydınız, okur muydum
bilmiyorum, ya da hayranınız olur muydum? ama yüzünüze tükürmezdim en azından.
sevmediğim her şeyi yok etmek gibi bir mizacım yok. ve sevmediğin her şeyi yok
etmek, faşizmi çağrıştırıyor bana.
tektipleşelim hadi. kötü yazıyorsun, yazma.
edebiyatın içine ediyorsun, yazma. bu bir şiir değil, yazma. sevmediğin her
şeyi yok et. dünyayı güzel bir hale getirelim hadi. hitler de denedi bunu.
şimdiler de bush’da deniyor. haklı olabilirler belki, kendilerine göre. güzel
bir dünya. ama kime göre güzel? insanlığın bir kesişim kümesi olmak zorunda değil,
oraya hapsedilmek zorunda da değiliz, “onun da bakış açısı bu” deyip
geçiştirebiliriz. ama yapmıyoruz, sevmediğimiz her şeyi öldürmeye çalışıyoruz,
sevdiğimiz şeyleri de öldürebiliyoruz hatta zaman zaman.
yazarlık demiştim, diyebilirim öyle değil
mi? kızmıyorsunuzdur umarım, hak etmediğim sıfatlar üzerine atıp tutuyor
olduğum için. ki kızıyorsanız da, umursandığınızı düşünmeyin hiç olmazsa.
umarım bu sizi öfkelendirir, ve umarım hidrojen bombasına daha sıkı
sarılırsınız. yazarlık diyorum, deliliğe yakın aslında, hele ki benim tarzımda,
başına gelen şeyleri anlat, kendi kendine konuş, kafanın içinde diyaloglar
üret, tekrar et, tekrarla, geçmişi yeniden tetikle, kendi kendine konuş. yok
başka yapıcak bir şey. her neyse.
bana yararı olucağını sanmıyorum ama, bir
kez daha özlem’den bahsetmek istiyorum size, belki hoşunuza gider. onunla nasıl
tanıştığımızı hatırlamıyorum. o harikulade günlerden geriye de hiç bir şey
kalmadı zaten.
şimdilerde yeni yeni tanıdığım bazı
insanlar bana, “neden sürekli susuyorsun” diyorlar. “neden sürekli
konuşuyorsunuz” demek istiyorum, ama çıt çıkmıyor. ölüden farkım yok. üstelik
zombi gibi bile davranamıyorum, beynimi yediriyorum daha çok. çoktan ölmeliydim
ben de belki, hala yaşıyor olmam, istemdışı çalışan kasların hareketi gibi.
geçelim.
özlem. onunla nasıl tanıştığımızı
hatırlamıyorum pek. abisi ile beraber, abisinin sevgilisini, seçil’i, evine
bırakmaya gitmiştik. özlem seçil’in bi alt katında yaşıyordu. karşıyaka. daha
önce de anlattım. hatırlıyor olmalısınız. özlem tarot baktı bana. ve kahve
falı. “ee ne görüyorsun” dediğimde o’na, abisi lafa karıştı, “o herkesin falına
bakar ama kimseye bir şey söylemez, kafadan çatlak olur kendileri”. daha sonra
özlem, “çok iyi yerlere geliceksin” dedi, “ama bu uzun zaman alıcak.”
‘iyi’ anlayışı neydi bilmiyorum, şu anki
halim ‘iyi’ değildir ona göre herhalde, bence iyi oysa. uzun bir zaman ile, 7
yıldan fazlasını kast etmiş olmalı üstelik. ve ölüme bu kadar yakın olmayıp, bi
kaç ay önce canına kast etmeseydi, hala beraber olurduk belki de. bilemiyorum.
bir anı hatırlıyorum. güzel bir anı. cock
sparrer. bağıra çağıra. think again. bağıra çağıra bunu söylüyoruz. viski
sarhoşu ruhlarımız. alsancakta. ve bağıra çağıra. elini belime atmıştı, bana
tutunuyordu. ben de ona. ruhen ve bedenen. sahile çıktık o halde. herkes bize
bakıyordu. şarkıyı değiştirdik, “don't say a word”e geçtik. yine cock sparrer.
ve yine sarmaş dolaş. ve yine bağrış çağrış. şarap alıp çimlere geçtik, ve ona
bir uçan balon aldım. o uçan balonu göğe bıraktı. hava karardı ve tüm yıldızlar
umut satıyordu. o sabah hastaneden çıkarmıştım onu. üçüncü intiharıydı, benimle
beraber olduğu süre içindeki üçüncü intiharı demek istiyorum. öncesini
bilmiyorum. bir kadınla beraberken, öncesini önemsemezsiniz. ya da ben öyle
yaparım. ama bu bir safsatadır. yeniden doğuş safsatası, yoktur öyle bir şey,
bu, olsa olsa, yeniden ölüm olabilir, yeni bir aşk, yeni bir ölüm. kısmen
geçmişle bulanık.
hastaneden çıkarmıştım onu, intihar etmişti
yine, bu kez bileklerini kesmişti. bankada bir sürü parası vardı, babası her ay
bir miktar gönderiyordu ama o çekmiyordu hiç. babasından nefret ediyordu. tüm
erkeklerden nefret ediyordu. benden bile, zaman zaman. bardak, şişe, ütü,
çatal, kumanda, çakmak, ne bulursa üzerime fırlatıyor, tüm hıncını benden
alıyordu. ses çıkarmıyordum. tüm öfkesini sindirebilirdim. nedeni buydu belki
de, giderken, “hayatını mahvediyorum” ile bunu kast etmişti, olabilir.
emin olmadığınız şeyler üzerinde çok fazla
düşünmeyin, olasılıklar kafayı yedirtebilir insana. ben dönem dönem yedim. ve
uyuşturucu, bir acıdan kaçış olarak alındığında pek iyi sonuçlar doğurmaz.. ve her
neyse işte, hastaneden çıkardım onu, ve hesabı ödedik bir şekilde, baba parası.
ve yine beş kuruşsuz olarak takı tezgahına yöneldik. bankada 12 milyar
kalmıştı. cepte ise iki milyon. otobüs. finiş. aptal mıydık? muhtemelen. en
azından çoğuna göre. ama sizi çöpe atan bir babanın, o çöpe milyarlar dökmesi
içinizi ısıtmaz. şarap sadece. ya da ot. en keskin haplar. lsd belki. sonra
eroin. sonrası yok. devam ediyorum. tezgahı açıp birkaç satış yaptık, ve her
nasılsa, hiç iş yapmayan tezgahta o gün 200 kağıt topladık. sarılmış kolları belki
nedeni, ya da üzgün yüzler. sol kolu baştan aşağı jilet izi ile kaplıydı özlem’in.
öncesinde bu yüzden kimse bizden bir şey almıyor galiba diye düşünmüştük, şimdi
emindik bundan, kollar sargı bezi ile örtününce, satışlar artmıştı bir nebze.
garip insanlık seçimi. sadece güçlüler daha çok güç kazanır.
ve gidip viski aldık. ve sigara. ve içmeyi
sürdürüp şarkılar mırıldandık. ve zaman aktı. hala akıyor. aradan yedi yıl
geçmiş olmasına rağmen. biraz daha ürkek şimdi. biraz daha dikkatli. her geçen
gün, biraz daha yalnızlaşarak, ve daha çok yabancı. uzak.
bir adam, iki gün önce, “bütün paran alkole
ve sigaraya gidiyor olmalı” demişti, “ailemin faturalarının emdiğinden kalanı”
demiştim. “eve sen mi bakıyorsun” dedi. “kısmen” dedim, “kira ve elektrik
hariç, her gidere.”
“yine de alkolü kesmiyorsun ha?”
“para biriktirip ne yapacağım?”
“evlenirsin.”
haklı olabilirdi bir açıdan, 22 yıl çalışıp
bir ev almıştı, çalışarak her şeyi satın alabilirdin, ama hep aynı yerde
çalışman ve yükselmen gerekiyordu. bu adam yükselmişti. benim yaptığım iş ile
başlamış, yükleme ve boşaltmadan ekip şefliğine, oradan vardiya amirliğine
terfi etmişti, şimdi ne iş yaptığını bilmiyordum ama boş boş otururken görüyordum
onu daima, şirketin gizli sahibi bile olabilirdi, böylelerinden her şey beklenir.
ve kimbilir bir gün belki ben de onun gibi olucaktım. yazararak kazanamayacağımı
biliyordum, ama çalışarak belki bir ev edinirdim. özlem çalışmadan bir ev ve
bir araba edinebilirdi. milyarlarla dans eden bir baba. yapmadı ama. birkaç ay
önce bir gece, aradı ve “kendimi yalnız hissediyorum” dedi, ağlıyordu, ve o
gece intihar etmiş. bristolde. bristol ağlamaya müsayit bir kent gibi gelmişti
bana. gri, gri uyuşturucu, gri kadın, mor değil gri. gizli mor belki. asla
sezinleyemezsin acısını, ve ortalıkta bağırıp çağırmaz acıdan ölüyorum diye,
ama ölür. gerçekten ölür. siz yine de, var olmayan kötü faktörler üzerine, hüzünlenebilirsiniz,
ya da silahınızı çekip vurabilirsiniz beni. hareket etmeyeceğim. söz
veriyorum.. buradayım. bekliyorum. bir sigara. ardından bir sigara daha.
ölmüyorum ama. ben ölmüyorum. benim dışımda herkes ölüyor, ölmeyenlerse kapıyı
kitliyor üzerime. kimin haklı olduğunu bilmiyorum, ben değilimdir muhtemelen,
hiç haklı olmadım, haklandım daha çok, başkalarını aklarken üstelik. kelime
oyunu yapmıyorum. ve acı tiyatrosu değil bu. acı çekmiyorum çünkü. yeterince çektim.
aptalı oynuyorum sadece. ve yine de, bu kadar aptallığa rağmen, es keza bile
ölmüyorum. kendimi görünmeyen gemimizin kaptanı gibi hissediyorum. ya da bir
kara kutu. her şeyi aynen naklet.
özlemle abisi sayesinde tanıştım. hastaneden
çıkarttım o gün onu. tuncay intihar etti. idil’in yeşil ojeleri vardı, yeliz’in
bir müzik grubu. can ve tuncay aynı kişi. refik asker kaçağı. tüm
karakterlerimi saymaya devam edebilirim, hep aynı kişilerden bahsediyor olmam…
uçağıma binen insanların, sanki gizli bir filtreren geçiş yaparak, seçilerek
gelmiş olmaları… benzer öğeler. benzer gizemler. benzer olaylar. ve adam
intihar eder. uyuşturucu. bir kara kutu gibiyim evet. ve ölmeyeceğim. bu konuda
üzgün olduğumu itiraf etmeliyim. ama benim seçimim değil. tanrının seçimi
olduğunu da sanmıyorum. tanrı mı? eski bir özdeyiş vardır; “sırat köprüsünden
geçene kadar ayıya dayı diyenler cennete giderler.” eski bir özdeyiş falan
değil, ben uydurdum. ama ben uymuyorum. ve farkındayım o çok güzel edebiyatınıza
bir sivrisinek gibi bulaştığımın. özür dilerim. ama beni kaale almadan da
yaşayabilirsiniz, ve eminim böylesi, her iki taraf için de daha iyi olur.
özlem içinde daha iyi olurdu, eğer kollarındaki
kesikler yüzünden hiçbir işe alınmamış olmasaydı. ya da babası tarafından türlü
işkenceler. bu tip şeyler. hesabınıza her ay bir milyar yatsaydı, takı tezgahı
açıp, para kazanmaya çalışır mıydınız? ya da intihar? bilemiyorum. o böyle yaptı.
ve böyle yaptığı için de, cehenneme gitmiştir. bilirsiniz, cehennem, intihar,
ıvır zıvır. biz böyleydik işte, dümdüz, ayılarla savaşıyor ve toprağa dönüşüyorduk.
ateş et bana tanrım.
şimdi, izninizle, işe gideceğim. bu arada,
bir daha asla, hiç kimseyle, bağıra çağıra “think again”i söyleyemeyeceğim,
biliyorum, evet, ama önemi yok. birşeyler yaşandı, bir şeyler kaldı, bir şeyler
kalmaya devam ediyor, ama hiç bir şey yaşanmıyor artık.
sahte, dolaysız, ve alaycı acılarla kapınız
çalınırsa, evden kaçın, ben öyle yapıyorum.
ve “lütfen lütfen lüften” dedi adam,
“benden uzak dur”, durmadılar ama. onun da ağzına sıçtılar. kim olduğunu boş
verin ve devam edin, her ne yapıyorsanız. ben burada, harflerden resim yapmayı
sürdüreceğim. okumak zorunda değilsiniz, sessiz olun yeter. ama önce işe
gitmeliyim..
17.temmuz.2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder