deliliğe yolculuk
ali
son derece zeki ama aylak bir adamdı. liseyi kopyalar ve öğretmenlerinin
yardımı ile güç bela bitirmiş, üniversite sınavının olduğu gün uyuyakalmıştı.
babası bir saat başında durmuş, uyandırmaya çalışmış, o bana mısın dememiş,
hatta sadece “girmicem sınava rahat bırak beni” serzenişleri ile bilmem kaçıncı
rüyasına devam etmişti.
40
yaşına kadar da hiç çalışmamıştı herhangi bir yerde. babası ona iş buluyor, o
sabah ya kalkmıyor ya da kalksa bile iş görüşmesi yerine kahveye gidiyor, o
günkü iddia bültenine çalışıyor, babasının verdiği yol parasıyla bir kupon
yapıp eve dönüyordu. babası yılmıştı artık ali’den. son demlerinde o’nunla
uğraşmayı bırakmıştı.
bi
gün aniden öldü babası. kalp krizinden bir anda gitti öbür tarafa. ali’yi
istemsizce, ya annem de ölürse, korkusu sardı. o zaman beş parasız naparım,
diye düşündü. elbette tek düşündüğü bu değildi ama düşüncelerinin arasına
parasız kalıcak olması da giriyordu. söz konusu olan sadece annesinin ona ender
olarak verdiği beş-on liralar değil, ev kirası ve faturalardı da aynı zamanda.
ve korktuğu gibi de oldu. babasının ölümünden beş ay sonra, bir sabah
uyandığında, annesini hala uyurken buldu. oysa annesi sabah ezanıyla uyanır,
bir daha da yatsıya kadar uyumazdı. birkaç kez seslendi annesine, tık yoktu.
kalbini dinledi, atmıyordu. göğsünü izledi, nefes de almıyordu. öylece kaldı
bir beş dakika. hiçbir şey yapmadan. dondu. sonra ağlamaya başladı. yaklaşık
bir saat sessizce, feryat figan etmeden ağladı. sonra, kendi derdine düştü.
üzülmesine üzülmüştü elbette, içi yanmıştı, ama şimdi bir sorunla daha karşı
karşıyaydı, çalışması gerekecekti, buna mecburdu, 40 yaşına kadar hiçbir
şekilde çalışmamış ve hayatı boyunca çalışmayı düşünmemiş olan ali’yi her gün
işe gitmek zorunda kalma telaşı sardı. ölmüş olan annesinin yanı başında, bu
düşüncelere kapıldığını fark edince utandı kendinden ve biraz daha ağladı.
ağlaması
geçince dehşet verici bir plan geldi aklına. annesinin öldüğünü kimseye haber
vermeyecek, böylece babasından kalma annesinin çektiği maaş kesilmeyecekti. pek
akrabaları yoktu zaten. olanlar da şehir dışındaydı, arayıp sormazlardı
annesini. tek çocuktu. kardeşleri de yoktu. kimseye haber vermemek en iyisiydi.
ama ceseti nasıl saklayacaktı. düşündü. küçük parçalara ayırmayı düşündü
annesinin cesetini. ufacık parçalara bölüp azar azar köpeklere veririm diye
düşündü. epeyce bir süre kurdu bunu kafasında. en ince detayına kadar planladı.
sonuçlarını ölçüp biçti. annesi zaten ölmüştü ama buna rağmen kesip biçeceği
beden annesine aitti. bundan dolayı değil de, hapse düşme korkusundan vazgeçti
bu plandan. yakalanma endişesi olmasa yapıcaktı. o derece istemiyordu bir işe
girip çalışmayı. politik bir tavır falan da takındığı yoktu bu konuda.
politikayla ilgilenmezdi. tek ilgilendiği iddaa ve alkoldü. arada bir annesinin
ona verdiği beş lirayla, ancak o kadar verebiliyordu kadın, ufak ve rütübetli
bir evde kıt kanaat geçiniyorlardı zaten, annesinin verdiği beş lirayla bire
beş veren bir iddaa kuponu yapar, tutarsa akşamına gelen elli lirayla sokakta
kafayı çekip eve gelirdi. zaten iddaa ile ilgilenmesinin tek nedeni de alkoldü.
alkolü aklını biraz rahatlattığı için seviyordu.
hiç
arkadaşı yoktu. mahallede kimseye selam vermez, mahalle sınırlarından da bir
milim dışarı çıkmazdı. ufak bir hayatı vardı ali’nin. iddaa bayii, tekel bayii,
tütüncü, ev. ev dediysek, onun da tek odasına tıkılıp kalır, saatlerce hiçbir
şey yapmadan uzanıp duvarları izlerdi. boş boş izlemiyordu duvarları, düşünüyordu,
neden bu dünyaya geldiğini, bir tanrının olup olmadığını, varsa ne bok yemeye
hayatı icat ettiğini, gerçekte etrafında dönen dünyanın var olup olmadığını, başka
bir ailede doğmuş olsa aynı insan olup olmayacağını. temel felsefi sorulara
kafa patladırdı kısaca. ama bugüne kadar değil felsefi bir kitap, ders kitabını
bile okumuşluğu yoktu. ahlak, vicdan, din gibi konular üzerine de çok
düşünmüştü, bunların toplumun uydurduğu bir baskı unsuru olduğuna kanaat
getirmiş olucak ki, annesinin ölümünün ardından, onu kesip ufak parçalara
bölmesine engel olan tek şey hapse girme riski olmuştu. hapse girmek
istemiyordu. orada aynı hücrede onlarca insanla kalmak onu öldürebilirdi.
aşağı
yukarı dört saat geçtikten sonra telaşla camiye koştu. öğlen ezanı okunuyordu.
imamı camide yakalardı. hemen imama ezan bitimi yetişip durumu haber verdi. bu
durumda başka ne yapması gerektiğini de bilmiyordu ama sela okunması en acil
işmiş gibi göründü gözüne. imam ona başka nereye başvurması gerektiğini, defin
işleminin nasıl olabileceğini anlattı. sela okunurken duymamak için acil evden
biraz para alıp -belki lazım olur diye- yıllar sonra belki de ilk kez kendini
tıktığı dar çemberden dışarı çıktı.. belediyeye gitti. ölüm kağıdı ve birkaç başka
işlemi halledip geri eve döndü. cenaze arabasını beklemeye başladı. komşular
haberdar olup eve doluşmaya başlamıştı. bir an önce bitmesini istiyordu bu
faslın. insanları sevmiyor, teselli babında söylediklerine kulak asmıyor ve
ağlamıyordu. ağlaması geçeli ve duruma alışalı epey olmuştu. en sonunda yıkama
işlemi için evden çıkardılar annesinin bedenini. ikindiye kalkıcaktı cenaze. bu
kadar erken olacağını tahmin etmiyordu. ikindi okundu. namaz kılındı. ve
annesini gömüp evine gelebildi nihayet. komşu kadınlar evde bi yasin okuyalım
dediyse de tersledi hepsini ve kovdu evden.
şimdi
ne yapacaktı. duyduğuna göre, her şey artık bilgisayara bağlı olduğu için, ölüm
bildirildiği anda maaş kesilecekti. akrabalarından medet ummak istemiyordu.
zaten şehir içinde bir akrabası yoktu. evdeki kalan son parayla uzun süre
geçinemezdi. buna rağmen paranın bir kısmı ile, bir buçuk litrelik bir köpek
öldüren aldı. hızlıca içti onu. kesmemişti ama. bitince bi bir buçuk litre
daha, tütünü kalmadığı ve sigara sarmak istemediği için de bir paket chesterfield.
o bir buçuk litreliği de çar çabuk içti. sigarayı da içmiyor, yiyordu adeta.
sızıp kaldı en sonunda bir köşede.
ertesi
gün sabahın köründe uyandı ve ilk işi bir gazete almak oldu. gazete ve sigara. iş
ilanlarına bakıcaktı. yoktu başka çaresi. hayatı boyunca tek bir iş görüşmesi
bile yapmamıştı. babasının bulduğu yerlere de gitmemişti hiç. yıllardır
yaşadığı mahalleden bile adımını dışarı atmamıştı, ta ki dün sabaha kadar. yumurta
kapıya dayanmıştı ama bir kere. yıllardır bunu hesap ediyordu aslında
kafasında, ama anne babasının bu kadar ani bu kadar yakın zamanda öleceğini
aklına getirmiyordu. 58 yaşındaydı babası öldüğünde, annesi de 55. ikisi de
kalp krizinden. yıllardır inanmadığı tanrı, eğer varsa, ona kötü bi sürpriz hazırlamış
olmalıydı. yukarıdan ilgiliyle seyredip kahkahalar atıyor olmalıydı. “iyi eğlendiriyor
muyum seni çakal, muradına erebildin mi” dedi kafasını yukarıya kaldırıp.
ardından tekrar önüne döndü. birçok ilanı işaretledi. işaretlediği ilanlardan
bir kaçını aradı. kimisini, telefona çıkan kişinin ses tonunu güvenilir bulmadığından
eledi, kimini de yaşadığı eve uzak diye. otobüse binmeyeli bi on yıl olmuştu. uzak
bir iş yerini çekemezdi hiç. en sonunda birinde karar kıldı. hastanede temizlik
görevlisi olacaktı. tecrübe ve yaş aramıyorlardı. büyük olasılıkla asgari ücret
vereceklerdi. bir kez daha aynı yeri arayıp, görüşmeyi telefonda yapıp
yapamayacaklarını sordu. en azından şartları öğrenseydi bare. boşuna gitmiş
olmak istemiyordu. en sonunda, telefondaki kızın, “mutlaka yüz yüze görüşmeniz
lazım” serzenişinden sonra, “bir saat sonra gelsem olur mu” dedi. taşeron bir
firmaydı çalışacağı yer. taşeron firma eve biraz uzaktı ama neyse ki hastane
yarım saat mesafedeydi.
ancak
iki saat sonra çıkabildi evden. o günkü iddaa bültenine çalışması gerekiyordu
maçlar başlamadan. ince eleyip sık dokudu. birkaç maçı gözünü kestirip kuponu
hazırladı ve ardından evden çıktı. önce iddaa bayiine ardından otobüs durağına.
otobüse bindi. ardından bir otobüse daha. ve vardı varacağı yere, bir iş
merkezinin dördüncü katı. içeri girdi, kapıdaki güvenliğe durumu anlattı.
asansöre bindi. ve tam bu sırada aklına geldi, tıraş olmadığı. doğru ya. tıraş
da olunmalıydı sanırsa. öyle işitmişti yıllarca babasından, “akşamdan tıraş ol,
sabah sana bi iş görüşmesi ayarladım”. bazen de annesi bir gazete alır, oğlu
adına ilanları arar, “ben oğlum için aramıştım” dedikten sonra, doğal olarak
oğulu istedikleri ve ali telefona çıkmadığı, odasından bile çıkmadığı için,
sonuç alamazdı. “neyse tıraşı da iş başlayınca oluruz artık” derim diye içinden
söylenip, girdi firmanın kapısından. girişteki kıza da güvenliğe kurduğu
cümlelerin aynını kurdu, kız “biraz bekleyin lütfen” dedi. bir koltuğa oturup
yarım saat boyunca öylece hareketsiz duvarları izledi ali. tuhaf görünmek
istemiyordu ama iş görüşmelerinde insanlar nasıl görünür bilmiyordu. yarım saat
sonra, “daha bekleyecek miyim?” diye sordu. “bilmiyorum, müdürümüzün işi bitsin
çağıracak” dedi. “hay sokayım müdürüne” dedi içinden ali. oysa bu yaşa kadar
bir kadınla da beraber olmuşluğu yoktu. sevgilisi bile olmamıştı hiç. ilgi de
duymamıştı buna. çocukluk aşkı bile olmamıştı ali’nin. kendisinde bir sorun
olduğunu düşünmüyordu ama. sorun insanlardaydı, onda değil, emindi kendinden,
bir psikolağa da götürmeye çalışmıştı ailesi onu, daha ilk okulda da bir
kereliğine zorla götürmüşlerdi hatta, okula gitmek istemiyor diye. doktor ilaç
yazmış o da ilaçları içer gibi yapıp çöpe atmıştı. bir daha da değil psikolog bir
hastanenin kapısından bile içeri adımını atmamıştı. işe alınırsa, on yıllar
sonra ilk kez bir hastanenin içine girmiş olacaktı anlayacağınız. neden sonra
çağrıldı ali müdür tarafından. açık bir şekilde dürüstçe meramını anlattı ali,
bu yaşa kadar hiç çalışmadığını, ama anne babasının kısa aralıklarla öldüğünü
ve artık bir işe ihtiyacı olduğunu, eğer işe alınırsa uzun yıllar çalışabileceğini..
vs vs. hiç iyi yapmamıştı böylesi bir girizgahla. yoluncak tavuk olarak
göründüğüne şüphe yoktu. “tamam şartlarımızı kabul ederseniz” diye girdi söze
şef, asgari ücret dedi, yol parası ve ekstra mesaiye ödeme yapmıyoruz dedi.
yapıyorlardı aslında. ama ali madem acil işe ihtiyacı olan biriydi, bazı
haklardan da mahrum olsa bir şey olmazdı. “tamam” dedi ali, “işe ne zaman
başlayabilirim, kabul ediyorum”
“hemen”
dedi müdür, “yarın başlayabilirsiniz. az sonra sekreter sizi birim şefimize
yönlendiricek, ondan giysilerinizi alıcaksınız. bir de doldurulması gereken birkaç
evrak. yarın da iş başı yapmadan önce bir sağlık kontrolünden geçersiniz olur
biter”.
“anlaştık”
dedi ali.
içinde
kötü bir his vardı. başarabilecek miydi acaba. sabahın altısında uyanabilecek miydi
mesela. kesin işe girersem daha çok içmeye başlarım diye düşünüyordu.
parasızlıktan içemiyordu dilediği kadar daha önce ama bundan da şikayetçi
değildi. yemekle de arası pek yoktu. ne bulursa yer, her gün aynı yemek bile
çıksa şikayet etmezdi. herhalde yemek giderim olmaz artık diye düşündü, bi
sabah kahvaltısı. işyerinde yediğimle akşamı yaparım. akşamları da yemeye
vereceğim parayla bi bir buçukluk iş görür.
eve
gelirken kalan parasıyla, bi bir buçuk daha aldı ali. bir de sigara. kalan
parayı idareli kullanmalıydı aslında, ilk maaşına kadar elindekiyle idare
etmesi gerekiyordu. kala kala dört yüz elli yedi lira kalmıştı annesinin
çantasında.
nasıl
olduysa o kadar şarabı içmesine rağmen, alarma uyanıverdi ali. yataktan kazıdı
resmen kendini. ilk kez bir iş için, hatta okul zamanlarından beri ilk kez
herhangi bir şey için, uykusunu almadan bir alarma uyanıyordu. uzun süre
düşündü işe gidip gitmemeyi. ama başka çaresinin olmayışı zorluyordu onu.
kalktı. giyindi. iki lokma bir şey atıştırdı ve “hay aksi” dedi, “gene tıraş
olmayı unuttuk iyi mi. şimdi olsam işe geç kalırım. ilk günden geç kalmayalım
yarın oluruz.”
neyse
ki iş görüşmesi yaptığı yere göre daha yakındı hastane. tek otobüsle yarım
saat. sabahın köründe işe giden insanların yüzüne bakıyor ve yıllarca
gerizekalı ve idiotça olarak gördüğü bu seçimi şimdi o da uyguluyordu. işe
gitmek. daha önce de dediğim gibi, bunu politik bir söyleme de giydirmiyordu. o
aylaklık peşindeydi hepsi bu. saatlerce yemek yemek dışında hiçbir şey yapmadan
duvarları izlese, sıkılmazdı. “hayatın şifresini çözecek sanki pezevenk düşüne
düşüne” derdi babası ona. bir şifresi varsa hayatın, bunu çözmeyi çok isterdi
aslında. ama olduğuna dair bir umudu da yoktu. bir anlamı yoktu yaşamanın.
olsaydı onca yıl içinde, çıkardı karşısına mutlaka. çözerdi yani. kitaplardan
yardım almayı düşünmedi hiç bu konuda, hayatın sırrını çözmeye de çalışmıyordu
çünkü. inanmıyordu bir sırrı olduğuna hayatın, “tanrı” diyordu, “eğer varsa,
yalnızlıktan çok sıkılmış olmalı ki, eğlencelik bir şey yarattı kendine,
insanlar eğlencelik bir filmi nasıl izliyorsa, aynı edayla o da bizi izliyor
işte. başkaca da bir anlamı yok bu ebegümecinin. yok eğer tanrı gerçekten
yoksa, o zaman daha kötü. biz kendi kendimize bir sürü anlamlar duygular
üretmişiz demektir binlerce yıllık evrim sonucunda. gül gibi hayvanlıktan
sıyrılıp insan adında kodlanmış bir varlığa dönüşmüşüz. bir sürü görevler,
ahlaklar, kurallar, duygular, roller.. hepsi de sonunda ölüp gitmek için. iki
hiçliğin arasını –doğumdan önce ve doğumdan sonra- tıka basa doldurmuşuz. hava alıcak
yer yok.”
bu
düşünceler içerisinde otobüsten indi ali. hastanenin yolunu tuttu. durağa iki
dakika uzaklıktaydı hastane. kapıdaki güvenliğe durumu anlattı, şef dedikleri
adamın dokuzda geleceğini, o gelene kadar beklemesi gerektiğini öğrendi. tıraş
olsam mı acaba bu arada diye düşünüp siktir etti. dolaşmaya başladı hastanede.
gördüğü temizlik görevlilerin naptığını dikkatlice süzdü. kolay bir iş gibi
görünüyordu gözüne. yapabilirdi. yapmak da zorundaydı aynı zamanda. binbir
küfürler ediyordu bu esnada tanrıya ve evrime. bir kedi ya da köpek olsa
bunların hiçbiri olmayacaktı. bir daha dünyaya gelirsem maymun olucam, dedi
içinden. aslında bir ejderha olmak istiyordu o. bu dünyada hiç yaşamamış sadece
masallarda olan bir varlık. öylesi daha kolay olurdu. insan zekası, evrimin
kanserli hücresiydi ona göre. teknoloji de bu kanserin en gelişmiş versiyonu.
ama bunların hiçbirini politik bir kimliğe bürünerek söylemiyordu. hiç kitap
okumamıştı hayatında ve ne devrimden yanaydı ne de iktidardan. ona göre
çözümsüz bir meseleydi bu. insan denen varlık işin içinde olduğu sürece tüm
çıkış yolları tıkalıydı. insanı ortadan kaldırabilirsek eğer ve tüm insanlar
bir hayvana dönüşebilirse ya da hayvansal içgüdülerle yaşayabilirse, anca o
zaman, o da belki, bi çözüme kavuşulmuş olurdu. bilgi boktu. bilgelik de öyle.
ve artık daha çok bilgi uğruna, bugüne kadar hiç test etmediği sadece adını ve
tarifini duyduğu internet diye bir şey icat edilmişti. artık bilgi durmadan
yayılıyor ama kimsenin aklında kalmıyordu. hız artıkça, zekaya gereksinim
kalmamıştı. böylesi daha iyi olmuştu belki de. zamanla insan evrimi zekayı
yiyip bitirir en başa, olduğu şekle, içgüdüleri ile hareket eden bir hayvana
dönerdi belki. bu düşünceler
içerisindeyken, şef geldi. güvenlik bahsetmişti şefin dokuzda odasında
olacağından. kapıyı çaldı.
içeri
girer girmez “hoş geldiniz ali bey, ama neden tıraş olmadınız” dedi şef.
“şey,
sabah geç kalktım da, yetişemedim. yarın böyle gelmem.”
“akşamdan
olsaydınız”
“unutmuşum.”
“bu
şekilde olursa sorun yaşarız bilginiz olsun. bir saniye sizi bekleticem” deyip
telefonla bir yeri aradı. telefondakine “yanına yeni personeli gönderiyorum,
işi tarif et, iki gün beraber takılın” dedi. ali’ye döndü. ikinci kattaki 205
nolu odaya git, orada sercan var, işi şana anlatıcak, görüşürüz, yarın tıraş
olup gelip lütfen”.
“anladım”.
sinirden
kendini sıkıyor, bir dolu küfürler ediyordu ali. o gün sercan’la beraber
çalıştılar. tuvaletleri temizledi. koridorlara paspas çekti. falan filan. sercan
sürekli ali’yi işi düzgün yapması gerektiği konusunda uyarıyordu. baştan savma
yapmıyordu aslında ali işi, sadece çok sıkılmıştı. bir an önce gün bitsin
istiyordu. en sonunda paydos edip eve varınca rahat bir nefes aldı. bir de
tabii ki gelirken yine, bir buçukluk şarabını almayı ihmal etmedi. bu kez
sigara yerine tütün aldı ama. böyle gitmezdi. parayı kısa zamanda bitirirse,
maaş gününe kadar tek kuruş borç alabileceği kimse de yoktu. ertesi gün için de
bir paket sigara sardı, şarabı yudumlarken. müzik de dinlemiyordu hiç. müziği
de sevmezdi ali. müzik, resim, sinema, edebiyat. sanatın her türlüsüne
tiksintiyle bakıyordu. hayvanlar sanat yapıyor muydu hiç. bu da insan oğlunun
diğer uğraşları gibi içi kof bir şeydi ona göre. yemek yapmak bile içi boş bir
meşgaleydi. doğada ne bulduysak yiyorduk bir zamanlar. ne zaman avladığımız
hayvanları pişirmeye başladıysak orada süreç başladı diye düşünüyordu.. ateşin
icadı, tanrının icadından daha tehlikeli bir şeydi ona göre. şarap bitince o da
uzandı. gene tıraş olmayı unutmuştu.
ertesi
gün sabah gene jiletle kazınırcasına yataktan çıktı. otobüse bindi. hastanede
sercan’la buluştu. “bugün de benle takıl, yarın tek çalışırsın artık” dedi
sercan. “görev bölgeni belirler şefimiz. bana laf düşmez ama sakallı gelme abi,
işten atmaya sebep arıyorlar zaten. yine de sen bilirsin.”
“unutuyorum
ya, olurum akşam.”
“dediğim
gibi bana laf düşmez de…”
tam
bu esnada şefle karşılaştılar. arada bir geziyordu şef zaten ortalıkta. işleri
denetliyordu. ona da bunun için maaş veriyor olmalıydılar. onun üstündekiler de
onu denetliyordu. silsile patrona kadar böylece devam ediyordu. şef yine tıraş
olmadığı için ali’yi azarladı.
ertesi
gün yine tıraş olmadı ali. bu kez unuttuğundan değil de üşendiğinden. şişenin
yarısındayken aklına gelmişti. yarın işten gelir gelmez olurum, diye düşündü.
tek çalışmaya başlamıştı artık. ama işinde de kurnazlığa kaçıyordu. kimi
yerlere tek paspas çekiyor, kimi yerleri temiz göründüğü için hiç ellemiyordu
bile. en çok camlarda faso veriyordu. camdı ona göre işte. leke de yoktu. her gün
her gün silmeye ne hacet. bir hafta içinde işten çıkardılar ali’yi. bu süre
boyunca da tıraş olmayı sürekli erteledi unuttu. zaten ailesi sağken de pek tıraş
olmazdı. çalıştığı dönemde de sakalları da en fazla üç haftalıktı, pek uzun
sayılmazdı, ne alakası vardı sakalla işin…
işten
atılınca, o da şaraba ara verdi. yine iş araması gerekecekti. buldu da. ama
bulduğu her işte en fazla bir hafta dayanabildi. tıraş olduğu halde üstelik.
işe özen gösterse de bu kez de hiç konuşmadığı için şefin gözüne giremiyor,
şeflerin bazı sorularına alakasız veya ters cevaplar verdiği için, işten
çıkarılıyordu.
en
sonunda kalan para da bitti ve dilencilik yapmaya karar verdi ali. sapasağlam
adamdı. ona para verirler miydi acaba. başka çare gelmiyordu aklına. en eski ve
en kirli giysilerini giyip çıktı sokağa. işlek bir caddede bağdaş kurup açtı
mendilini, bekledi başlamaya. pek para atan yoktu. ilk gün beş lira toplayabildi.
ikinci gün bir kartona “ölmemi istemiyorsanız üç beş kuruş. bu cinayete ortak
olmamak için üç beş kuruş” yazdı. orijinal bir dilenci olmuştu. ama yine de beş
liradan fazla toplayamadı. üstüne bir de zabıta ile köşe kapmaca oynamak
zorunda kalmıştı. hatta zabıtanın teki, dilenceksen bile bu yazı ile olmaz
dedi. bir hafta sonra işin içine polis girdi. kartona yazdığı yazıdan
vazgeçmiyordu çünkü ali.
en
sonunda da akıl hastanesine attılar aliyi. ilk başlarda iğne vuruyorlardı.
iğneden kaçış yoktu. hastabakıcılar zorla tutar, hemşire iğneyi vuruverirdi. ama
hapa geçildiğinde, rahatladı biraz. hapları içmeyecekti sonuçta. ve
psikiyatristin sorularına, son derece aklı başında bir insan gibi cevap
veriyordu. bu kez de ilaç dozajını artırmakta çözümü görüyordu doktor. elektroşok
bile verdiler iki kez. şok hoşuna gitmişti alinin. şok sonrası gün bomboş bir
zihinle pek bir şey hatırlamadan dolaşıyordu. ama sonra yine, o kaçınılmaz
düşünceler peydahlanıyordu zihninde. hiç olmazsa burada çalışmak zorunda
değildi. yine de askeriyeden farkı yoktu. askerliğini anlatmadık ali’nin, onu
da üç firarla ve onlarca sopayla bitirmişti.
en
sonunda kafaya koydu intiharı. kararı kesin ve netti. bu toplumda ona yer
yoktu. o da bu topluma yer vermiyordu kendi düşüncelerinde. mantıklı tek bir
izah bulamıyordu zihninde, onlar gibi yaşamak için. ama akıl hastanesinde nasıl
intihar edilsin. kafaya koymuştu ama bir kere. yapıcaktı. kaçarı yoktu. umarım
tanrı yoktur ve hiçliğe kucak açarım ya da dünyaya tekrar geliceksem de bir hayvan
olayım diye kurdu hayalini. onlarca gün, doktorun her ilaç saatinde suyla
beraber verdiği hapı dil altında saklayıp, bahçeye çıkınca cebine, akşam olunca
da yastığının arasına sakladı. iki hafta sonra yeterince olmuştur herhalde diye
düşündü ve hepsini toparlayıp bir gece vakti, tuvalete gidip, tuvaletteki
musluktan kana kana su içerek yuttu. gidip yatağına uzandı.
olmamıştı
ama. becerememişti. haplar onu öldürmemiş, sadece delirtmişti. olsun. bu da
kafiydi psikoza girmeden önceki ali’nin düşlerine göre. en azından akıldan
kurtulmuştu. hala manisa’da yatar kendisi. ben tanıştım. ama sakın ziyaretine
falan gitmeyin. yeteri kadar rahatsız ettik ali’yi. rahat bırakalım artık.. gördüğü
halüsinasyonlarla mutlu o.
10
aralık 2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder