10 Aralık 2016

deliliğe yolculuk

deliliğe yolculuk

ali son derece zeki ama aylak bir adamdı. liseyi kopyalar ve öğretmenlerinin yardımı ile güç bela bitirmiş, üniversite sınavının olduğu gün uyuyakalmıştı. babası bir saat başında durmuş, uyandırmaya çalışmış, o bana mısın dememiş, hatta sadece “girmicem sınava rahat bırak beni” serzenişleri ile bilmem kaçıncı rüyasına devam etmişti.

40 yaşına kadar da hiç çalışmamıştı herhangi bir yerde. babası ona iş buluyor, o sabah ya kalkmıyor ya da kalksa bile iş görüşmesi yerine kahveye gidiyor, o günkü iddia bültenine çalışıyor, babasının verdiği yol parasıyla bir kupon yapıp eve dönüyordu. babası yılmıştı artık ali’den. son demlerinde o’nunla uğraşmayı bırakmıştı.

bi gün aniden öldü babası. kalp krizinden bir anda gitti öbür tarafa. ali’yi istemsizce, ya annem de ölürse, korkusu sardı. o zaman beş parasız naparım, diye düşündü. elbette tek düşündüğü bu değildi ama düşüncelerinin arasına parasız kalıcak olması da giriyordu. söz konusu olan sadece annesinin ona ender olarak verdiği beş-on liralar değil, ev kirası ve faturalardı da aynı zamanda. ve korktuğu gibi de oldu. babasının ölümünden beş ay sonra, bir sabah uyandığında, annesini hala uyurken buldu. oysa annesi sabah ezanıyla uyanır, bir daha da yatsıya kadar uyumazdı. birkaç kez seslendi annesine, tık yoktu. kalbini dinledi, atmıyordu. göğsünü izledi, nefes de almıyordu. öylece kaldı bir beş dakika. hiçbir şey yapmadan. dondu. sonra ağlamaya başladı. yaklaşık bir saat sessizce, feryat figan etmeden ağladı. sonra, kendi derdine düştü. üzülmesine üzülmüştü elbette, içi yanmıştı, ama şimdi bir sorunla daha karşı karşıyaydı, çalışması gerekecekti, buna mecburdu, 40 yaşına kadar hiçbir şekilde çalışmamış ve hayatı boyunca çalışmayı düşünmemiş olan ali’yi her gün işe gitmek zorunda kalma telaşı sardı. ölmüş olan annesinin yanı başında, bu düşüncelere kapıldığını fark edince utandı kendinden ve biraz daha ağladı.

ağlaması geçince dehşet verici bir plan geldi aklına. annesinin öldüğünü kimseye haber vermeyecek, böylece babasından kalma annesinin çektiği maaş kesilmeyecekti. pek akrabaları yoktu zaten. olanlar da şehir dışındaydı, arayıp sormazlardı annesini. tek çocuktu. kardeşleri de yoktu. kimseye haber vermemek en iyisiydi. ama ceseti nasıl saklayacaktı. düşündü. küçük parçalara ayırmayı düşündü annesinin cesetini. ufacık parçalara bölüp azar azar köpeklere veririm diye düşündü. epeyce bir süre kurdu bunu kafasında. en ince detayına kadar planladı. sonuçlarını ölçüp biçti. annesi zaten ölmüştü ama buna rağmen kesip biçeceği beden annesine aitti. bundan dolayı değil de, hapse düşme korkusundan vazgeçti bu plandan. yakalanma endişesi olmasa yapıcaktı. o derece istemiyordu bir işe girip çalışmayı. politik bir tavır falan da takındığı yoktu bu konuda. politikayla ilgilenmezdi. tek ilgilendiği iddaa ve alkoldü. arada bir annesinin ona verdiği beş lirayla, ancak o kadar verebiliyordu kadın, ufak ve rütübetli bir evde kıt kanaat geçiniyorlardı zaten, annesinin verdiği beş lirayla bire beş veren bir iddaa kuponu yapar, tutarsa akşamına gelen elli lirayla sokakta kafayı çekip eve gelirdi. zaten iddaa ile ilgilenmesinin tek nedeni de alkoldü. alkolü aklını biraz rahatlattığı için seviyordu.

hiç arkadaşı yoktu. mahallede kimseye selam vermez, mahalle sınırlarından da bir milim dışarı çıkmazdı. ufak bir hayatı vardı ali’nin. iddaa bayii, tekel bayii, tütüncü, ev. ev dediysek, onun da tek odasına tıkılıp kalır, saatlerce hiçbir şey yapmadan uzanıp duvarları izlerdi. boş boş izlemiyordu duvarları, düşünüyordu, neden bu dünyaya geldiğini, bir tanrının olup olmadığını, varsa ne bok yemeye hayatı icat ettiğini, gerçekte etrafında dönen dünyanın var olup olmadığını, başka bir ailede doğmuş olsa aynı insan olup olmayacağını. temel felsefi sorulara kafa patladırdı kısaca. ama bugüne kadar değil felsefi bir kitap, ders kitabını bile okumuşluğu yoktu. ahlak, vicdan, din gibi konular üzerine de çok düşünmüştü, bunların toplumun uydurduğu bir baskı unsuru olduğuna kanaat getirmiş olucak ki, annesinin ölümünün ardından, onu kesip ufak parçalara bölmesine engel olan tek şey hapse girme riski olmuştu. hapse girmek istemiyordu. orada aynı hücrede onlarca insanla kalmak onu öldürebilirdi.

aşağı yukarı dört saat geçtikten sonra telaşla camiye koştu. öğlen ezanı okunuyordu. imamı camide yakalardı. hemen imama ezan bitimi yetişip durumu haber verdi. bu durumda başka ne yapması gerektiğini de bilmiyordu ama sela okunması en acil işmiş gibi göründü gözüne. imam ona başka nereye başvurması gerektiğini, defin işleminin nasıl olabileceğini anlattı. sela okunurken duymamak için acil evden biraz para alıp -belki lazım olur diye- yıllar sonra belki de ilk kez kendini tıktığı dar çemberden dışarı çıktı.. belediyeye gitti. ölüm kağıdı ve birkaç başka işlemi halledip geri eve döndü. cenaze arabasını beklemeye başladı. komşular haberdar olup eve doluşmaya başlamıştı. bir an önce bitmesini istiyordu bu faslın. insanları sevmiyor, teselli babında söylediklerine kulak asmıyor ve ağlamıyordu. ağlaması geçeli ve duruma alışalı epey olmuştu. en sonunda yıkama işlemi için evden çıkardılar annesinin bedenini. ikindiye kalkıcaktı cenaze. bu kadar erken olacağını tahmin etmiyordu. ikindi okundu. namaz kılındı. ve annesini gömüp evine gelebildi nihayet. komşu kadınlar evde bi yasin okuyalım dediyse de tersledi hepsini ve kovdu evden.

şimdi ne yapacaktı. duyduğuna göre, her şey artık bilgisayara bağlı olduğu için, ölüm bildirildiği anda maaş kesilecekti. akrabalarından medet ummak istemiyordu. zaten şehir içinde bir akrabası yoktu. evdeki kalan son parayla uzun süre geçinemezdi. buna rağmen paranın bir kısmı ile, bir buçuk litrelik bir köpek öldüren aldı. hızlıca içti onu. kesmemişti ama. bitince bi bir buçuk litre daha, tütünü kalmadığı ve sigara sarmak istemediği için de bir paket chesterfield. o bir buçuk litreliği de çar çabuk içti. sigarayı da içmiyor, yiyordu adeta. sızıp kaldı en sonunda bir köşede.

ertesi gün sabahın köründe uyandı ve ilk işi bir gazete almak oldu. gazete ve sigara. iş ilanlarına bakıcaktı. yoktu başka çaresi. hayatı boyunca tek bir iş görüşmesi bile yapmamıştı. babasının bulduğu yerlere de gitmemişti hiç. yıllardır yaşadığı mahalleden bile adımını dışarı atmamıştı, ta ki dün sabaha kadar. yumurta kapıya dayanmıştı ama bir kere. yıllardır bunu hesap ediyordu aslında kafasında, ama anne babasının bu kadar ani bu kadar yakın zamanda öleceğini aklına getirmiyordu. 58 yaşındaydı babası öldüğünde, annesi de 55. ikisi de kalp krizinden. yıllardır inanmadığı tanrı, eğer varsa, ona kötü bi sürpriz hazırlamış olmalıydı. yukarıdan ilgiliyle seyredip kahkahalar atıyor olmalıydı. “iyi eğlendiriyor muyum seni çakal, muradına erebildin mi” dedi kafasını yukarıya kaldırıp. ardından tekrar önüne döndü. birçok ilanı işaretledi. işaretlediği ilanlardan bir kaçını aradı. kimisini, telefona çıkan kişinin ses tonunu güvenilir bulmadığından eledi, kimini de yaşadığı eve uzak diye. otobüse binmeyeli bi on yıl olmuştu. uzak bir iş yerini çekemezdi hiç. en sonunda birinde karar kıldı. hastanede temizlik görevlisi olacaktı. tecrübe ve yaş aramıyorlardı. büyük olasılıkla asgari ücret vereceklerdi. bir kez daha aynı yeri arayıp, görüşmeyi telefonda yapıp yapamayacaklarını sordu. en azından şartları öğrenseydi bare. boşuna gitmiş olmak istemiyordu. en sonunda, telefondaki kızın, “mutlaka yüz yüze görüşmeniz lazım” serzenişinden sonra, “bir saat sonra gelsem olur mu” dedi. taşeron bir firmaydı çalışacağı yer. taşeron firma eve biraz uzaktı ama neyse ki hastane yarım saat mesafedeydi.

ancak iki saat sonra çıkabildi evden. o günkü iddaa bültenine çalışması gerekiyordu maçlar başlamadan. ince eleyip sık dokudu. birkaç maçı gözünü kestirip kuponu hazırladı ve ardından evden çıktı. önce iddaa bayiine ardından otobüs durağına. otobüse bindi. ardından bir otobüse daha. ve vardı varacağı yere, bir iş merkezinin dördüncü katı. içeri girdi, kapıdaki güvenliğe durumu anlattı. asansöre bindi. ve tam bu sırada aklına geldi, tıraş olmadığı. doğru ya. tıraş da olunmalıydı sanırsa. öyle işitmişti yıllarca babasından, “akşamdan tıraş ol, sabah sana bi iş görüşmesi ayarladım”. bazen de annesi bir gazete alır, oğlu adına ilanları arar, “ben oğlum için aramıştım” dedikten sonra, doğal olarak oğulu istedikleri ve ali telefona çıkmadığı, odasından bile çıkmadığı için, sonuç alamazdı. “neyse tıraşı da iş başlayınca oluruz artık” derim diye içinden söylenip, girdi firmanın kapısından. girişteki kıza da güvenliğe kurduğu cümlelerin aynını kurdu, kız “biraz bekleyin lütfen” dedi. bir koltuğa oturup yarım saat boyunca öylece hareketsiz duvarları izledi ali. tuhaf görünmek istemiyordu ama iş görüşmelerinde insanlar nasıl görünür bilmiyordu. yarım saat sonra, “daha bekleyecek miyim?” diye sordu. “bilmiyorum, müdürümüzün işi bitsin çağıracak” dedi. “hay sokayım müdürüne” dedi içinden ali. oysa bu yaşa kadar bir kadınla da beraber olmuşluğu yoktu. sevgilisi bile olmamıştı hiç. ilgi de duymamıştı buna. çocukluk aşkı bile olmamıştı ali’nin. kendisinde bir sorun olduğunu düşünmüyordu ama. sorun insanlardaydı, onda değil, emindi kendinden, bir psikolağa da götürmeye çalışmıştı ailesi onu, daha ilk okulda da bir kereliğine zorla götürmüşlerdi hatta, okula gitmek istemiyor diye. doktor ilaç yazmış o da ilaçları içer gibi yapıp çöpe atmıştı. bir daha da değil psikolog bir hastanenin kapısından bile içeri adımını atmamıştı. işe alınırsa, on yıllar sonra ilk kez bir hastanenin içine girmiş olacaktı anlayacağınız. neden sonra çağrıldı ali müdür tarafından. açık bir şekilde dürüstçe meramını anlattı ali, bu yaşa kadar hiç çalışmadığını, ama anne babasının kısa aralıklarla öldüğünü ve artık bir işe ihtiyacı olduğunu, eğer işe alınırsa uzun yıllar çalışabileceğini.. vs vs. hiç iyi yapmamıştı böylesi bir girizgahla. yoluncak tavuk olarak göründüğüne şüphe yoktu. “tamam şartlarımızı kabul ederseniz” diye girdi söze şef, asgari ücret dedi, yol parası ve ekstra mesaiye ödeme yapmıyoruz dedi. yapıyorlardı aslında. ama ali madem acil işe ihtiyacı olan biriydi, bazı haklardan da mahrum olsa bir şey olmazdı. “tamam” dedi ali, “işe ne zaman başlayabilirim, kabul ediyorum”
“hemen” dedi müdür, “yarın başlayabilirsiniz. az sonra sekreter sizi birim şefimize yönlendiricek, ondan giysilerinizi alıcaksınız. bir de doldurulması gereken birkaç evrak. yarın da iş başı yapmadan önce bir sağlık kontrolünden geçersiniz olur biter”.
“anlaştık” dedi ali.

içinde kötü bir his vardı. başarabilecek miydi acaba. sabahın altısında uyanabilecek miydi mesela. kesin işe girersem daha çok içmeye başlarım diye düşünüyordu. parasızlıktan içemiyordu dilediği kadar daha önce ama bundan da şikayetçi değildi. yemekle de arası pek yoktu. ne bulursa yer, her gün aynı yemek bile çıksa şikayet etmezdi. herhalde yemek giderim olmaz artık diye düşündü, bi sabah kahvaltısı. işyerinde yediğimle akşamı yaparım. akşamları da yemeye vereceğim parayla bi bir buçukluk iş görür.

eve gelirken kalan parasıyla, bi bir buçuk daha aldı ali. bir de sigara. kalan parayı idareli kullanmalıydı aslında, ilk maaşına kadar elindekiyle idare etmesi gerekiyordu. kala kala dört yüz elli yedi lira kalmıştı annesinin çantasında.

nasıl olduysa o kadar şarabı içmesine rağmen, alarma uyanıverdi ali. yataktan kazıdı resmen kendini. ilk kez bir iş için, hatta okul zamanlarından beri ilk kez herhangi bir şey için, uykusunu almadan bir alarma uyanıyordu. uzun süre düşündü işe gidip gitmemeyi. ama başka çaresinin olmayışı zorluyordu onu. kalktı. giyindi. iki lokma bir şey atıştırdı ve “hay aksi” dedi, “gene tıraş olmayı unuttuk iyi mi. şimdi olsam işe geç kalırım. ilk günden geç kalmayalım yarın oluruz.”

neyse ki iş görüşmesi yaptığı yere göre daha yakındı hastane. tek otobüsle yarım saat. sabahın köründe işe giden insanların yüzüne bakıyor ve yıllarca gerizekalı ve idiotça olarak gördüğü bu seçimi şimdi o da uyguluyordu. işe gitmek. daha önce de dediğim gibi, bunu politik bir söyleme de giydirmiyordu. o aylaklık peşindeydi hepsi bu. saatlerce yemek yemek dışında hiçbir şey yapmadan duvarları izlese, sıkılmazdı. “hayatın şifresini çözecek sanki pezevenk düşüne düşüne” derdi babası ona. bir şifresi varsa hayatın, bunu çözmeyi çok isterdi aslında. ama olduğuna dair bir umudu da yoktu. bir anlamı yoktu yaşamanın. olsaydı onca yıl içinde, çıkardı karşısına mutlaka. çözerdi yani. kitaplardan yardım almayı düşünmedi hiç bu konuda, hayatın sırrını çözmeye de çalışmıyordu çünkü. inanmıyordu bir sırrı olduğuna hayatın, “tanrı” diyordu, “eğer varsa, yalnızlıktan çok sıkılmış olmalı ki, eğlencelik bir şey yarattı kendine, insanlar eğlencelik bir filmi nasıl izliyorsa, aynı edayla o da bizi izliyor işte. başkaca da bir anlamı yok bu ebegümecinin. yok eğer tanrı gerçekten yoksa, o zaman daha kötü. biz kendi kendimize bir sürü anlamlar duygular üretmişiz demektir binlerce yıllık evrim sonucunda. gül gibi hayvanlıktan sıyrılıp insan adında kodlanmış bir varlığa dönüşmüşüz. bir sürü görevler, ahlaklar, kurallar, duygular, roller.. hepsi de sonunda ölüp gitmek için. iki hiçliğin arasını –doğumdan önce ve doğumdan sonra- tıka basa doldurmuşuz. hava alıcak yer yok.”

bu düşünceler içerisinde otobüsten indi ali. hastanenin yolunu tuttu. durağa iki dakika uzaklıktaydı hastane. kapıdaki güvenliğe durumu anlattı, şef dedikleri adamın dokuzda geleceğini, o gelene kadar beklemesi gerektiğini öğrendi. tıraş olsam mı acaba bu arada diye düşünüp siktir etti. dolaşmaya başladı hastanede. gördüğü temizlik görevlilerin naptığını dikkatlice süzdü. kolay bir iş gibi görünüyordu gözüne. yapabilirdi. yapmak da zorundaydı aynı zamanda. binbir küfürler ediyordu bu esnada tanrıya ve evrime. bir kedi ya da köpek olsa bunların hiçbiri olmayacaktı. bir daha dünyaya gelirsem maymun olucam, dedi içinden. aslında bir ejderha olmak istiyordu o. bu dünyada hiç yaşamamış sadece masallarda olan bir varlık. öylesi daha kolay olurdu. insan zekası, evrimin kanserli hücresiydi ona göre. teknoloji de bu kanserin en gelişmiş versiyonu. ama bunların hiçbirini politik bir kimliğe bürünerek söylemiyordu. hiç kitap okumamıştı hayatında ve ne devrimden yanaydı ne de iktidardan. ona göre çözümsüz bir meseleydi bu. insan denen varlık işin içinde olduğu sürece tüm çıkış yolları tıkalıydı. insanı ortadan kaldırabilirsek eğer ve tüm insanlar bir hayvana dönüşebilirse ya da hayvansal içgüdülerle yaşayabilirse, anca o zaman, o da belki, bi çözüme kavuşulmuş olurdu. bilgi boktu. bilgelik de öyle. ve artık daha çok bilgi uğruna, bugüne kadar hiç test etmediği sadece adını ve tarifini duyduğu internet diye bir şey icat edilmişti. artık bilgi durmadan yayılıyor ama kimsenin aklında kalmıyordu. hız artıkça, zekaya gereksinim kalmamıştı. böylesi daha iyi olmuştu belki de. zamanla insan evrimi zekayı yiyip bitirir en başa, olduğu şekle, içgüdüleri ile hareket eden bir hayvana dönerdi belki.  bu düşünceler içerisindeyken, şef geldi. güvenlik bahsetmişti şefin dokuzda odasında olacağından. kapıyı çaldı.

içeri girer girmez “hoş geldiniz ali bey, ama neden tıraş olmadınız” dedi şef.
“şey, sabah geç kalktım da, yetişemedim. yarın böyle gelmem.”
“akşamdan olsaydınız”
“unutmuşum.”
“bu şekilde olursa sorun yaşarız bilginiz olsun. bir saniye sizi bekleticem” deyip telefonla bir yeri aradı. telefondakine “yanına yeni personeli gönderiyorum, işi tarif et, iki gün beraber takılın” dedi. ali’ye döndü. ikinci kattaki 205 nolu odaya git, orada sercan var, işi şana anlatıcak, görüşürüz, yarın tıraş olup gelip lütfen”.
“anladım”.

sinirden kendini sıkıyor, bir dolu küfürler ediyordu ali. o gün sercan’la beraber çalıştılar. tuvaletleri temizledi. koridorlara paspas çekti. falan filan. sercan sürekli ali’yi işi düzgün yapması gerektiği konusunda uyarıyordu. baştan savma yapmıyordu aslında ali işi, sadece çok sıkılmıştı. bir an önce gün bitsin istiyordu. en sonunda paydos edip eve varınca rahat bir nefes aldı. bir de tabii ki gelirken yine, bir buçukluk şarabını almayı ihmal etmedi. bu kez sigara yerine tütün aldı ama. böyle gitmezdi. parayı kısa zamanda bitirirse, maaş gününe kadar tek kuruş borç alabileceği kimse de yoktu. ertesi gün için de bir paket sigara sardı, şarabı yudumlarken. müzik de dinlemiyordu hiç. müziği de sevmezdi ali. müzik, resim, sinema, edebiyat. sanatın her türlüsüne tiksintiyle bakıyordu. hayvanlar sanat yapıyor muydu hiç. bu da insan oğlunun diğer uğraşları gibi içi kof bir şeydi ona göre. yemek yapmak bile içi boş bir meşgaleydi. doğada ne bulduysak yiyorduk bir zamanlar. ne zaman avladığımız hayvanları pişirmeye başladıysak orada süreç başladı diye düşünüyordu.. ateşin icadı, tanrının icadından daha tehlikeli bir şeydi ona göre. şarap bitince o da uzandı. gene tıraş olmayı unutmuştu.

ertesi gün sabah gene jiletle kazınırcasına yataktan çıktı. otobüse bindi. hastanede sercan’la buluştu. “bugün de benle takıl, yarın tek çalışırsın artık” dedi sercan. “görev bölgeni belirler şefimiz. bana laf düşmez ama sakallı gelme abi, işten atmaya sebep arıyorlar zaten. yine de sen bilirsin.”
“unutuyorum ya, olurum akşam.”
“dediğim gibi bana laf düşmez de…”

tam bu esnada şefle karşılaştılar. arada bir geziyordu şef zaten ortalıkta. işleri denetliyordu. ona da bunun için maaş veriyor olmalıydılar. onun üstündekiler de onu denetliyordu. silsile patrona kadar böylece devam ediyordu. şef yine tıraş olmadığı için ali’yi azarladı.

ertesi gün yine tıraş olmadı ali. bu kez unuttuğundan değil de üşendiğinden. şişenin yarısındayken aklına gelmişti. yarın işten gelir gelmez olurum, diye düşündü. tek çalışmaya başlamıştı artık. ama işinde de kurnazlığa kaçıyordu. kimi yerlere tek paspas çekiyor, kimi yerleri temiz göründüğü için hiç ellemiyordu bile. en çok camlarda faso veriyordu. camdı ona göre işte. leke de yoktu. her gün her gün silmeye ne hacet. bir hafta içinde işten çıkardılar ali’yi. bu süre boyunca da tıraş olmayı sürekli erteledi unuttu. zaten ailesi sağken de pek tıraş olmazdı. çalıştığı dönemde de sakalları da en fazla üç haftalıktı, pek uzun sayılmazdı, ne alakası vardı sakalla işin…

işten atılınca, o da şaraba ara verdi. yine iş araması gerekecekti. buldu da. ama bulduğu her işte en fazla bir hafta dayanabildi. tıraş olduğu halde üstelik. işe özen gösterse de bu kez de hiç konuşmadığı için şefin gözüne giremiyor, şeflerin bazı sorularına alakasız veya ters cevaplar verdiği için, işten çıkarılıyordu.

en sonunda kalan para da bitti ve dilencilik yapmaya karar verdi ali. sapasağlam adamdı. ona para verirler miydi acaba. başka çare gelmiyordu aklına. en eski ve en kirli giysilerini giyip çıktı sokağa. işlek bir caddede bağdaş kurup açtı mendilini, bekledi başlamaya. pek para atan yoktu. ilk gün beş lira toplayabildi. ikinci gün bir kartona “ölmemi istemiyorsanız üç beş kuruş. bu cinayete ortak olmamak için üç beş kuruş” yazdı. orijinal bir dilenci olmuştu. ama yine de beş liradan fazla toplayamadı. üstüne bir de zabıta ile köşe kapmaca oynamak zorunda kalmıştı. hatta zabıtanın teki, dilenceksen bile bu yazı ile olmaz dedi. bir hafta sonra işin içine polis girdi. kartona yazdığı yazıdan vazgeçmiyordu çünkü ali.

en sonunda da akıl hastanesine attılar aliyi. ilk başlarda iğne vuruyorlardı. iğneden kaçış yoktu. hastabakıcılar zorla tutar, hemşire iğneyi vuruverirdi. ama hapa geçildiğinde, rahatladı biraz. hapları içmeyecekti sonuçta. ve psikiyatristin sorularına, son derece aklı başında bir insan gibi cevap veriyordu. bu kez de ilaç dozajını artırmakta çözümü görüyordu doktor. elektroşok bile verdiler iki kez. şok hoşuna gitmişti alinin. şok sonrası gün bomboş bir zihinle pek bir şey hatırlamadan dolaşıyordu. ama sonra yine, o kaçınılmaz düşünceler peydahlanıyordu zihninde. hiç olmazsa burada çalışmak zorunda değildi. yine de askeriyeden farkı yoktu. askerliğini anlatmadık ali’nin, onu da üç firarla ve onlarca sopayla bitirmişti.

en sonunda kafaya koydu intiharı. kararı kesin ve netti. bu toplumda ona yer yoktu. o da bu topluma yer vermiyordu kendi düşüncelerinde. mantıklı tek bir izah bulamıyordu zihninde, onlar gibi yaşamak için. ama akıl hastanesinde nasıl intihar edilsin. kafaya koymuştu ama bir kere. yapıcaktı. kaçarı yoktu. umarım tanrı yoktur ve hiçliğe kucak açarım ya da dünyaya tekrar geliceksem de bir hayvan olayım diye kurdu hayalini. onlarca gün, doktorun her ilaç saatinde suyla beraber verdiği hapı dil altında saklayıp, bahçeye çıkınca cebine, akşam olunca da yastığının arasına sakladı. iki hafta sonra yeterince olmuştur herhalde diye düşündü ve hepsini toparlayıp bir gece vakti, tuvalete gidip, tuvaletteki musluktan kana kana su içerek yuttu. gidip yatağına uzandı.

olmamıştı ama. becerememişti. haplar onu öldürmemiş, sadece delirtmişti. olsun. bu da kafiydi psikoza girmeden önceki ali’nin düşlerine göre. en azından akıldan kurtulmuştu. hala manisa’da yatar kendisi. ben tanıştım. ama sakın ziyaretine falan gitmeyin. yeteri kadar rahatsız ettik ali’yi. rahat bırakalım artık.. gördüğü halüsinasyonlarla mutlu o.

10 aralık 2016.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder