12 Eylül 2019

wu tang: an american saga dizisinin kendi hayatım üzerinden düşündürdükleri...


henüz dört bölüm oldu. hayatımın tamamına, yüzde yüzüne, doğrudan etki eden bir müzik türünü icra eden ve yaşantıma da zihnime de, en çok damgasını vuran iki gruptan birinin, bir nevi biyografi dizisi. diğer grup da the psycho realm. son 13 yıldır keny arkana’nın da derinlemesine ilham ve güç verdiğini eklemesem olmaz. her neyse.

burada, diziden değil, daha çok kendi başıma gelenlerden bahsetmek istedim. dizi orada, isteyen izleyebilir. grup da orada, isteyen dinleyebilir. hatta ingilizcesi olanlar, haklarında yayınlanmış ya da grup elemanlarının yazdığı kitapları okuyabilir. mesele o değil. mesele, benim, maalesef, üzgünüm, o yüzden ilginizi çekmiyorsam, dağılabilirsiniz. hiç dert değil benim için tiraj, sıfır dinleyiciye 4 yıl radyo yaynı da yaptık zamanında, gerçekten sıfır!

kendim için kendime yazıyorum. anı mahiyetinde. düşüncelerimin metinsel olarak anısı. ilk yayınlarımdan birinde, “kendi üzerime yazılıyorum ve kimse farkında değil bunun” demiştim, önemli olan da birinin farkında olup olmaması değildi. insan, kendinin, kendi 'kendi'nin, kendi varlığının, varoluş nedenlerinin, farkında ise, gerisi hava civa.. kitle de, çevre de, dünya da.. geçelim..

kuruçay da büyüdüm, izmir’de. yani çingene mahallesi. yani bir nevi getto. yani bir nevi, uyuşturucunun, kadın ticaretinin (ki bu tanımlamayı sevmiyorum ama durumun tabiri literatürde bu), silah ticaretinin, hırsızlığın, hiç sebepsiz yere adam vurma ya da yaralamanın, her gün istisnasız her gün çıkan kavgaların; kuruçay’ın dışında da, hilal, boğaziçi, levent, tepecik, zeytinlik, gültepe, toros, mersinpınar, vs vs geniş bir alana yayıldığı bir bölge de.

çocukluğumda, galiba babamın beni yetiştiriş tarzı nedeni ile ve annemin dominantlığı aşan korumacı ve kaygılı yapısı nedeni ile, “pisliğe” (!) geç battım. çok geç sayılmaz aslında, on altı. öncesinde, başlama yaşı beş altı yediye kadar düşen alkole de sigaraya da bulaşmadım. arkadaşlarım ortaokulda biraları götürürken, ilkokulda tuvalette sigaraları içerken; ilk biramı onaltı yaşımda, lise ikide, 1998’de, alsancak kilise sokağında, ilk sigaramı da, lise bittikten sonra, dayı zoru ile dershaneye gönderilirken içtim, 1999’da. sonrası peşi sıra geldi. geldi çünkü futbolcu olmaya kafayı takmıştım. olamadım. oldurtmadılar. ailem de, sporculuk sistemi de. gezmediğim kulüp kalmadı izmir’de, beş yaşımdan 15 yaşıma kadar. hepsinde çok beğenildim. ileriye dönük sağ bek. en son bucaspor genç kadrosuna alınacak oldum, lisanslı olarak. okulumdaki dersler -meslek lisesi, çınarlı e.m.l- akşam 17’de bittiği ve antremanlar da çok daha erken bir saatte, öğleden sonra başladığı için, olamadı. okulu bırakıp seneye yarım gün bir liseye başlasaydım olucaktı. ailem izin vermedi.

iyi mi oldu kötü mü? hayatımı bu şekilde değerlendirmedim hiç. geçmişe bakarak kıyasladığım hiçbir şey olasılık olmadı. tek bir şey dışında keşke dediğim hiçbir şey de olmadı ve o keşke de çok kişisel olan, hayatımın yönünü de zerre değiştirmeyecek bir mesele.

sonra, had safhada parasızlık süregiderken, cigarasından, kimyasalına da bulaşmışken, bir yandan da fanzin basmaya çalışırken, okula yayan gidip gelmeye başladım. sadece okula değil, her yere, aklınızın alabileceği her yere. uzak ilçeler hariç. iki saat yürüme mesafesine kadardı zaten takıldığım en uzak yerler. gidiş geliş yol parası, on, on beş kopya fanzin yapıyordu o dönemlerde. çünkü ailemin kimi zaman sabah çayına şeker alacak parasının olmadığı günler geçiriyorduk, hala geçiriyoruz, değişen bir şey yok. sonra okulda, torbacılığa başladım. rahattı. 4 yıl boyunca, hiç kimse bilmese de, el altından, eczaneden aldığım bir takım ucuz ve kafa yapan hapları, hollandadan geliyor diye, minik bir poşete koyup, fahiş fiyata sattım, bu konuda çaylak olan tiplere. 2002 sonbaharı, tüm kimyasal ve cuvara kullanımıma, çok ağır bir psikoz atlatmam nedeni ile son vermiş olsam bile, hap ve cigaraya meyilli tiplere, el altından satışa devam ettim. benim kullandıklarımı satmıyordum, çünkü onlar zihinsel yapının ebesini sikiyordu ve eczane fiyatı da, mahalledeki torbacı arkadaşlarıma göre fiyatı da pahalıydı. ucuzları satıp pahalıları aldım. uyuşturucuları ve uyarıcıları bırakınca da, o parayla fotokopiksel faaliyetlerimin baskı sayısını çoğalttım. çoğalttım ama çoğu baskı elimde patladı. 100 kopya işi, üç kişi para ödeyip alırsa, patlar.

sonra? sonra askerlik. sonra geliş, iş hayatı. gelen parayı evime fotokopi özelliği olan yazıcı, kesmek biçmek için bir sürü yayın, pc, ve alet edavat ile fotokopiye harcadım. sonuç? 80 bastığım iş, ücretli olarak 2-3 kopya gidiyor, sonra elimde patlayanları yolda ona buna beleş veriyor, ya da kafelerin masasına otobüs vapur koltuklarına bırakıyordum.

sonra zaman geçti. kafam fabrika hayatını kaldırmamaya başladı. bir buçuk yıldır kaldırmıyor. iş aramıyorum. bu anlattığım süreç içerisinde de, 20 yıldır hemen hemen her sene, fırsat buldukça, işporta tezgahı açıyorum. fanzinler anlamında o da boktan. o kadar boktan ki, kendi işlerimi alan yok. başka fanzinler gidiyor arada, benimkiler beleş değilse, ıh ıh.. beleşse de, okuduklarını düşünmüyorum, öyle bir göz atıp geçiyorlar. yüzde doksan dokuz böyle yapıyor. hatta eve dönüş yolunda bir yerde unuttuklarına da çok şahit oldum. ionia cafede masa da, tiryaki kedi cafe de, masada, işporta dönüş yolumda beleş verdiğim insanların sokağa attığını bile gördüm. hem de defalarca. eve dönüş yolumuz aynıymış demek ki, bir saat sonra ben topluyorum tezgahı, bi bakıyorum eve giderken, kağıtlar orada burada. hani zımba kullanmıyorum ya ben yıllardır. bunu da sorun eden yığınla insan çıkıyor ya karşıma. nedenlerim çok derinlerimde saklı. zımbayı sikeyim.

her neyse. şimdi, mesele neydi? mesele falan yok ortada.. paylaştığım işportamızın koruyucusunun, (gerçekten iki yıldır öyledir) fotoğrafına, ürettiğim işten çok daha fazla ilgi geliyorsa, bugüne kadar (98 yılından beri işlerimi internette yayınlarım) tek bir insan hariç, ücreti mukabilinde sipariş vermedi ise, işportayı netten görüp tek bir insan hariç tezgaha gelen olmadıysa, yayınladığım pdfleri, işleri, şunları bunları, tek bir insan basılı olarak talep etmedi ise, üzerine sub press’den basılan, kardeşim efe tuşder ile ortak yazdığım öyküme bile, beş altı kişi, “abi pdf’si varsa atar mısın” dedi ise.. ki cevap bile vermedim onlara. çünkü; mottolarımızdan biri, “pdf isteyene mdf veriyoruz, kafaya kafaya” idir.

o yüzden, zaman zaman, işlerimi, korku parkı istasyonunda, zaman zaman cafe quartet ve kabuk kitap evinde bulabilirsiniz. böylece gerçek hayatın içinde de yüz yüze gelip gözlerimizin içine bakabiliriz.

ve evet, hiçbiri beleş değil. çünkü yenilerini basmam için, en azından fotokopiciye benim de, ödemem gereken, atanızın kafasının resmi olan kağıtlara ihtiyacım oluyor. ya da tütün almaya. ya da biraz zihinsel gevşeme yaşayabilmem için, arada sırada biraz alkole. git çalış mı diyorsun? 12 yıl fabrika da çalıştım yavrum, yeterli. sonra bakarız bir şeylere. işporta da bir iş bu arada, ve sizin sandığınız gibi öyle dünyanın en kıyak ve rahat işi falan değil.

ve evet, hiçbir şey yapmasam bile, balkonumda sigara içip yoldan geçen insanları izlerim, gene zamanı öldürürüm. zamanını öldürmeyi seviyorum, inatçıyım bu konuda, bana 16 yaşımda "boşa zaman harcama" diyen dayıma karşı bu inatım! bunu ve bu kadar şeyi, niye yazdığımı anlamanız için, diziyi izlemeniz lazım. izleyin lütfen. sonra gelip eleştiri sunabilirsiniz. ha umursar mıyım? tabii ki hayır.

o yüzden, hoşçakalın, sevgiler..

girdap zack unthatow
a.k.a esçûmênto donete sanchez
a.k.a la espiridion del pueblo
a.k.a virtual cosmos be rodrigo
ya da kısaca girdo
daha da kısaca gzu

ya da hiçbir şey demeseniz de olur, zaten sağırım ben, 24 saat müzik dinliyorum, o yüzden duymazsam da mazur görün.. ; )



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder