25 Şubat 2014

caz (karışık)

havaya can sıkıntısı hakimdi. oturuyorduk. evde. karşılıklı iki kanepe. müzik yok, ses yok, diyalog, görüntü, göz göze gelmek.. hiçbir şey.. bacak bacak üstüne atmış, ve havada kalan ayağımı sallıyordum ben. o ise, tırnaklarını yemekle meşguldü. bacak bacak üstüne pozisyonundan, iki ayağı da yere basan pozisyonuna geçtim. var mı öyle bir şey, ya da durumu tarif edebildim mi bilmiyorum.. yeteneksiz bir yazarım zaten. sağ ayağımı, topuğumu yerden kesmeyecek kadar kaldırıp yere vurmaya başladım bu kez. bir ritim tutuyor sayılmazdım, ama müzikten anlamayan birine göre, gayet pek tabii öyle görülecektim ve bazılarımızın sigarayla arasında olan ölümsüz aşkına inanmayanlar için de elbette para kaybıydı, bu iş. hele ki sigarayı, bakkaldan içime hazır halde almaktansa, tütün ve kağıt alarak kendiniz içilebilir hale sokuyor iseniz, bu israfa zamanı da katabilirlerdi. o da öyle yaptı. o an.. tam elimi, tütün torbasına doğru uzattığım anda

“günde ne kadar zamanını alıyor dersin bu iş?”
“hangisi? bi saat gidiş bi saat gelişi de sayarsak on” dedim
“o değil yahu” dedi, eliyle sigara içiyor gibi bir işaret yaparak
“haa o mu” dedim, “bilmem, hiç düşünmedim bunu”
“düşünseydin iyi ederdin” dedi, “sürekli olarak hiçbir şeye yetişemediğini de hesaba katarsak”
“yetişemiyor olmaktan şikayet eder bir halimi gördün mü benim? ya senin ki? sen onu düşündün mü?” bir elimle tırnak yemekten bahsettiğimi tariflerken ekledim “can sıkıntısını geçici süre çözmenin farklı metotları var işte”

bir süre daha konuşmadan oturduk.. ben sigaramı içerken o, bu kez de, saçları ile oynamaya başladı. sarı ve uzundu. yeni boyatmıştı daha ve ben sevmemiştim. ve bunu o da biliyordu. ve sevgili olduğumuzdan bu yana, altıncı kez, tekrar, o aptal soruyu sordu: “ayrılalım mı?” ve ben, daha önce ki beş keresinde verdiğim cevabı değiştirdim, “olur”.
daha önceki beş keresinde, “sen bilirsin” demiştim, ama bu kez, “fark etmez” tınısında söylenen bir “sen bilirsin” değildi, daha çok, “ben istemiyorum ama istediğin buysa sana engel olmayacağım” anlamını barındıran bir “sen bilirsin” idi. şimdiyse, sadece, “olur” demiştim ve bu, “bana uyar” demenin kısa versiyonu gibiydi. şaşırmadı. onu uzun zamandır şaşırtan bir şey yapmamıştım zaten. hoş bunun için uğraşıyor da sayılmazdım, ansızın eve elinde çiçekle gelmek gibi mesela, ya da telefona alo dediğinde, pat diye “aşkım” ile lafa başlamak gibi, o sırada herkesin içindeyken hatta, bir metro yolculuğundayken mesela.. ve o bunu istiyordu. sormuştu hatta, bir keresinde, onunla beraber metroda iken, bir ön sıradaki elemanın telefonda sevgilisi ile olan konuşmasına şahit olmuştuk ve kapılar açılıp da, trenden dışarı çıktığımız anda, bana “gördün mü” dedi, “adam ne kadar rahattı konuşurken”
“ben de rahatım” dedim, “her zaman hem de”
ve onu orada, istasyonda, sarılarak üstelik, öpmeye başladım ve bana karşı koyup, birkaç saniye direndikten sonra, onu, yani dudaklarını serbest bırakınca, “bunu ben istediğim için yaptın” dedi, “içinden geldiği için değil”
“istediğin şey bu muydu?” dedim, “istediğin şey buydu. karşılık vermediğin şey de öyle. bana eşlik etmediğin”
“ben öyle söylemesem öpmezdin”
“tamam elif” dedim, “sen haklısın, doğru.. ama ben sıkıldım bu saçmalıklardan”

 işte o gün, ilk telaffuz edişi idi, ‘ayrılalım mı’yı. benim de ilk “sen bilirsin” deyişim. ve ardından, böyle söylediğim için, o, dudaklarıma yapışmış, bir öpüşme, üstelik uzun bir öpüşme faslı sonrası, “şaka yaptım” demişti, “manyak, bi de ben bilirmişim ya. hemen de alınıyorsun”

alınmıyordum oysa, gerçekten bugüne kadar alınıp kırıldığım hiçbir şey olmamıştı yaşamım da, zannediyorum.. fazlasıyla rahattım, ve ona batan da, belki, bu rahatlığımdı, herhangi bir sorun karşısında ki, sorunu büyütmeyen tavrımı o lakaytlık olarak görüyordu. değildi. sorunlar daima vardı zaten. her zaman, herkesle, her zaman olabilecek, basit ya da derin sorunlar. ama ‘bakmazsan görmezsin’ adında bir ilke edinmiştim kendime yıllar önce, yaşamı kolaylaştıran bir yöntem. bu elbette, kalbime saplayacağı bir bıçağı elinde taşıyan bir heriften gözlerimi kaçıracağım anlamına gelmiyordu ama, beraber aynı evi, ve belki bir anlamda da, hayatı paylaştığım bir hatunun, en sevmediğim huyunu, değiştirmek için az da olsa bir çaba ve enerji harcayacağım anlamına da gelmiyordu. o saçlarını sürekli bir takım renklere boyuyordu ve bence siyah iyiydi, yani boyasız hali, ama bundan şikayet eder durumda değildim, ya da bazen, özellikle bir ortamda kıskandığı güzel bir hatun varken, bana daha çok sırnaşıp nerdeyse kucağımda oturur vaziyette takılmasına karşı duracağım.. yaptığı hiçbir hareketten rahatsız olmuyordum, bir noktada kıskançlığının evirildiği güvensizlik durumu hariç.. ve bu evirilmeye katkı sağlayan hiçbir hareketim de olmamıştı üstelik.

ikinci seferinde.. “bi dakka izin verir misin” demiştim, “sigara sarmam lazım”
 o sırada evdeydik ve evde, onun burak adında bir arkadaşı, benim de zeynep ve turgut adında iki arkadaşım vardı. elif, sigara sarmama izin vermediği için, zeynep’e, “bi sigara sarsana ya” demiştim, ve bir hışımla kalkıp, mutfağa gitti ben böyle deyince. peşinden gitmedim tabii ki.. “tamam boş ver ben sararım” deyip, tütün torbama uzandım. döndüğünde elimde ki sigarayı görünce, bana, herkesin içinde, “bi gün evlenirsek, nikah şahitlerimiz, çakmakla sigara olsun mu” demişti, “biri bi masada diğeri diğer masa da oturur”
 ben de hiç alınmadan, gayet sakin bir şekilde, “nikah memuru da kül tablası olacaksa uyar” demiştim, herkes gülmüştü, o da.. ama herkes gittikten sonra, yine “ayrılalım mı” dedi, ben de “sen bilirsin” dediğim için tekrar dudaklarıma yapışıp, onun öncesinde, “ben bilmem eşim bilir diyorsun yani” demişti, gülerek. bir anda ciddiyetten geyiğe nasıl dönebildiğini öğrenmek isterdim, yazarken çok işime yarayabilirdi.. aa evet tabii, ben hemen hemen her konuya, yazıma nasıl bir güç verebilir diye bakıyorum, hatta yazdıklarımı okumayan bir hatunla katiyen aynı odada bile beş dakikadan fazla kalamam..

o hiç okumuyordu yazdıklarımı.. elif yani.. ve bu bana iyi geliyordu. gerçekten iyi. belki gizlice okuyor da olabilirdi ama, gündemimize bir parça bile, yazı ve yazmak ve edebiyat girmediği için aslında, onunla beraberdim. beni onunla beraber olmaya ikna eden nedenlerden biri de bu olmuştu. yazan bir insan için, bu eylem, hayatın bütününde yüzde birlik bir kısmın ötesini kapsıyorsa, tehlikeli olabilir. ne demek istediğimi daha sonra açıklarım. yani başka bir seferinde. başka bir yerde. başka bir zamanda.. dağıtmadan devam edecek olursam, üç dört ve beşinci seferlerinde de, benzer süreçler yaşandı. onları da anlatıp öyküyü gereksiz yere uzatmak istemiyorum.. sayfa başına para kazananların işi, o uzun ve gereksiz ve önemsiz detaylar.. bi de lars von amca yapıyor bunu, ama onun ki parayla ilgili değil, daha çok ben ve benim gibiler sıkılıp izlemesin diye.. ki bu konuda başarılı lars, izlemiyorum.

dediğim gibi, havaya can sıkıntısının hakim olduğu bir günde oturuyorduk ve vakit akşamüstünü çeyrek geçiyordu.. ortada hemen hemen hiçbir şey yokken, “ayrılalım mı” dediğinde elif, “olur” demiştim ve telefonum da o sırada çalmıştı ve meşgule atıp telefonu da ona doğru attım. fırlatmadım yahu, öyle değil, oturduğu koltuğun üzerine yani. ayağa kalkıp yürürken, “nereye” diye sordu, “bakkala” dedim, “istediğin bir şey var mı?”
“yok”
“tamam, gelirim iki dakkaya”
“biz şimdi ayrıldık mı” dedi, gayet ciddi bir şekilde,
“evet” dedim. odadan çıktım. holde bir iki dakika, mont ve ayakkabı için oyalanıp, ardından kapıyı yavaşça, tam kapanmayacak şekilde çekip çıktım

döndüğümde evde değildi. ilk biramı açıp, hiç ama hiç yapmadığım bir şeyi yaptım. televizyonu açmak. hiçbir kanalda bir dakikadan fazla kalmayacak şekilde, yaklaşık olarak iki saat takıldım öyle.. dört bira.

telefon çaldı sonra. tekrar. zeynep’ti arayan. daha önce de o aramıştı. meşgule attığım sırada.. bu kez açtım.
“alo”
“napıyorsun”
“hiç ya zeynep.. sen?”
“ya şey, şu elife almak istediğin şeyi buldum ben, fiyatı biraz tuzlu da, ayarlatırım elemana bir şeyler, dükkan arkadaşımın zaten”
“o hediye için çok geç” dedim
“çok mu geç” dedi
“evet” dedim, “ayrılmışız biz, yani, galiba, bilmiyorum da, öyle herhalde, her neyse, sağ ol gene de, uğraştırdım seni de”
“önemli değil de, iyi misin sen?”
“he ya” dedim, “televizyon izliyorum”
“iyisin yani, televizyon?”
“evet, bitti mi? kapatıcam”
“geleyim istersen diyecem ama gene sorun yapacak seninki”
“görüşürüz”
“hıhım”

telefonu kapattığım anda odada bir sandalye hareket etti ve masanın altından elif çıktı. şapkadan tavşan çıkartmak daha kolay olmalı, masa altından sevgili çıkartmakla kıyaslarsak

“şimdi ayrıldık işte” dedim ona, “az öncesine kadar emin değildim ama şimdi tamamdır”
“ya özür dilerim.. ama.. ben..” dedi
“bakkala gittiğimde kimin aradığına baktın öyle değil mi” dedim
“evet” dedi, ağlıyordu
“sonrasında ben bu sikik eve tekrar geldiğimde, neyle meşgul olduğumu da gördün öyle değil mi?” dedim
“evet” dedi, “televizyon izliyordun”
“izliyordum yani. öyle mi?”
“yani aslında, seni televizyon izlerken ilk kez gördüm ama”
“izliyordum yani”
“pek izliyor sayılmazdın”
“ardından sikik hediyen için yapılan telefon konuşmasına kadar hiçbir şey seni o masanın altından kalkman için ikna etmedi ama”
“ya ben” dedi, “sanmıştım ki...”
“insanlar, bazen, bazı şeyleri sanarlar.. ip nerde kopar biliyor musun, sandıkları şeyin peşinden gitmekten vazgeçmeleri için, gerçeğin güneş gibi parlamasını beklediklerinde..”
tekrar özür diledi. ve tekrar. ardından bir tekrar daha.. ve bu anı, ikinci kez yaşayışımızdı. özürler ve üzgünümler.. bu arada, ilki, beşinci tekrar kısmından sonrasındaydı. ve evet, klişe bir konuyu zenginleştirmek için araya un da serpebilirdim ama, yapmadım, gerçekten can sıkıcı bir günde, başka bir can sıkıcı günü anlatmaktan başka, yapacak bir şey gelmedi elimden.. ve eğer, bir kez daha, bana, iki ay boyunca sevgili olmamız için diretirse biri, teslim olup denemeyi kabul etmeden önce ondan sigaraya başlamasını isticem. zaten sigara içiyorsa, boktan meseleler için iki ay diretmez, sigara yaşamın rutnini dengeleyen bir panzehirdir çünkü. her şey olabilir sigara, her şeye karşılık gelebilir, bir türk dünyaya bedel mi bilmiyorum, ama sigaranın bin hatuna bedel olduğunu söyleyebilirim.. ayrıldık tabii ki, “sana sigaranı ben sararım” dediği halde üstelik, o gün, evden çıktım, ve bi daha da dönmedim. onun eviydi. benim evim olsaydı, televizyonun ne işi olurdu ki zaten?

not: başlık, jazztral'ın, bu öyküyü yazdığım sırada bana açtığı fonlardır.. başlık bulamayan adamın hüzünlü öyküsü de olabilir ya da bu notun da başlığı..


25.şubat.2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder