25 Mart 2016

zackeva 2

zackeva 2

kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandı zack. yapabileceği pek bir şey yoktu bu konuda. işe gitmek zorundaydı ve kurduğu alarma uyanmış, kötü bir sabah diye iç geçirmişti. bunu tekrar ettim, çünkü zor okunan bir yazarmışım ben..

devam ediyorum. ya siz? sıkıcı öyle değil mi? aynı teraneyi sunucam yine önünüze, ama kaçarınız yok, ya okuyacaksınız ya da okuyacaksınız. siz okuyana kadar zırvalamaya devam edicem. 20 yıldır bunun mücadelesini veriyorum ve kimine göre de hep aynı şeylerden bahsediyorum. ama dur bir dakika, hiç olmazsa aynı sırada bahsetmiyorum öyle değil mi? bunu da daha önce söylemiştim evet haklısınız, bunu hatırlıyor olmanız beni okuduğunuz anlamına gelirdi. ama hayır, dur bir saniye, ne diyordum?

kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandı zack. zack ben değilim bu arada, ikiz kardeşim..

kötü bir sabah diye iç geçirerek çalan alarma uyandı. işe gitmeliydi. yapabileceği pek bir şey yoktu bu konuda. denemişti birkaç kez. çalışmadan yaşamayı denemişti. duruşundan ödün vermeden yaşamayı da.. ve daha başka bir çok şey. denemişti işte. hala deniyordu. denemekten asla vazgeçmemeye dair söz vermişti kendine ve uyanmıştı sabahın köründe. bir dilim ekmekle yaptı kahvaltısını.. annesi hazırladı kahvaltıyı.. kendisi de hazırlayabilirdi ama annesi bırakmıyordu bi kendi işini kendi görsün. ardından bir bardak kahve. aç karnına ve kahvaltıdan sonra içilen iki sigara. giyinmek. ardından ayakkabıları giymek. ardından kapıdan çıkarken, “hayırlı işler evladıma” karşılık, “sağol anne akşam görüşürüz” serzenişi. sabah vardiyasındaydı ve nefret ediyordu sabah vardiyasından. gece vardiyasından da nefret ediyordu. en sevdiği vardiya akşam vardiyası idi çünkü gece yarısı eve gelip sabahlayabiliyordu herkes uyurken. her neyse geçelim. üçüncü sigarasını evden çıkar çıkmaz yaktı ve beş kırk beşte uyanıp altı sıfır beşte evden çıkmıştı. altı dakika sürdü yürümesi. bu esnada biten sigarasını tazeledi servisin onu alacağı yere gelince. yollar bomboştu. servisçi altıyı çeyrek geçe gelirdi. ya da altıyı yirmi geçe. bu aralarda. bu skalada. servis gelene kadar dördüncü sigarasını da içti. neden içtiğini bilmiyordu bu kadar üst üste sigara. içiyordu işte. bir sıkıntı vardı. içinden atamadığı bir boşluk hissi. boşluk boşlukla bütünleşirse son bulacaktı. henüz bütünleşmemişti. bekliyor ve beklerken de sigarasını içiyordu. hem içi boş servisi –çünkü ilk onu alırdı- hem içi boşluğa yelken açmışlığı beklerken… kaçış edebiyatı yaptığı bile söylendi ona. yuh artıklarla iç geçirdiği bir dolu alaycı eleştiri almıştı. almış ve umursamamıştı. bekliyordu o. beklerken de ipi elinden bırakmıyordu. bazen o ipin üzerinde yürüyor bazense boğazına geçiriyordu. intiharı düşünmüyor ama ölümden uzak da yaşamıyordu. uçurumun kenarında safsatası ona göre değildi. sevmiyordu bu tip içi boş ve anlamsız sersenizleri. duvarın kenarında yaşıyordu o. ama duvar çatlamaya başlamıştı artık ve arkasında ne var bilmiyordu. ikinci bir duvarı ise insanlarla arasına örmüştü ve o duvar epey bir sağlamdı. çatırdatamazlardı asla.

her neyse moruk, servis geldi işte. bindim. sabah sabah oyun havası çalıyordu. iplemedim. servisçinin garip zamanlı müzik zevkleri. kulaklığımdaki sesi yükselttim. dayadım kafayı cama. berem sağlama aldı gözlerimi. uyumadım. müzik dinledim. ve birileri bindi servise. görmezden geldim hepsini. hepsi aynı tencerede pişen pilaki idiler. ben de öyle.  varın siz anlayın durumun vahametini. herkesin başına gelen, benim de başıma geliyordu. sırf bunları anlatabiliyor diye farklı değildim milyonlarca, hatta milyarlarca işçiden. tek fark, benim bir çıkış yolu arıyor ve bunu arada sırada deniyor oluşumdu. servis durdu. indik hep birlikte. kulaklığımdaki müziğin hızını kesmeden –rap çalıyordu, ecnebice- bir sigara daha yaktım. onun da hızını kesmedim yani. ve dışarıda, fabrika dışında bir yere oturup izledim ardımızdan gelen servisleri. umutsuz ve teslim olmuş yüzleri. isyan barındırmayan yüzleri. ne denirse evet diyen yüzleri. ben ne denirse evet demeyen, buna rağmen işyerinde en çok sevilen heriflerden biriydim. işimi iyi yapıyordum çünkü. işini iyi yapmakla sisteme muhalif olmak farklı şeyler gibi geliyordu. olmayabilirdi. belki kazıklamalıydım patronumu. belki fabrikaya zarar vermeliydim. benim işyerimdeki durumumu bilen bazı insanlar bunu çelişkili buluyordu. her şeyim çelişkiliydi tanrısını satayım. yolum yol değildi onlara göre ama yoldan çıkalı da çok olmuştu bana göre.. bi sigara daha yaktım. sonraki üç saat sigara içemeyecek, dinlenemeyecek ve belki de nefes bile alamayacaktım. hızlı tempoda çalışıyorduk. tabakhaneye bok yetiştiriyorduk resmen. kapitalizmin üst düzey, yarı açık hapishanelerinden birinde, vekildim. irkildim bir an.. yanıma biri gelmişti. günaydın demiş. duymamışım. önemi yok. onun ve günaydın diyişinin önemi yok çünkü güne başlamaya henüz hazır değilim. hazırlanmam lazım. yüzümü bir kez daha yıkamam, 2 bardak su içmem –çünkü sonraki 3 saat boyunca su da içemeyebilirdim- ardından üstümü giyinmem gerekiyordu. çelik burunlu ayakkabı, pantolon, sweet, kulaklık, gözlük, eldiven.. bir de sabah sporu diye bir şey çıkarmışlardı başımıza. birisinin sürekli elleri ağrıyormuş, işyeri hekimine durumu anlatmış, işyeri hekimi de herkese zorunlu sabah sporu diye bir şey icat etmiş. icat etmiş ama resmen. hareketleri kendi kafasına göre seçmiş ve seçilen hiçbir hareket işçilerce tam anlamı ile yapılmamış. sadece ayakta durup yapar gibi yapmışız. herkes işyerlerinde her şeyi yapar gibi yapıyordu. ben değil. hayır ben ve birkaç insan değil. çünkü başka türlü zaman geçmiyordu. patronu ya da amirlerimi taktığımdan değil.. ya da benim üzerimden kazanacakları paralara sadık olduğumdan değil. sadece, başka türlü zaman geçmiyordu. bunun ne demek olduğunu anlayabiliyor musunuz? baştan alayım mı? dur deneyeyim bi. ne de olsa benim lunaparkımdasınız şu an.. alıyorum o halde..

kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandım. yapabileceğim pek bir şey yoktu bu konuda. işe gitmek zorundaydım ve kurduğum alarma uyanmış, kötü bir sabah diye iç geçirmiştim. bunu tekrar ettim, çünkü zor okunan bir yazarmışım ben.. her türlü eleştiriyi kaale alıyorum gördüğünüz gibi. okuyucu ile taşak geçtiğimi düşünen yeni bir eleştirmen bekliyorum şu an.

her neyse, işbaşı yapar yapmaz ahmet geldi. ahmet hat sorumlusu. size işi düşerse, sizden iyisi yoktur, ama sizinle bir işi yani çıkarı yani yaptıracağı ekstra bir iş yok ise, sizin sorunlarınızı dinlemez bile. adama eldivenim yok, eldiven makinesi –aa evet eldiven makinesi var iş yerinde, parmak izinizi gösteriyorsunuz yeni bir eldiven veriyor, haftalık eldiven tüketme hakkınız limitli, çünkü çok gidiyor eldiven, yırtılıyor, yağlanıyor, solvent oluyor, bor yağı oluyor, falan filan falan filan, ve siz yeni bir eldiven talep ediyorsunuz. bu hakkınız sınırlı yani. tasarruflu olmak zorundayız. ama aynı tasarrufu arabalar için ürettiğimiz yağ pompasının takılacağı araba moturunun arabasının sahibi, mazot konusunda gösteremeyebilir.. cümle karışık mı oldu? toparlayayım. yani tasarruf, maliyetten kısma, aynı arabayı alıcak kişice gösterilmeyecek. arabayı alıcak kişi bir işçi de olabilir ve tasarruflar sonucu elde edilen gelirlerin katkısı ile ödenen maaşını harcarken tasarruflu olamayacak ki, borç batağı içinde çalışmaya maruz kalsın. şimdi neden patronların patron, işçilerinden işçi olduğunu anlamış olmayız. gidip marx ya da bakunin ya da smith felan okumanıza gerek kalmadı böylece. ama elbette bi sürü bi sürü kuram okuyan, her şeyin post post post post postunu, hatta postalını bilen birine, benim anlattıklarım basit gelicek.. sıkıntı yok. burası bir lunapark. ne diyordum?

eldiven makinesi. aynı ahmet, zack o eldiven makinesinden eldiven alamadığı yani, parmak izi sisteminin onun parmak izini okumadığı bir durumda, zack’e yardımcı olmaz. görevleri arasında bu da vardır halbuki. ve arada sırada sizi çok sevdiğini de söyler ahmet, mesaiye kalmak istemezsiniz bir gün, sizi mesai yazmaz, ama aynı ahmet sizi fabrikada koşu parkurundaymışınızçasına ordan oraya sürükler. çünkü siz kadro kalmaya çalışan bir sözleşmeli elemansınızdır ve ordan oraya sırf kadro kalayım gerisi kolay diye düşünerek koşabilirsiniz.. çünkü işsizlik kötü abi. iş bulmak zor. buldum mu kaybetmeyeyim düşüncesi ile her insan, köle olur, bağlı bulunduğu birim şefine. birim şeflerinin çoğu acımasızdır ve istisnalar kaideyi bozmaz. ama siz kadro kalmışsınızdır artık ve işyerindeki haksızlıklara itiraz edebilme cesareti kazanmışsınızdır. bu cesaret pat diye gelmez. biraz işsiz kalma riskini göze almayı gerektirir..

bir de şenol vardır işyerinde, beş yıllık eleman.. yani beş yıllık eleman demek bizim işyerinde dokunulmazlık hakkını elde etmek anlamına gelir. siz pazar mesaisine gelirken, o evinde uyur, siz en ağır ve saçma angaryaları yaparken, o size artıklar bırakır. şenol’un artıkları ile uğraşmak istemeyen zack, postayı koyar beş yıllık adama.. beş yıllık adam uyuz olup zack’i şikayet eder. hiçbirşey olmaz ama. şenol beş yıllık olmasına rağmen, paso hata yapar çünkü. zack yedi ayda sıfır hata ile çalışmıştır..

hikayenin sonuna geliyoruz dostlar. biraz değişik oldu biliyorum.. bir gün zack kullandığı ilaçlar nedeni ile birkaç hata yapar ve kapının önüne konur. çünkü zack’ın tazminatı yokken, şenol’un vardır. şenol paso hata yapar, başka bir adam paso mesaiye gelmez, başkaca bir adam da paso işi eker, rapor alır. bu adamlar işten atılmazken, zack iki günde üç hata nedeni ile işten atılır. çünkü tazminatı yoktur zack’in. oysa ücretsiz izin verilse, zack onun hata yapmasına neden olan hapa teselli babında ısınıp, dalgın ve hantal olmayacaktır.. ve dahası, zack de eski işyerinde üç yıllık eleman olduğu için, hiç mesaiye gitmemesine, arada bir işi ekmesine rağmen, ama yine nerdeyse sıfır hata ile çalışarak işten çıkarılmamıştır..

kısacası, kapitalizmde, her şey, maliyet hesabına bağlıdır, sistemi baltalamak istiyorsak, bizim de maliyet hesabı yaparak yaşamamız gerekir, yarışmamız değil. bitti.

25. mart 2015.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder