kan,
şarap ve acı
bu gece iyice
zorladım kendimi… bu, sanıyorum, 16. girizgah, ama olmuyor, gelmiyor lanet
olası şey, bugün akşam üstü şanşım yaver gitti at yarışında, sadece son iki
yarışa oynadım ve ikisini de bildim, ben altılı yada üçlü ganyan oynamam, o tip
oyunlarda çok para kazanma şanşınız vardır, ama çok para kazanma şanşınız
oldukça düşüktür. ben bahis oynarım, tek yarış tek at, ufak para, ama hızlı… 1
dakika 34 saniyelik bir koşuda hayatınızı ortaya koymanız mucizevi bir şey.
kazanırsanız, gelen paranın bir kısmını yarınki koşulara ayırır, diğer kısmı
ile 2 şişe beyaz şarap ile iki litrelik gazoz alırsınız, iyi bir karışım bu,
üstelik tadı iyileştiriyor. kalitesiz şaraplar, bilirsiniz, midenize zor iner,
ama gazoz hem yutmanıza hemde daha çabuk sarhoş olmanıza neden oluyor… evet,
pekala, bu gece iyi zorladım demiştim lanet şeyi, sorunu nedir bilmiyorum, son
günlerde aramız iyice bozuldu, yazıdan söz ediyorum tabiyki, yürümüyor,
akmıyor, ama neyse, şu an iyi, gayet iyi, şükranlarımı sunuyorum kendisine…
evet. bakalım elimizde neler var…
alsancak
çimlerdeyiz, 6 veya yedi kişi olabiliriz.. saymadım, ama hepimiz erkeğiz,
bazılarımızın sevgilisi var, bazılarımızın yok, benim ise var gibi de yok gibi
de, her şeyim gibi bu da iki arada bir derede kalmış… alsancak… çimler.. elimde
bir kırmızı tuborg, daha öncesinden, gündüz, evde ekran karşısında,
teknolojinin getirdiği nimetten ve bok püsürden faydalanarak oktayla sözleştik,
“ölene kadar içicez”, “karşıyaka devlet hastanesine düşüne kadar içelim”. evet
aynen bu şekilde sözleşmiştik, ve bilirsiniz, bazen ölene kadar içmek ister ama
bir noktada ölmeden önce sızar ve ertesi sabah, “bir daha böyle içeni
siksinler” diyerek güne başlarsınız…
evden çıktım, ve
önceden anlaştığımız şekilde saat yedide alsancak iskelede onları bekliyordum,
yayan olarak gitmiştim, evet, burada tıkandığımı hissediyorum.. ama uzatmaya
gerek yok, hızlı geçiyorum, çimlerdeyiz, ve o gece, pac’ın doğum günü, göço
hemen yanımda, ve ben elimdeki birayı hafif eğerek, “bugün pac’ın doğum günü”
diyorum, “rest in peace nigga” diyerek biramızdan büyük bir miktarı döküyoruz
çimlere, sadece göço ve ben yapıyoruz bu ritüeli, gerçi ritüelmi denir buna,
emin değilim, bazen bazı zamanlarda, cümle akarken, bazı kelimeler gelir aklıma
ve kelimenin tek başına ne anlama geldiğini tam olarak açıklayamam, ama o
cümleye yakıştığını ve bir anlam kattığını ya da anlamı tamamladığını
düşünürüm, yıllarca kelimeler ile uğraştıktan sonra, ve –her ne kadar şu an
aptalca gelse de- bir süre filolojiye ilgi duyunca, sonuç olarak… -durun bi saniye,
siz de gördünüz mü? az önce, tam olarak sol tarafımda son derece parlak bir
yansıma gerçekleşti, 2 saniye sürdü, hayır, ben odamdayım, ve odada bir gece
lambası var sadece, bir de ekranın ışığı, ikisi de sağ tarafımda, biraz çapraz
konumdayım ve odanın bana tamamen ters köşesinde bir şey parladı, muhtemelen
beynimin bana oynadığı ufak ışık oyunlarından biri daha, ama temkinli olmam
gerekiyor, yaşadığım bölge her açıdan sürprizlere gebe bir yer, pezevenkler
yaşıyor, uyuşturucu satıcıları ve katiller, ve hırsızlar, hayır abartmıyorum,
işte olay aynen bu şekilde, tam bir getto sayılmaz, bundan 3 sene önce
yaşadığım yer tam bir gettoydu, amerikada nasılki zenci gettoları varsa, bende
19 sene çingenelerin getosunda yaşadım ve şu an bir sokak aşağımız o ghetto ile
sınırın başladığı yer oluyor, yani hâlâ bir gettodayım, getto diyorum, ama asla
varoş değil, bu iki kelimeyi aynı anlamda almıyorum, biraz kültürel
farklılıklar nedeni ile. evet, çingenelerin gettosunda yaşadım ama bir çingene
değilim, ama onlarla büyüdüm, üstelik şehrin merkezinde yaşıyorum. her şey
olabilirdi bu tip yerlerde, oldu da, çok fazla kavga ve çok fazla korku… bir
keresinde, bunu gerçekten iyi hatırlıyorum, sabahın yedisinde, ben okula gitmek
üzere giyiniyordum ki, kapı çaldı, “kim o” dedi valide, şaşkın, merak dolu,
“polis, arama var”. kim niçin neden… hayır hayır hayır, soru soramazdınız o
yıllar, şimdi işler yavaş yavaş düzeliyor gibi, ama bu da bir yutturmaca,
toplumu fakirlikten, açlıktan ve işsizlikten kurtarmadıkça, suç oranının düşmesini
ve insanların ahlaklı davranmasını bekleyemezsiniz, ve evet, günümüz dünyasının
bu şekilde olmasının tek bir nedeni vardır, bencillik, tek neden bu… ve evet,
işler düzeliyor gibi görünüyor, bokun üzerine güzel bir jelatin geçirip
çikolata diye satabilirsiniz ve adam gerçeğin farkına ancak size parayı ödeyip
paketi satın aldıktan çok çok sonra varabilir, ama iş işten geçmiştir, satılan
mal geri alınmaz, işte size avrupa birliği hikayesine ya da bir şeylerin
değiştiğine, ya da g8’e, yada afrikaya yapılan yardımlara, yada adalet için
savaşanlara değişik bir bakış açısı… ve muhalefette kendi içinde bir iktidardır
ayrıca..
ve, evet, ne
diyordum, korkmayın, her şeyin farkındayım, olayları iyice karıştırmış olsam
da, teker teker en başa, ve çimlere geri dönücem ve bu oyunu siz sıkılmadan
daha kaç öyküde kullanabilirim inanın bilmiyorum, ama benim tarzımda bu işte,
kendini serbest bırak, bırak aksın, sonra bir noktada olayları toparlamaya
çalış, bu arada yeni sorunlar yaratarak okuyucunun beynini iyice düz… ama benim
bakış açım, senin bakış açındır, olayları görmenizi istediğim şekilde
anlatıyorum, karışık olabilir, ama asla safsata değil, ve evet, devam ediyoruz,
noktaya ihtiyacımız yok, farzedin konuşuyorum, virgüllerde durduğum yerler,
ama, evet, bi saniye, hatırladım, kapı çaldı ve annem “kim o” dedi, “polis,
arama var” sesi geldi dışardan, korktuk, oysa korkmamız gereken hiçbir şey
yapmamıştık, ne kadar tuhaf değil mi? size bir suç yükleyebilirler ve hiç
kimsenin haberi yokken hapse girebilirsiniz, gayet kolay bu, günümüzde, her ne
kadar artık içlerinde olmasam da, askerliği ret ettiği için işkence görenleri
bi çok kişiye anlatmış ve bir yanıt almaya çalışmışımdır, hâlâ hassas olduğum
bir konu, belki de tek hassas olduğum konu, onca umarsamazlığıma rağmen… ve hey
hat, her yeri aradılar evde, her yeri, ve bir şey bulamadan gittiler orospu
çocukları, arama emirleri var mıydı bilmiyorum ama bunu sorabilecek en azından
buna cesaret edebilecek kadar bilgili değildik, kötü bir mahalle.. okulumuzu
hatırlıyorum, çoğumuz zayıftık ve kötü besleniyorduk, ve sürekli kavga
ediyorduk, ve hiçbir konuda kimse birbiri ile anlaşamazdı, ben içlerinde en
sakin ve en çok çekinilenlerden biriydim, bir kişi hakkında hiçbir şey
bilmiyorsanız, ondan korkabilirsiniz, bir şey ne kadar çok deşifre olursa o
kadar az korku verir, bu yüzden karanlıktan korkuyor olabilir insanlar,
karanlık, gizli, görünmez.. ve, evet, aslında, tüm bunların, yani sarpa saran
öykümün ve bu kadar dolambaçlı bir yol izleyişimin tek bir nedeni var, kafam
çok iyi ve kulağımda sürekli bağırıyor siyah isa, pac, “eşkıya hayatı, eşkıya
hayatı”… bakın, gördüğünüz gibi, konuyu toparlamak için bile özel bir çaba sarf
etmiyorum, kendiliğinden geliyor, hatırlıyorsunuz değil mi, çimlerdeydik ve ben
göço ile bir doğum gününün nasıl kutlanması gerektiği konusunda diğerlerine bir
gösteri sunuyordum, gökhan, “lan madem biraları döküceksiniz neden aldınız,
verin bare ben içeyim” dedi, ama kutsal bir şeydi bizimkisi, “hennessey” alıp
dökseydik, olayın kutsallığı artıcaktı, ama o an düşüncelerim sadece, en kısa
zamanda nerden bir selpak bulabileceğim konusunda yoğunlaşıyordu, “aranızda
selpağı olan var mı?” dedim, oktay güldü, biliyordu, diğerlerine bir açıklama
yapmak zorunda kaldım, “son zamanlarda alkol alınca burnum akıyor, nedenini
bilmiyorum”, ve bu onlara komik geldi, ve bu bana komik geldi, ve bu aslında o
kadar trajikomik bir mesele ki, günün birinde ciğerlerim 3. kez patlayacak ve
ben eğer acil müdahale yapılmazsa nefes alamadığım için oldukça fazla açı
çekerek öleceğim, bir tür intihar, kendinizi öldüremiyorsanız, sizi ölüme en
kısa zamanda götürecek bir araç seçersiniz, bu seçim bilinçli veya bilinçsiz
olabilir, bu seçim alkol, sigara, ot, lsd, amfetamin, sağlıksız beslenme (mc
donalds), yada korunmasız bir cinsel ilişki olabilir, ölmenin bir çok yolu
vardır, doğmanın ise tek bir yolu… hiç dikkat ettinimiz mi buna? önemli bir
ayrıntı bence… kafam dumanlı… dedim size, torbacıların içinde yaşıyorum ama
onlar gibi olmak yerine onların hayatını anlatmayı seçtim, çok fazla şey görüyorum
penceremden, ama hepsini anlatabilecek kadar vaktim yok, bunun iki nedeni var,
birincisi, çok fazla şey gördüm, ikincisi, hayat çizgim ne kadar uzun olursa
olsun, erken öleceğimi hissediyorum, bir üçüncüsü ise, yazının bir yerlerinde
ışık saçan bir şeyden bahsetmiştim, işte o şeyin bir hırsızın feneri olmasından
korktum, balkonun kapısı açık ve şu an oturduğum eve bugüne kadar 3 kere hırsız
giriyordu, son anda işe uyanıp tehlikeyi savuşturmayı başardım, geceleri
uyumam, hırsızlarda uyumaz… ama gidip mavişehirdeki kokonaları soysunlar orospu
çocukları, bizim hiçbir şeyimiz yok, ne istiyorlar ki bizden?
tekrar çimlerdeyiz..
biram bitti, ve oktayla yeni iki şişe almak için kalktığımızda, oktaya,
“unutmada selpak alalım” dedim, dönüş yolculuğunda bir elimde bira bir elimde
selpak ile yürüyordum… ve oktayın telefonu çaldı birkaç bira sonra, ahmet, o an
bostanlıdaydı, ve bizi çağırıyordu, ve gece henüz sona ermemişti, ve ölene
kadar içme konusunda kesin kararlıydım, ve yeteri kadar param yeteri kadar
kederim vardı. klişe cümlem, “yeteri kadar x yeteri kadar z”.
vapura binerek
karşıya geçtik, vapur yolculuğunda bizi idare etmesi için, önceden iki kırmızı
tuborg daha edinmiştik. denizin ortasında, vapurun arkasındayız, bu kez 5
erkek, ve onlar muhabbete dalmışken, ben yıldızlara bakıyorum, yerde oturuyorum
ve yıldızlara bakıyorum, birde denize.. sürekli gidebilsek, ve hiç geri
dönmesek, asla bıkmam, ve asla sonu gelmeyen bir yolculuk düşünmüşümdür her
zaman, benim cennetim böyle bir şey olmalı, mesela ufak bir araba
kiralamalıyım, düz bir yol, ama dünyadan söz etmiyorum, yani bir süre sonra
başlangıç noktasıa dönmek istemiyorum, sürekli gitmek istiyorum, sonsuza dek,
işte sonsuzluk anlayışım budur, ve ksk iskelede iniyoruz, diğerleri oktayın
evine, ben ise oktayla beraber ahmetin yanına yürüyorum. değişik yollardan. biz
sahil kenarından yürüyoruz, oktay bana rodos adasındaki hayatı anlatıyor,
evlenmekten, yuva kurmaktan, gelecekten bahsediyor, ben de ona karamsarlığımdan
ve hayatın anlamsızlığından bahsediyorum, ama her nasılsa tamamen farklı
konulardan bahsedip ortak bir paydada buluşabiliyoruz, işte size gerçek
dostluk, “seni iyki de tanımışım” diyor bana, “bende seni” diyorum, nasıl
tanıştığımızı hatırlamıyoruz, ama sihirli günleriz var… ve ahmet görünüyor, kara
göründü gibisinden bir vurgu ile söylüyorum bunu, çünkü daha fazla
yürüyebilecek dermanım kalmıyor o an, her an batabilirim, ve evet, geçmişte iki
kez çimlerde sızıp kalmışlığım var…
bostanlı
sahilindeyiz.. biraz durup, mola verip, kendimizi toparladıktan sonra, iki şişe
beyaz şarap ve iki şişe gazoz alıyoruz, üç de bardak, ve orada, sahilde,
aslında sözünü ettiğimiz şeyler daha sonra belki de hatırlayamayacağımız
şeyler, ama önemi yok, önemli olan tek şey o anı paylaşmak, içmek ve hayatta
kalmak… sonra bitiyor şarap.. ve ben oktayla açık bir yer arıyorum, gecenin üç
buçuğu, ve çok sarhoşum, öyleki, kaldırımda yürürken sürekli zıplıyor ve
yanımızdaki ağaçların kafamızın üzerine doğru sarkan yapraklarına dokunmaya
çalışıyorum, sarhoş olunca hiperaktif birine dönüşebilirim, ister inanın ister
inanmayın, “böyle hayatın” diye bağırıyorum, oktay da “amına koyayım” diye
bağırıyor, öylesine çılgınız ki, ve öylesine rahat… “hey hey, şu ihtiyara
soralım, oda şarapçıya benziyor” diyorum, bir şarapçı var ilerde, gidip soruyoruz,
bize bir yer tarif ediyor… neyse, lafı uzatmayacağım, gecenin finali, oktayın
evine varıyoruz bir şekilde, ne şekilde olduğunu hatırlamıyorum, ve oktayın
odasında yerde yatarken, “oktay hani içmiyoruz mu daha” diyorum, ama ahmet ve
oktay sızmak üzere, bense içmek içmek ve içmek istiyorum, ölene kadar, ama
sızıyorum oracıkta…
ve ertesi sabah…
gözlerimi açtığımda başka bir odada ve başka koltukta buluyorum kendimi, oraya
nasıl geldiğim konusunda hiç bi fikrim yok… sabahın dokuzu, kalkıyor ve banyoya
koşuyorum, yok, hayır, koşmuyorum, sürünüyorum, ve kusuyorum, şarap ve acı, acı
ve kan kusuyorum.. ve her ne kadar sebebini hala çözememiş olsam da, ağrıyor
sol akciğerim… kalp değil.. ve, evet, tekrar dönüp yatıyorum, ve bir yarım saat
kadar sonra kalkıp tekrar kusuyorum, kan, şarap ve acı… kan ve şarap şifonu
çekince gidiyor ve geride kalan acıyı ruhuma tekrar geri alarak, buzdolabına
dönüyor, ve günün ilk birasını açıyorum… alkol hiçbir şeyi çözümlemiyor evet,
ama en azından her şeyin çözümsüz olduğunu unutturuyor adama… haksız mıyım? [ 15.10.2005 –03:10 ]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder