15 Ekim 2005

kan, şarap ve acı

kan, şarap ve acı

bu gece iyice zorladım kendimi… bu, sanıyorum, 16. girizgah, ama olmuyor, gelmiyor lanet olası şey, bugün akşam üstü şanşım yaver gitti at yarışında, sadece son iki yarışa oynadım ve ikisini de bildim, ben altılı yada üçlü ganyan oynamam, o tip oyunlarda çok para kazanma şanşınız vardır, ama çok para kazanma şanşınız oldukça düşüktür. ben bahis oynarım, tek yarış tek at, ufak para, ama hızlı… 1 dakika 34 saniyelik bir koşuda hayatınızı ortaya koymanız mucizevi bir şey. kazanırsanız, gelen paranın bir kısmını yarınki koşulara ayırır, diğer kısmı ile 2 şişe beyaz şarap ile iki litrelik gazoz alırsınız, iyi bir karışım bu, üstelik tadı iyileştiriyor. kalitesiz şaraplar, bilirsiniz, midenize zor iner, ama gazoz hem yutmanıza hemde daha çabuk sarhoş olmanıza neden oluyor… evet, pekala, bu gece iyi zorladım demiştim lanet şeyi, sorunu nedir bilmiyorum, son günlerde aramız iyice bozuldu, yazıdan söz ediyorum tabiyki, yürümüyor, akmıyor, ama neyse, şu an iyi, gayet iyi, şükranlarımı sunuyorum kendisine… evet. bakalım elimizde neler var…

alsancak çimlerdeyiz, 6 veya yedi kişi olabiliriz.. saymadım, ama hepimiz erkeğiz, bazılarımızın sevgilisi var, bazılarımızın yok, benim ise var gibi de yok gibi de, her şeyim gibi bu da iki arada bir derede kalmış… alsancak… çimler.. elimde bir kırmızı tuborg, daha öncesinden, gündüz, evde ekran karşısında, teknolojinin getirdiği nimetten ve bok püsürden faydalanarak oktayla sözleştik, “ölene kadar içicez”, “karşıyaka devlet hastanesine düşüne kadar içelim”. evet aynen bu şekilde sözleşmiştik, ve bilirsiniz, bazen ölene kadar içmek ister ama bir noktada ölmeden önce sızar ve ertesi sabah, “bir daha böyle içeni siksinler” diyerek güne başlarsınız…

evden çıktım, ve önceden anlaştığımız şekilde saat yedide alsancak iskelede onları bekliyordum, yayan olarak gitmiştim, evet, burada tıkandığımı hissediyorum.. ama uzatmaya gerek yok, hızlı geçiyorum, çimlerdeyiz, ve o gece, pac’ın doğum günü, göço hemen yanımda, ve ben elimdeki birayı hafif eğerek, “bugün pac’ın doğum günü” diyorum, “rest in peace nigga” diyerek biramızdan büyük bir miktarı döküyoruz çimlere, sadece göço ve ben yapıyoruz bu ritüeli, gerçi ritüelmi denir buna, emin değilim, bazen bazı zamanlarda, cümle akarken, bazı kelimeler gelir aklıma ve kelimenin tek başına ne anlama geldiğini tam olarak açıklayamam, ama o cümleye yakıştığını ve bir anlam kattığını ya da anlamı tamamladığını düşünürüm, yıllarca kelimeler ile uğraştıktan sonra, ve –her ne kadar şu an aptalca gelse de- bir süre filolojiye ilgi duyunca, sonuç olarak… -durun bi saniye, siz de gördünüz mü? az önce, tam olarak sol tarafımda son derece parlak bir yansıma gerçekleşti, 2 saniye sürdü, hayır, ben odamdayım, ve odada bir gece lambası var sadece, bir de ekranın ışığı, ikisi de sağ tarafımda, biraz çapraz konumdayım ve odanın bana tamamen ters köşesinde bir şey parladı, muhtemelen beynimin bana oynadığı ufak ışık oyunlarından biri daha, ama temkinli olmam gerekiyor, yaşadığım bölge her açıdan sürprizlere gebe bir yer, pezevenkler yaşıyor, uyuşturucu satıcıları ve katiller, ve hırsızlar, hayır abartmıyorum, işte olay aynen bu şekilde, tam bir getto sayılmaz, bundan 3 sene önce yaşadığım yer tam bir gettoydu, amerikada nasılki zenci gettoları varsa, bende 19 sene çingenelerin getosunda yaşadım ve şu an bir sokak aşağımız o ghetto ile sınırın başladığı yer oluyor, yani hâlâ bir gettodayım, getto diyorum, ama asla varoş değil, bu iki kelimeyi aynı anlamda almıyorum, biraz kültürel farklılıklar nedeni ile. evet, çingenelerin gettosunda yaşadım ama bir çingene değilim, ama onlarla büyüdüm, üstelik şehrin merkezinde yaşıyorum. her şey olabilirdi bu tip yerlerde, oldu da, çok fazla kavga ve çok fazla korku… bir keresinde, bunu gerçekten iyi hatırlıyorum, sabahın yedisinde, ben okula gitmek üzere giyiniyordum ki, kapı çaldı, “kim o” dedi valide, şaşkın, merak dolu, “polis, arama var”. kim niçin neden… hayır hayır hayır, soru soramazdınız o yıllar, şimdi işler yavaş yavaş düzeliyor gibi, ama bu da bir yutturmaca, toplumu fakirlikten, açlıktan ve işsizlikten kurtarmadıkça, suç oranının düşmesini ve insanların ahlaklı davranmasını bekleyemezsiniz, ve evet, günümüz dünyasının bu şekilde olmasının tek bir nedeni vardır, bencillik, tek neden bu… ve evet, işler düzeliyor gibi görünüyor, bokun üzerine güzel bir jelatin geçirip çikolata diye satabilirsiniz ve adam gerçeğin farkına ancak size parayı ödeyip paketi satın aldıktan çok çok sonra varabilir, ama iş işten geçmiştir, satılan mal geri alınmaz, işte size avrupa birliği hikayesine ya da bir şeylerin değiştiğine, ya da g8’e, yada afrikaya yapılan yardımlara, yada adalet için savaşanlara değişik bir bakış açısı… ve muhalefette kendi içinde bir iktidardır ayrıca..

ve, evet, ne diyordum, korkmayın, her şeyin farkındayım, olayları iyice karıştırmış olsam da, teker teker en başa, ve çimlere geri dönücem ve bu oyunu siz sıkılmadan daha kaç öyküde kullanabilirim inanın bilmiyorum, ama benim tarzımda bu işte, kendini serbest bırak, bırak aksın, sonra bir noktada olayları toparlamaya çalış, bu arada yeni sorunlar yaratarak okuyucunun beynini iyice düz… ama benim bakış açım, senin bakış açındır, olayları görmenizi istediğim şekilde anlatıyorum, karışık olabilir, ama asla safsata değil, ve evet, devam ediyoruz, noktaya ihtiyacımız yok, farzedin konuşuyorum, virgüllerde durduğum yerler, ama, evet, bi saniye, hatırladım, kapı çaldı ve annem “kim o” dedi, “polis, arama var” sesi geldi dışardan, korktuk, oysa korkmamız gereken hiçbir şey yapmamıştık, ne kadar tuhaf değil mi? size bir suç yükleyebilirler ve hiç kimsenin haberi yokken hapse girebilirsiniz, gayet kolay bu, günümüzde, her ne kadar artık içlerinde olmasam da, askerliği ret ettiği için işkence görenleri bi çok kişiye anlatmış ve bir yanıt almaya çalışmışımdır, hâlâ hassas olduğum bir konu, belki de tek hassas olduğum konu, onca umarsamazlığıma rağmen… ve hey hat, her yeri aradılar evde, her yeri, ve bir şey bulamadan gittiler orospu çocukları, arama emirleri var mıydı bilmiyorum ama bunu sorabilecek en azından buna cesaret edebilecek kadar bilgili değildik, kötü bir mahalle.. okulumuzu hatırlıyorum, çoğumuz zayıftık ve kötü besleniyorduk, ve sürekli kavga ediyorduk, ve hiçbir konuda kimse birbiri ile anlaşamazdı, ben içlerinde en sakin ve en çok çekinilenlerden biriydim, bir kişi hakkında hiçbir şey bilmiyorsanız, ondan korkabilirsiniz, bir şey ne kadar çok deşifre olursa o kadar az korku verir, bu yüzden karanlıktan korkuyor olabilir insanlar, karanlık, gizli, görünmez.. ve, evet, aslında, tüm bunların, yani sarpa saran öykümün ve bu kadar dolambaçlı bir yol izleyişimin tek bir nedeni var, kafam çok iyi ve kulağımda sürekli bağırıyor siyah isa, pac, “eşkıya hayatı, eşkıya hayatı”… bakın, gördüğünüz gibi, konuyu toparlamak için bile özel bir çaba sarf etmiyorum, kendiliğinden geliyor, hatırlıyorsunuz değil mi, çimlerdeydik ve ben göço ile bir doğum gününün nasıl kutlanması gerektiği konusunda diğerlerine bir gösteri sunuyordum, gökhan, “lan madem biraları döküceksiniz neden aldınız, verin bare ben içeyim” dedi, ama kutsal bir şeydi bizimkisi, “hennessey” alıp dökseydik, olayın kutsallığı artıcaktı, ama o an düşüncelerim sadece, en kısa zamanda nerden bir selpak bulabileceğim konusunda yoğunlaşıyordu, “aranızda selpağı olan var mı?” dedim, oktay güldü, biliyordu, diğerlerine bir açıklama yapmak zorunda kaldım, “son zamanlarda alkol alınca burnum akıyor, nedenini bilmiyorum”, ve bu onlara komik geldi, ve bu bana komik geldi, ve bu aslında o kadar trajikomik bir mesele ki, günün birinde ciğerlerim 3. kez patlayacak ve ben eğer acil müdahale yapılmazsa nefes alamadığım için oldukça fazla açı çekerek öleceğim, bir tür intihar, kendinizi öldüremiyorsanız, sizi ölüme en kısa zamanda götürecek bir araç seçersiniz, bu seçim bilinçli veya bilinçsiz olabilir, bu seçim alkol, sigara, ot, lsd, amfetamin, sağlıksız beslenme (mc donalds), yada korunmasız bir cinsel ilişki olabilir, ölmenin bir çok yolu vardır, doğmanın ise tek bir yolu… hiç dikkat ettinimiz mi buna? önemli bir ayrıntı bence… kafam dumanlı… dedim size, torbacıların içinde yaşıyorum ama onlar gibi olmak yerine onların hayatını anlatmayı seçtim, çok fazla şey görüyorum penceremden, ama hepsini anlatabilecek kadar vaktim yok, bunun iki nedeni var, birincisi, çok fazla şey gördüm, ikincisi, hayat çizgim ne kadar uzun olursa olsun, erken öleceğimi hissediyorum, bir üçüncüsü ise, yazının bir yerlerinde ışık saçan bir şeyden bahsetmiştim, işte o şeyin bir hırsızın feneri olmasından korktum, balkonun kapısı açık ve şu an oturduğum eve bugüne kadar 3 kere hırsız giriyordu, son anda işe uyanıp tehlikeyi savuşturmayı başardım, geceleri uyumam, hırsızlarda uyumaz… ama gidip mavişehirdeki kokonaları soysunlar orospu çocukları, bizim hiçbir şeyimiz yok, ne istiyorlar ki bizden?

tekrar çimlerdeyiz.. biram bitti, ve oktayla yeni iki şişe almak için kalktığımızda, oktaya, “unutmada selpak alalım” dedim, dönüş yolculuğunda bir elimde bira bir elimde selpak ile yürüyordum… ve oktayın telefonu çaldı birkaç bira sonra, ahmet, o an bostanlıdaydı, ve bizi çağırıyordu, ve gece henüz sona ermemişti, ve ölene kadar içme konusunda kesin kararlıydım, ve yeteri kadar param yeteri kadar kederim vardı. klişe cümlem, “yeteri kadar x yeteri kadar z”.

vapura binerek karşıya geçtik, vapur yolculuğunda bizi idare etmesi için, önceden iki kırmızı tuborg daha edinmiştik. denizin ortasında, vapurun arkasındayız, bu kez 5 erkek, ve onlar muhabbete dalmışken, ben yıldızlara bakıyorum, yerde oturuyorum ve yıldızlara bakıyorum, birde denize.. sürekli gidebilsek, ve hiç geri dönmesek, asla bıkmam, ve asla sonu gelmeyen bir yolculuk düşünmüşümdür her zaman, benim cennetim böyle bir şey olmalı, mesela ufak bir araba kiralamalıyım, düz bir yol, ama dünyadan söz etmiyorum, yani bir süre sonra başlangıç noktasıa dönmek istemiyorum, sürekli gitmek istiyorum, sonsuza dek, işte sonsuzluk anlayışım budur, ve ksk iskelede iniyoruz, diğerleri oktayın evine, ben ise oktayla beraber ahmetin yanına yürüyorum. değişik yollardan. biz sahil kenarından yürüyoruz, oktay bana rodos adasındaki hayatı anlatıyor, evlenmekten, yuva kurmaktan, gelecekten bahsediyor, ben de ona karamsarlığımdan ve hayatın anlamsızlığından bahsediyorum, ama her nasılsa tamamen farklı konulardan bahsedip ortak bir paydada buluşabiliyoruz, işte size gerçek dostluk, “seni iyki de tanımışım” diyor bana, “bende seni” diyorum, nasıl tanıştığımızı hatırlamıyoruz, ama sihirli günleriz var… ve ahmet görünüyor, kara göründü gibisinden bir vurgu ile söylüyorum bunu, çünkü daha fazla yürüyebilecek dermanım kalmıyor o an, her an batabilirim, ve evet, geçmişte iki kez çimlerde sızıp kalmışlığım var…

bostanlı sahilindeyiz.. biraz durup, mola verip, kendimizi toparladıktan sonra, iki şişe beyaz şarap ve iki şişe gazoz alıyoruz, üç de bardak, ve orada, sahilde, aslında sözünü ettiğimiz şeyler daha sonra belki de hatırlayamayacağımız şeyler, ama önemi yok, önemli olan tek şey o anı paylaşmak, içmek ve hayatta kalmak… sonra bitiyor şarap.. ve ben oktayla açık bir yer arıyorum, gecenin üç buçuğu, ve çok sarhoşum, öyleki, kaldırımda yürürken sürekli zıplıyor ve yanımızdaki ağaçların kafamızın üzerine doğru sarkan yapraklarına dokunmaya çalışıyorum, sarhoş olunca hiperaktif birine dönüşebilirim, ister inanın ister inanmayın, “böyle hayatın” diye bağırıyorum, oktay da “amına koyayım” diye bağırıyor, öylesine çılgınız ki, ve öylesine rahat… “hey hey, şu ihtiyara soralım, oda şarapçıya benziyor” diyorum, bir şarapçı var ilerde, gidip soruyoruz, bize bir yer tarif ediyor… neyse, lafı uzatmayacağım, gecenin finali, oktayın evine varıyoruz bir şekilde, ne şekilde olduğunu hatırlamıyorum, ve oktayın odasında yerde yatarken, “oktay hani içmiyoruz mu daha” diyorum, ama ahmet ve oktay sızmak üzere, bense içmek içmek ve içmek istiyorum, ölene kadar, ama sızıyorum oracıkta…

ve ertesi sabah… gözlerimi açtığımda başka bir odada ve başka koltukta buluyorum kendimi, oraya nasıl geldiğim konusunda hiç bi fikrim yok… sabahın dokuzu, kalkıyor ve banyoya koşuyorum, yok, hayır, koşmuyorum, sürünüyorum, ve kusuyorum, şarap ve acı, acı ve kan kusuyorum.. ve her ne kadar sebebini hala çözememiş olsam da, ağrıyor sol akciğerim… kalp değil.. ve, evet, tekrar dönüp yatıyorum, ve bir yarım saat kadar sonra kalkıp tekrar kusuyorum, kan, şarap ve acı… kan ve şarap şifonu çekince gidiyor ve geride kalan acıyı ruhuma tekrar geri alarak, buzdolabına dönüyor, ve günün ilk birasını açıyorum… alkol hiçbir şeyi çözümlemiyor evet, ama en azından her şeyin çözümsüz olduğunu unutturuyor adama… haksız mıyım? [ 15.10.2005 –03:10 ]



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder