zackeva 2
kötü
bir sabah diye iç geçirerek uyandı zack. yapabileceği pek bir şey yoktu bu
konuda. işe gitmek zorundaydı ve kurduğu alarma uyanmış, kötü bir sabah diye iç
geçirmişti. bunu tekrar ettim, çünkü zor okunan bir yazarmışım ben..
devam
ediyorum. ya siz? sıkıcı öyle değil mi? aynı teraneyi sunucam yine önünüze, ama
kaçarınız yok, ya okuyacaksınız ya da okuyacaksınız. siz okuyana kadar
zırvalamaya devam edicem. 20 yıldır
bunun mücadelesini veriyorum ve kimine göre de hep aynı şeylerden bahsediyorum.
ama dur bir dakika, hiç olmazsa aynı sırada bahsetmiyorum öyle değil mi? bunu
da daha önce söylemiştim evet haklısınız, bunu hatırlıyor olmanız beni okuduğunuz
anlamına gelirdi. ama hayır, dur bir saniye, ne diyordum?
kötü
bir sabah diye iç geçirerek uyandı zack. zack ben değilim bu arada, ikiz
kardeşim..
kötü
bir sabah diye iç geçirerek çalan alarma uyandı. işe gitmeliydi. yapabileceği
pek bir şey yoktu bu konuda. denemişti birkaç kez. çalışmadan yaşamayı
denemişti. duruşundan ödün vermeden yaşamayı da.. ve daha başka bir çok şey.
denemişti işte. hala deniyordu. denemekten asla vazgeçmemeye dair söz vermişti
kendine ve uyanmıştı sabahın köründe. bir dilim ekmekle yaptı kahvaltısını..
annesi hazırladı kahvaltıyı.. kendisi de hazırlayabilirdi ama annesi
bırakmıyordu bi kendi işini kendi görsün. ardından bir bardak kahve. aç karnına
ve kahvaltıdan sonra içilen iki sigara. giyinmek. ardından ayakkabıları giymek.
ardından kapıdan çıkarken, “hayırlı işler evladıma” karşılık, “sağol anne akşam
görüşürüz” serzenişi. sabah vardiyasındaydı ve nefret ediyordu sabah
vardiyasından. gece vardiyasından da nefret ediyordu. en sevdiği vardiya akşam
vardiyası idi çünkü gece yarısı eve gelip sabahlayabiliyordu herkes uyurken.
her neyse geçelim. üçüncü sigarasını evden çıkar çıkmaz yaktı ve beş kırk beşte
uyanıp altı sıfır beşte evden çıkmıştı. altı dakika sürdü yürümesi. bu esnada
biten sigarasını tazeledi servisin onu alacağı yere gelince. yollar bomboştu.
servisçi altıyı çeyrek geçe gelirdi. ya da altıyı yirmi geçe. bu aralarda. bu
skalada. servis gelene kadar dördüncü sigarasını da içti. neden içtiğini
bilmiyordu bu kadar üst üste sigara. içiyordu işte. bir sıkıntı vardı. içinden
atamadığı bir boşluk hissi. boşluk boşlukla bütünleşirse son bulacaktı. henüz
bütünleşmemişti. bekliyor ve beklerken de sigarasını içiyordu. hem içi boş
servisi –çünkü ilk onu alırdı- hem içi boşluğa yelken açmışlığı beklerken…
kaçış edebiyatı yaptığı bile söylendi ona. yuh artıklarla iç geçirdiği bir dolu
alaycı eleştiri almıştı. almış ve umursamamıştı. bekliyordu o. beklerken de ipi
elinden bırakmıyordu. bazen o ipin üzerinde yürüyor bazense boğazına
geçiriyordu. intiharı düşünmüyor ama ölümden uzak da yaşamıyordu. uçurumun
kenarında safsatası ona göre değildi. sevmiyordu bu tip içi boş ve anlamsız
sersenizleri. duvarın kenarında yaşıyordu o. ama duvar çatlamaya başlamıştı
artık ve arkasında ne var bilmiyordu. ikinci bir duvarı ise insanlarla arasına
örmüştü ve o duvar epey bir sağlamdı. çatırdatamazlardı asla.
her
neyse moruk, servis geldi işte. bindim. sabah sabah oyun havası çalıyordu.
iplemedim. servisçinin garip zamanlı müzik zevkleri. kulaklığımdaki sesi
yükselttim. dayadım kafayı cama. berem sağlama aldı gözlerimi. uyumadım. müzik
dinledim. ve birileri bindi servise. görmezden geldim hepsini. hepsi aynı
tencerede pişen pilaki idiler. ben de öyle. varın siz anlayın durumun vahametini. herkesin başına gelen, benim de
başıma geliyordu. sırf bunları anlatabiliyor diye farklı değildim milyonlarca,
hatta milyarlarca işçiden. tek fark, benim bir çıkış yolu arıyor ve bunu arada
sırada deniyor oluşumdu. servis durdu. indik hep birlikte. kulaklığımdaki
müziğin hızını kesmeden –rap çalıyordu, ecnebice- bir sigara daha yaktım. onun
da hızını kesmedim yani. ve dışarıda, fabrika dışında bir yere oturup izledim
ardımızdan gelen servisleri. umutsuz ve teslim olmuş yüzleri. isyan
barındırmayan yüzleri. ne denirse evet diyen yüzleri. ben ne denirse evet
demeyen, buna rağmen işyerinde en çok sevilen heriflerden biriydim. işimi iyi
yapıyordum çünkü. işini iyi yapmakla sisteme muhalif olmak farklı şeyler gibi
geliyordu. olmayabilirdi. belki kazıklamalıydım patronumu. belki fabrikaya
zarar vermeliydim. benim işyerimdeki durumumu bilen bazı insanlar bunu
çelişkili buluyordu. her şeyim çelişkiliydi tanrısını satayım. yolum yol
değildi onlara göre ama yoldan çıkalı da çok olmuştu bana göre.. bi sigara daha
yaktım. sonraki üç saat sigara içemeyecek, dinlenemeyecek ve belki de nefes
bile alamayacaktım. hızlı tempoda çalışıyorduk. tabakhaneye bok yetiştiriyorduk
resmen. kapitalizmin üst düzey, yarı açık hapishanelerinden birinde, vekildim.
irkildim bir an.. yanıma biri gelmişti. günaydın demiş. duymamışım. önemi yok.
onun ve günaydın diyişinin önemi yok çünkü güne başlamaya henüz hazır değilim.
hazırlanmam lazım. yüzümü bir kez daha yıkamam, 2 bardak su içmem –çünkü
sonraki 3 saat boyunca su da içemeyebilirdim- ardından üstümü giyinmem gerekiyordu.
çelik burunlu ayakkabı, pantolon, sweet, kulaklık, gözlük, eldiven.. bir de
sabah sporu diye bir şey çıkarmışlardı başımıza. birisinin sürekli elleri
ağrıyormuş, işyeri hekimine durumu anlatmış, işyeri hekimi de herkese zorunlu
sabah sporu diye bir şey icat etmiş. icat etmiş ama resmen. hareketleri kendi
kafasına göre seçmiş ve seçilen hiçbir hareket işçilerce tam anlamı ile
yapılmamış. sadece ayakta durup yapar gibi yapmışız. herkes işyerlerinde her
şeyi yapar gibi yapıyordu. ben değil. hayır ben ve birkaç insan değil. çünkü
başka türlü zaman geçmiyordu. patronu ya da amirlerimi taktığımdan değil.. ya
da benim üzerimden kazanacakları paralara sadık olduğumdan değil. sadece, başka
türlü zaman geçmiyordu. bunun ne demek olduğunu anlayabiliyor musunuz? baştan
alayım mı? dur deneyeyim bi. ne de olsa benim lunaparkımdasınız şu an..
alıyorum o halde..
kötü
bir sabah diye iç geçirerek uyandım. yapabileceğim pek bir şey yoktu bu konuda.
işe gitmek zorundaydım ve kurduğum alarma uyanmış, kötü bir sabah diye iç
geçirmiştim. bunu tekrar ettim, çünkü zor okunan bir yazarmışım ben.. her türlü
eleştiriyi kaale alıyorum gördüğünüz gibi. okuyucu ile taşak geçtiğimi düşünen
yeni bir eleştirmen bekliyorum şu an.
her
neyse, işbaşı yapar yapmaz ahmet geldi. ahmet hat sorumlusu. size işi düşerse,
sizden iyisi yoktur, ama sizinle bir işi yani çıkarı yani yaptıracağı ekstra
bir iş yok ise, sizin sorunlarınızı dinlemez bile. adama eldivenim yok, eldiven
makinesi –aa evet eldiven makinesi var iş yerinde, parmak izinizi gösteriyorsunuz
yeni bir eldiven veriyor, haftalık eldiven tüketme hakkınız limitli, çünkü çok
gidiyor eldiven, yırtılıyor, yağlanıyor, solvent oluyor, bor yağı oluyor, falan
filan falan filan, ve siz yeni bir eldiven talep ediyorsunuz. bu hakkınız
sınırlı yani. tasarruflu olmak zorundayız. ama aynı tasarrufu arabalar için
ürettiğimiz yağ pompasının takılacağı araba moturunun arabasının sahibi, mazot
konusunda gösteremeyebilir.. cümle karışık mı oldu? toparlayayım. yani
tasarruf, maliyetten kısma, aynı arabayı alıcak kişice gösterilmeyecek. arabayı
alıcak kişi bir işçi de olabilir ve tasarruflar sonucu elde edilen gelirlerin
katkısı ile ödenen maaşını harcarken tasarruflu olamayacak ki, borç batağı
içinde çalışmaya maruz kalsın. şimdi neden patronların patron, işçilerinden
işçi olduğunu anlamış olmayız. gidip marx ya da bakunin ya da smith felan
okumanıza gerek kalmadı böylece. ama elbette bi sürü bi sürü kuram okuyan, her
şeyin post post post post postunu, hatta postalını bilen birine, benim
anlattıklarım basit gelicek.. sıkıntı yok. burası bir lunapark. ne diyordum?
eldiven
makinesi. aynı ahmet, zack o eldiven makinesinden eldiven alamadığı yani,
parmak izi sisteminin onun parmak izini okumadığı bir durumda, zack’e yardımcı
olmaz. görevleri arasında bu da vardır halbuki. ve arada sırada sizi çok
sevdiğini de söyler ahmet, mesaiye kalmak istemezsiniz bir gün, sizi mesai
yazmaz, ama aynı ahmet sizi fabrikada koşu parkurundaymışınızçasına ordan oraya
sürükler. çünkü siz kadro kalmaya çalışan bir sözleşmeli elemansınızdır ve
ordan oraya sırf kadro kalayım gerisi kolay diye düşünerek koşabilirsiniz..
çünkü işsizlik kötü abi. iş bulmak zor. buldum mu kaybetmeyeyim düşüncesi ile
her insan, köle olur, bağlı bulunduğu birim şefine. birim şeflerinin çoğu
acımasızdır ve istisnalar kaideyi bozmaz. ama siz kadro kalmışsınızdır artık ve
işyerindeki haksızlıklara itiraz edebilme cesareti kazanmışsınızdır. bu cesaret
pat diye gelmez. biraz işsiz kalma riskini göze almayı gerektirir..
bir
de şenol vardır işyerinde, beş yıllık eleman.. yani beş yıllık eleman demek
bizim işyerinde dokunulmazlık hakkını elde etmek anlamına gelir. siz pazar
mesaisine gelirken, o evinde uyur, siz en ağır ve saçma angaryaları yaparken, o
size artıklar bırakır. şenol’un artıkları ile uğraşmak istemeyen zack, postayı
koyar beş yıllık adama.. beş yıllık adam uyuz olup zack’i şikayet eder.
hiçbirşey olmaz ama. şenol beş yıllık olmasına rağmen, paso hata yapar çünkü.
zack yedi ayda sıfır hata ile çalışmıştır..
hikayenin
sonuna geliyoruz dostlar. biraz değişik oldu biliyorum.. bir gün zack
kullandığı ilaçlar nedeni ile birkaç hata yapar ve kapının önüne konur. çünkü
zack’ın tazminatı yokken, şenol’un vardır. şenol paso hata yapar, başka bir
adam paso mesaiye gelmez, başkaca bir adam da paso işi eker, rapor alır. bu adamlar
işten atılmazken, zack iki günde üç hata nedeni ile işten atılır. çünkü
tazminatı yoktur zack’in. oysa ücretsiz izin verilse, zack onun hata yapmasına
neden olan hapa teselli babında ısınıp, dalgın ve hantal olmayacaktır.. ve
dahası, zack de eski işyerinde üç yıllık eleman olduğu için, hiç mesaiye
gitmemesine, arada bir işi ekmesine rağmen, ama yine nerdeyse sıfır hata ile
çalışarak işten çıkarılmamıştır..
kısacası,
kapitalizmde, her şey, maliyet hesabına bağlıdır, sistemi baltalamak
istiyorsak, bizim de maliyet hesabı yaparak yaşamamız gerekir, yarışmamız
değil. bitti.
25.
mart 2015.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder