3 Ekim 2012

post paradoksal embriyo

post paradoksal embriyo

1.
her zaman oturduğumuz yerde, pinekliyoruz cenk ile. ben öksürükten boğulurken, o hatunları kesmeye devam ediyor. yakında ölecek olmam herifin sikinde bile değil ve kendisi en yakın dostum... belki de bu yüzden?

hastaneden çıktıktan, ve doktorun açık yüreklikle yüzüme karşı ifşa ettiği test sonuçlarını kendisine telefonda, boğuk bir ses tonu ile, icra ettikten sonra, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa” demişti, “siktir et”.

ardından annemi aramış, ve durumumun iyi olduğunu, hatta dilerse ölümüm halinde organlarımı en yakın ihtiyaç sahiplerine satabileceğini iletmiştim. espri anlayışım boktandı. gülmedi. ağladı.
“nasıl konuşuyorsun” dedi, “ne ölmesi?”
“ölmüyormuşum anne” dedim ona, “en azından henüz değil, şaka yapıyorum, iyiymişim, basit bir enfeksiyondan kaynaklanıyormuş öksürük krizlerim, geçecekmiş..”

ağlaması durmadı. işin aslı, ölecek olmama ağlıyor olması umurumda bile değildi, beni sigaradan men etmeye çalışacak olması, neden oluyordu, öleceğimi saklamama. nasıl olsa ölecektim, bunu şimdi öğrenmiş olması, acısını hafifletmeyecekti. hatta, gözünün önünde, hâlâ hareket edip konuşabilen, arada sırada ağzından dumanlar çıkartan bir ejderha olarak kalışım, yakında öleceğim düşüncesi ile birleşince, kronik bir gözyaşı seline meydan vericekti. hiç olmazsa şimdi, en azından bir süre sonra, ölmeyeceğim düşüncesine alışacak, ve bu arada ben de, sesimi çok iyi taklit edebilen birini kiralayıp, yurtdışı eğitimi yapmaya gittiğim yalanı ile, iletişimimi, telefondan telefona şekline büründürecektim. aklıma ilk gelen fikir buydu. o an. hastaneden dışarı ilk adımımı atar atmaz. çözülmesi gereken bir sürü açığı olan bir fikir olduğu açıktı. fotoğraf isteyecekti. amerika’ya gelmek isteyecekti. tatillerde kendisini ziyaret etmem konusunda ısrar edecekti. ve aklıma peş peşe gelen olası istekler dahilinde, bu fikri çöpe kaldırıp, telefona baktım.

rehberde a harfi, c harfinden önce geliyordu ve her ikisine de kısa yoldan ulaşmanın tuşu aynıydı: iki. annemi es geçip, bir sonraki kişiyi aradım, zaten  kayıt altındaki numara sayısı topu topu ondu ve geriye kalan sekiz kişinin ölücek olduğumu bilmesi, yaşamımın geriye kalan evresini daha da çekilmez hale sokucaktı. cenk, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa, siktir et” dedikten sonra, “annemi siktir edemem” dedim, “napıcaz?”


2.
her zaman oturduğumuz yerdeydik. elini cebine attı. iki sigara çıkartıp, birini bana uzattı. bir hatunu işaret etti. “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi. 

sabaha kadar göte çalışmış yarak gibi hissettiğimi söyledim ona.
“bunu tümel argo literatürüne ekleyelim” dedi. “mezar taşına yazalım hatta, olur mu?”
gülmüyordu, aksine öfkelenmişti. ona ne zaman, ölümü, kendi ölümümü, ölecek olduğumu, yakında ölecek olduğumu ima etsem, beni azarlıyordu.

hayatım, yakında ölecek olduğumu keşfettikten sonra, elinizde tuttuğunuz ve yavaş yavaş tadını çıkarta çıkarta yemek istediğiniz ama bu sırada da bir yandan eriyerek elinize bulaşan, ve yeseniz de yemeseniz de yakında tükenecek olan bir dondurma halini almıştı. cenk doğduğum günden beri bunun farkında olmam gerektiğini söyledi bana. “her canlı ölü doğar” dedi. “ve yaşam, bunun bilincine vardığımız noktadan sonra başlayan sürecin tamamına verilen isimdir. anladın mı beni? herkes ölecek. ölüyor da. Her gün birileri ölüyor. şu an. bir an sonra. birkaç saniye içinde, binlerce insan ölüyor. şu hatun nasıl?” “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi. iki sigara daha çıkartıp, birini bana uzattı.

3.
hastaneden çıktıktan sonra, konuştuğum üçüncü kişi gülçin’di ve telefonu rehberimde kayıtlı değildi. “alo” dedim, “naptın” dedi, “sen kimsin” dedim, “telefonumu kaydetmedin mi” dedi, bozuk olduğunu söyledim ona, “ney bozuk” dedi, “telefon” dedim, “bazı tuşlar ve fonksiyonlar çalışmıyor”, “değiştirsene” dedi, “böyle iyi” dedim, “ve bir şey olmadı, ölecekmişim, sevişelim mi?” öleceğimi söylememiş olsaydım telefonu yüzüme kapatabilecek bir hatunken, sadece, travmada olabileceğim ve bir psikologla da görüşmemin faydalı olacağı yönünde, aklımda kalmayan cümlelerle, teklifimi geçiştirdi. “sen kimsin” diye yinelediğim de, ölecek olduğumu da tekrar edişim, telefonun yüzüme kapanmamasına neden oldu: “ben gülçin”.

onunla, iki gece önce, cenk ile bir barda takılırken tanışmıştık. arkadaşımın arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşı. bilirsiniz. silsile bu kadar uzun olmayabilir. ya da, ilerleyen zamanlarda, onu sizinle tanıştırmak istediğimde, “bi arkadaşım” şeklinde kısalabilir. aynı okula gittiğimizi öğrendiğimizde, karşılıklı olarak, arada okulda paslaşırız dedik, paslaşırız diyen bendim, o, bunun yerine, görüşürüz kelimesini tercih etmişti ve öykünün kapladığı alanı çoğaltmak için, bu tip gereksiz ayrıntılara yer vermeye devam edeceğim.
telefonumu sordu. söyledim. çağrı yaptı. sonrasında, devam eden öksürüklerim sayesinde, gelen önerileri, ertesi sabah doktora gideceğimi söyleyerek savuşturdum. alternatif tıp olarak sigarayı kullandığını ekledi cenk.

4.
aslına bakarsanız, hayatım boyunca, bir kez bile doktora gitmemiştim. hastanede bile doğmamıştım. ve öksürük yerine, herhangi başka bir ön belirti şüphesini, tanılamak adına, doktora gitmezdim. ama 6 aydır aralıksız geceli gündüzlü süren öksürük krizleri, sigaradan tat almama engel olmaya başlamıştı ve bu durum fena halde canımı sıkıyordu. ve giderek artan göğüs ağrıları, ve ses kısıklığı, ve giderek belirginleşen cenk’in “kansersin, doktora gidip de keyfini kaçırma” imalı serzenişleri, ben de ölümün üzerine sürme hızımı yavaşlatmaya neden olmuştu. kırmızı yerine mavi renk paketli sigaralardan bahsetmiyorum, karşıdan karşıya geçerken daha dikkatli olmaktan, ya da prezervatif kullanmaktan, ya da düzenli uyku saatlerinden, ya da üç beyazdan, ya da alkolü bırakmaktan... cenk ile birlikte, uzun bir zamandır sürdürdüğümüz işi, ağırdan almaya, arada sırada da, bırakmamız gerektiği konusuna girizgah niteliği taşıyan cümleler kurmaya başlamıştım. cenk, oturduğumuz kafenin kasasında hesap için bekleyen, ve sırtı bize dönük olan hatunu işaret ederek, “bu nasıl” diye sordu. “olmaz” dedim. “sikecem ama” dedi, “değiştin sen. ölecek olma ihtimalin, tüm dünyaya acımana neden oldu. öleceksen ölürsün, anladın mı beni? iki gün sonra ölürsün. iki sene sonra ölürsün. hatta isa gibi iki bin sene hayaletinin dünyaya hakim olma ihtimali olsa bile, bedenen er ya da geç ölürsün..” sigara kaldı mı diye sordum. iki tane çıkardı. birini ağzıma götürüp, daha sonra yakacağımı söyledim. “al işte” dedi. “sigarayı da bırakırsın yakında.”

5.
Ağzımda ki, henüz yanmayan sigarayla, günden güne eriyen hayatım arasında, zamansal bir denklem kurmayı deniyorum, cenk hatunları keserken. aslında, şu an, benim de, onun gibi, hatunları incelemem gerekiyor. bu şehir, onunla beraber yola çıktığımız günden beri, konakladığımız dokuzuncu durak. başladığımız noktaya geri döndük. izmir’deydik. ankaraya geçtik. oradan eskişehire. oradan sakarya. sonra izmit. sonra. istanbul. sonra bursa. sonra balıkesir.. ve izmirde, birkaç gün kalıp, oradan sırasıyla aydın ve muğlaya geçiş yapacaktık. altı ay demişti doktor, en fazla altı ay.

“bana bak” dedi cenk, “altı ay önce, şu an hayatta olacağının garantisi yoktu, şimdi de altı ay sonra hayatta olmayacağının garantisi var. ikisi arasındaki fark, seni psikolojik olarak nasıl bir ahmaklığa itti bilmiyorum ama, eylemimiz altı ay sürmeyecek zaten, şimdiden ülke çapında yarattığımız sorun neticesinde, basında çıkan yazılardan, akademisyenlerin haber kanallarındaki aritmetik demeçlerinden, yasanın geri çekilmesine, ramak kaldı diyebilirim. sonra güle güle ölebilirsin, işimize odaklanalım.”
“sence doğru mu yapıyoruz” dedim.
“sen başlattın” dedi bana. “fikir senden çıktı. kardeşine tecavüz edildiğinde. ve hamile kaldığında. ve kürtaj konusunda çok sıkı önlemler alındığında. ve kardeşini, tavan arasındaki bir ameliyat masasında ölü bulduğunda. sen başlattın. ve benim de hoşuma gitti. ve benim dışımda hiçbir aidsli, bu teklifini kabul etmezdi. ve sen de benim dışımda kimseyle, bu sapıkça planını paylaşamazdın. kabul et. işi bırakırsan, bırak, ama bana engel olmaya çalışma, git son altı ayı, hangi tatil köyünde geçirmek istiyorsan geçir.. ama yaptığımız şeyin, ahlak anlayışına, öleceğini öğrendikten sonra uymuyor olması, bana iğrenç geliyor. anladın mı beni? şu hatun nasıl?”

kafamı bile çevirmeden olur dedim. fiskos şeklinde konuşuyorduk. kimse bizi duyamazdı. biz bile birbirimizi zor duyuyorduk. mekan oldukça gürültülüydü ve yaptığımız şey hakkında, herkes bilgi sahibiydi. sadece kim olduğumuz bilinmiyordu. telefon çaldı. açmadım.

6.
hatunun bardan çıkacağı anı beklemeye başladık. bu arada, bira ve sigara takviyesi ile, zaman öldürüyorduk. birilerinin, bizi fark etmiş olma ihtimali, uzun zamandır izlenebiliyor olma ihtimalimiz, sivil polisler, sivil ahlak bekçileri, ahlaksız dindarlar, dinsiz imanlılar ve tabi ki yakında ölecek olmam üzerine, geyik döndürüyor, ve hatunla mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışıyorduk.

ölüm adaletli midir diye sordum cenk’e

“biz adalet dağıtmıyoruz” dedi, “olması gereken şey, her zaman adil bir biçimde gerçekleşmez, ve olması gereken şey, her halükarda, kişiden kişiye değişiklik gösterir. toplumun, kanserli gördüğü bir fikri sansürlemeye çalışması, onun bulaşıcı olduğunun sanılmasından kaynaklanır, oysa kanser bulaşıcı değildir, sigara içmek kansere yol açabilen bir risk taşır. toplumca kanserli görülen fikirler de bulaşıcı değildir, sadece bu fikre kapılmaya yol açan faktörleri yaşayan insanlar o fikre yakalanır. oysa böyle bir durumda ortadan kaldırılmaya çalışılan şey, faktörler değil, fikirdir. ve zaten söz konusu sansürlenen fikir, kendisinin oluşmasına neden olan faktörleri ortadan kaldırma veya düzeltme eğiliminde olduğu için, devlet medya yoluyla, o fikrin toplumca kanserli görülmesine neden olacak argümanları, dolaşıma sokar. ve halk, bir fikrin doğru olup olmadığını, fikre değil, onu kimin ürettiğine bakarak karar verir. bu doğrultuda da, demokratik olduğu öne sürülen rejimlerde, iktidar, daima, holistik bir yapıya sahiptir. ve bizim yaptığımız şey de, bu noktada, arı kovanına çomak sokmak değil, akrebi arı kovanına hapsetmektir.” 

telefon ikinci kez çaldı. açmadım. arayanın kim olduğunu bilmiyorum.

7.
hatunun peşine düştük. çaktırmadan. aynı yol. aynı durak. aynı otobüs. cenk, arabayla otobüsü takip ederken, ben otobüste hatunu takip ediyordum. her zaman yaptığımız gibi. başlangıçta, her şey olağan görünüyordu, ben de izlek bağımlılığına yol açan neden, benim de yakında ölecek olduğumu öğrenmemle başladı. yakında ölecektim. cenk’in spermlerini bıraktığı kadınlar da, olasılık dahilinde, yakında veya uzakta, ölecekti, en azından bir süre sonra, ölebilecek olmalarının bilincinde olarak yaşamlarına devam edeceklerdi. çocuklarını da, ölü doğduklarının bilincinde olarak dünyaya getireceklerdi. kaçarı yoktu. babaları da. annelerinin de olmaması bir şeyi değiştirmezdi. devlet hem anne hem babaydı. yeri geldiğinde kardeş bile olabilirdi. devlet, her türlü rolü, rahatlıkla oynayabilecek kadar, şizofrenik bir organdı. kusursuzdu. halk dublörken, medya suflör konumundaydı. ve senaryoyu yazanlar hiçbir zaman yönetmen koltuğunda oturmuyordu. isimleri bile geçmiyordu. kalıcıydılar. suçlanamazlardı. eleştiriler sayesinde deforme edilip, yerlerinden indirilemezlerdi. yoktular. yönetmenleri değiştirip, senaryoya kaldıkları yerden devam ediyorlardı. bunları düşünürken çağrı yapmayı unuttum. hatun indi. ben inmedim. cenk aradı. meşgule attım. telefon çaldı. kimin aradığını bilmiyordum. açtım.


doktorumdu arayan. “tedavi oldun mu” dedi. anlamadığımı söyledim. “tedavi” dedi, “tedavi oldun mu?” öleceğimi söylemiştin dedim. “herkes ölecek” dedi. “sana tedavi olup olmadığını soruyorum.”

8.
ertesi gün, cenk’le buluştuk. dün geceki kurbanımızla beraber geldi mekana. şaşırdım. “merhaba” dedi kurban, “kardeşine olanları biliyorum, yüz yıl önce bu ülkede olanları da.”
“merhaba” dedim, “hiçbir şey anlamıyorum, dün, doktor, şimdi, sen.” cenk’e döndüm, gülümsüyordu, ona delice fikrimi anlattığımda planı kurmuştu. gerçekten aids olduğu dışında, aylardır peşinde olduğumuz her şey, bir düzmeceden ibaretti. medyaya bile, bunu yutturabilmeyi başarmıştı ve bunu asla ifşa etmeyecektik, tetiklediğimiz tartışma zaten kıvılcımı oluşturmuştu. hatunlara tecavüz etmiyordu ama tanıdığı doktorlar sayesinde asılsız raporlar ve beyanatlarla, ortalığı karıştırıyordu. sonrasında bana, uzun süreli öksürüğe neden olan ama öldürmeyen bir virüsü enjekte etmeyi başarmıştı. ölmüyordum. ama ölecektim. er ya da geç herkes ölecekti. ve geçmişte ölen birileri yüzünden, benzer nedenlerle başka birilerini öldürmek, devrim ve karşı devrim çatışmasından başka bir şey değildi. yüz sene önce kafa kesen fikrin şimdi kafası kesiliyordu. dünyanın her yerinde, benzer süreçler yaşanmış, intikamlar alınmış ve alınmaya devam ediliyordu. dünya değişmiyordu, ilerliyordu. insanlık da bir adım bile gelişmemişti. ilerlemişti. ilerleyip, doğadan ve birlikte yaşadığı canlılardan ayrışınca, kendine insan adını takmıştı.


3.ekim.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder