10 Ocak 2012

kuklacı john

kuklacı john

hangi yıllardaydı hatırlamıyorum, ama bir zamanlar, daha iyi zamanlardı diyerek hatırladığım zamanlar da oldu. şimdiyse, daha iyi zamanlardı diye kıyaslayabileceğim bir zaman dilimi yok, içinde bulunduğum son zamanlara karşılık, yani her şey her zaman kötüye gitmez dostlar, bunu daha önce de söylediğimde, bir zamanlar bana, demişti ki, bir dostum, her şey her zaman iyiye de gitmez o zaman, hayır demiştim ona, gitmez ama çoğu zaman, kötüye gidiyormuş gibi hisseder insan, büyüdükçe kötüleştiğini.. içinden çıkardıkların, içine sığmayacak bir zaman sonra, çünkü sen büyürken, içindeki küçülür daima, ve kusarak kusarak kusarak, geceler boyu içtiğin için sabahları boş bir mide ile ve öğürtü ile uyanıp, kusarak kusarak kusarak içindeki boşluğu, geçirdiğin günlerin geride kaldığını bildiğinde, anlarsın artık, içinde kusulası hiçbir şeyin var olmadığını, hiçbir zaman var olmadığını, yani en başından beri var olmadığını ve, yazarken yaptığın şeyin, senin içine ait olmayan şeyleri çıkarmak için, bir çaba sarf etmekten başka bir şey olmadığını.. hayır anlatamazsın, bir bar taburesinde mesela, sana ne kadar yakın olduğunu bilirsen bil, herhangi bir insana, diyemezsin yani ona, içimde bir boşluk var ve onu neyin dolduracağını bilmiyorum ama daima kusuyorum diye.. diyemezsin çünkü, o da, her ne kadar seninle aynı durumda olursa olsun, bunu sana diyemiyordur, iyi değilsinizdir ve iyiymiş gibi yaparak birkaç bira içer, sonra evlere dağılırsınız.. ve sonra sen yine, yoldan aldığın birkaç şişe ile eve girer, kimseye çaktırmadan çantanda ne olduğunu, odaya geçersin.. uyuyacağım ben.. ışıklar kapalı, müzik açık.. içine soktuklarını, çıkarmak için, kendini zehirliyorsun.. birkaç şişe sonra sızdığında, ve sabah doğan güneş sana hiç de iyi şeyler hissettirmediğinde, annen soruyor, yataktan neden çıkmıyorsun, öğlenin ikisi, hasta mısın? sormak istiyorsun ona, bir kez olsun sormak, hiç benim gibi hissettiğin zamanlar olmadı mı diye sormak, bir kez olsun hissetmedin mi? unutmuş olamazsın.. beni anlamalısın.. anlamak zorundasın anne.. lütfen.. gözlerime bak ve bana beni anladığını söyle.. gene içmişsin diyecektir size, gene berbat kokuyorsun diyecektir, ve sen kendi içine sinen berbatlığı biraz daha hissedersin ama bu koku bana ait değil anne, benim kokumu kimse sevmiyor, bende kendimi, kendimi sevmeyeceğim bir hale sokuyorum dersin, çünkü kimse seni sevmediğinde, senin kendini sevmen, senin kendini daha da kötüye sokmandan başka bir halta yaramaz dersin, dersin ama içinden, çünkü dışından da söylediğin her şey, uzay boşluğunda bile asılı kalamayacak sesler bütününden başka bir şey değildir.. aksini düşünüyorsanız, size bunun söylediğim gibi olduğunu ispatlayabilirim bayım, çünkü şu an ben, içimden konuşuyorum, gördüğünüz gibi, buraya kadar bile gelememişsiniz..

etrafımda bir kalabalık oluşturduğunuzu varsaydığım günlerin geride kalmış olmasının nedenini, hepimiz çok iyi bilmekteyiz, çünkü oluşturduğumuz boşluğun içine, dahil olmak isteyenlerin büyük bir bölümü, o boşluğu doldurmak için var olmaya çabalıyorlardı, ve sonra biz o boşluğu ortadan kaldırınca, kendi içlerinde de bir boşluk taşımadıklarını, yani epey bir dolu olduklarını düşündükleri için, ortadan kayboldular..

düşünüyorum da, sokak edebiyatı yokken, pek az insan oluyor, varken yeni birileri pat diye ortaya çıkıyor, vay canına, inanılmaz bir dehaya sahibim, kuklacı john amca geldi aklıma.. o da mı kim? bir karakterim, kuklacı john amca, kendi boğazına ipi takıp, bir üst kata o ipi bağlayınca, herkesi bir gülme tuttu ve herif sahnede intihar ederken, onun rol yaptığını ve yaptığı kuklaları taklit ettiğini düşündüler, sonra herif öldü, bir kukla gibi, yani zaten kuklalar ölmez öyle değil mi? çünkü aslında yaşamıyorlardır da.. o halde meseleyi tekrar ele aldığımızda, ve sorduğumuzda sınıftaki öğrencilere, nerde kalmıştık diye, büyük bir sessizlik korosu ile karşılaşacağız.. çünkü olay, öğretmenin ders anlatması esnasında gerçekleşiyordur, öğretmen susunca çocuklar da susar çünkü her ne kadar öğretmenin anlattığı dersi dinlemiyor olsalar da duyuyorlardır, sınıfa da arkasını dönmüştür öğretmen, yazıyordur, konuşuyordur, anlatıyordur, büyük bir çaba sarfetmiyor olabilir, işinden nefret ediyor bile olabilir hatta, ama ben hayatımın hiçbir evresinde, konuşan bir öğretmene karşı saygısızlık etmedim, dinlememiş olabilirim, bakın bu konuda haklısınız, ama bana gıcık olan edebiyatçı hatunu bile tek dinleyen bendim koca sınıfta, herkes konuşuyordu, ve ben yanımdaki ülkücü gençlik kahramanı serkanı susturup, hocaya kulak veriyordum.. sonra beni sınıfta bıraktı.. o gün anladım ki, insanlar sizin onlara duyduğunuz saygıya göre, notunuzu belirlemezler, yerine getirmenizi istedikleri şeylerin kaçta kaçını ve nasıl yerine getirdiğinize göre, bir sonuça ulaşırsınız. yani boş bir kağıda adınızı yazıp, onu masasısın üzerine koymanız, belki de içiniz de ki boşluğu anlattığınız anlamına gelmemiş olabilir.. aslında gelmemiştir, gelmemiştir çünkü içindeki boşluğu anlatabilen insanın içinde boşluk yoktur, içinde istemediği doluluklar vardır, onları kusuyordur o, asıl içinde bir boşluk taşıyıp onu anlatamıyorsa, o insan, korkacaksınız.. yani ölebilir.. anlıyor musunuz ne demek istediğimi?

eğer bana, yıllar önce bir yayınevi, çok dolu bir herifsin deseydi, ben bunu bir hakaret olarak algılayıp, dava açabilirdim, açabilirdim çünkü içimde bir doluluk oluşturan o şeyi ben içime almamıştım, aksine çıkarmak için çabalıyordum yıllardır, ben kusuyordum, onlar gene giriyordu, kusuyordum, gene.. her sabah, otobüse bindiğimde mesela, ya da okula gittiğimde, ya da eve gelmeden önce yolda yürürken mesela, dolmuştan inip.. sürekli sürekli sürekli içime enjekte edilen sıkıntının sebebini çözmeye çalışmadığımı söylediğimde, çözünmeye de çalışmıyorum diye eklemiştim, ve o gün bana “her şey kötüye de gitmez o zaman” diyen dostum, o ana kadar dostum olan, demişti ki, “zor olan şey, kendini anlatmak değil, sana kendini anlatanı dinleyebilmektir”. yazılar üzerine konuşuyorduk ve o gün anladım ki, herif hiçbir şey anlamamış, ulan ben kendimi anlatmıyorum denyo demeye çalıştım, ama demedim, bir bira sonra, hadi kaçalım artık deyip kaçtım, gerçekten kaçtım yani, çünkü siz hala benim burada kendimi anlatma çabası sarf ettiğim gibi bir algıya kapılıyorsanız, sizden de kaçardım.. yazmazdım yani, anlıyor musunuz? yazmazdım çünkü, sizi anlamadığını bilen biriyle konuşmak gereksizdir.. ve iki yıldır yazmıyorsa bir insan, ve yazmak yerine onları zihninden geçirip gitmesine neden oluyorsa, ve giderek sıkışıyorsa içinde, içindeki boşluğa, çıkarıp atamadıkları giderek daha güçlü bir baskı oluşturuyorsa, ve artık kusmanın da veya sarhoş olmanın da fayda etmediğini bildiği için, bunu da yapmıyorsa ve hatta her şeyi siktiredip, tanrı'ya dönüyorsa yüzünü, ve lütfen diyorsa ona, dua ederken lütfen gibi bir kelimeyi kullanıyorsa, burada biraz durup düşünmemiz gerekiyor, yalnız olmak bir şikayet nedeni değildir, asıl yalnız kalamamaktan şikayet etmeli bir insan.. günde birkaç saat mesela, odada tek başına kalmaya vakit bulamıyorsa...

“çok yalnızsın ve ben bunu çok iyi anlıyorum”
“kendimi yalnız hissettiğim için bir kez bile şikayet etmedim ben” diyorum ona, bir bar da oturuyoruz, iki hatun ve ben ve benden fanzinlerimi almak için, küldür bakanlığına müracat edip birkaç sigara almışlar, ki külünden bir deniz yapalım kendimize, tablonun içinde, ve sonra üzerinde sigaramızı söndürünce ölsün tüm balıklar.. evet aynen böyle yapmışlar ve ben de buluşmuşum, ve sonra votka kola söylenmesi gerekmiş çünkü bunlar iki bira içelim mi demişler, sen de olur demişsin, ve arada hiçbir duygusal veya cinsel ivme kazanmayacak olan bir sohbetin eşiğinde sana biri, diğeri tuvalete gittiğinde, demiş ki, “yazdıklarını sevdim ben”, eyvallah demişsin sen de, olur öyle, ben sevmiyorum, “ yalan söylüyorsun” demiş size, “yalan söyleyenleri de sevmiyorum” demişsin, ve sonra ardından bildiğin bir gerçeği açığa çıkarmaktan kaçınmışsın... ulan nasıl sevebilirsin, kitapevinden aldığını söylediğin tek fanzinde yer alan tek öyküm de iki sayfa eksikti, basım hatası yapmışım, ve hiç düzeltmeden bastım onu, bir kez olsun biri, girdo hatalı basmışsın demedi, nasıl okudun, bariz hata anlaşılıyor, nasıl yani? hayır böyle demedim, onun yerine, şöyle dedim, lita'yi sevdin mi?
o kim dedi bana, ben de ona, lolita dedim, nabokov'un kitabı, hani okuduğunu söylemiştin ya, haa dedi evet severek okudum o kitabı ben, ulan lita senin kitapevinden aldığını söylediğin tek fanzindeki karakter, nasıl yani, nasıl.. sonra işte, insanlar gelip, 2 senedir, neden yazmıyorsun girdo diyor, hayır sormaları gereken soru şu, neden sokak edebiyatını kapattın, yazı göndericektim ben.. seni okumuyorum ki.. hiçbir şeyi okumuyorum sitede, sadece yazmak istiyorum, radyo yayınlarını hiç dinlemiyor ama ben de radyo yayını yapmak istiyorum..

burada söylediklerimi üzerine alınmaması gereken ve sayıları sokak edebiyatının toplam harflerinden daha az olan yakınlarım için bir açıklama da bulunmak istiyorum: alının ve gidin be abi. ben de gideyim.. bırakalım bu işleri.. hiçbir şeyi çözmüyor artık dilimize bağladığımız düğümler.. ben tüm dünyanın ağzına sıçmak istiyorum, öyle bir jilet koymalıyım ki, zack'in diline, cümlelerini okuduğunuzda, beyin sarsıntısından ölün istiyorum, ölün de kurtulun bu adına postmodern denilen ama bana göre potporiden oluşan zaman diliminden.. gerçekten bunu istiyorum yani.. ama istediğin şeyi yapman için, kuklacı john amca gibi bir seyirci kitlenin olmaması lazım.. yani anlatabiliyor muyum? yani olay, tamamen elim sendeye dönüşüyorsa, ve sonra birbirimizin ardından koşmaya başlıyorsak, bir anlamı kalmıyor bu işin.. giderek daha da dibe düşme korkusu taşıyorsan o yüzden, bizim elimizden tutmaya çalışma, düşersin aşağı.. biz aşağı da olduğumuz için değil, senin kendini düşmüş bir hayat yaşadığına iten düşüncelerin nedeniyle.. çünkü ben aşağı düşmek veya yukarı çıkmak arasında durulan bir dönme dolap olarak görmüyorum bu hayatı.. dibe düşersin düşmesine, hepimiz birkaç kere düştük, ama orada kalmaktan hoşnut değilsen, daha da dibe düşemezsin.. düştüğünü sanırsın ama, bak bu olabilir, herkes her şeyi sanabilir, ve bir sandalyenin gerçekliğinden gerçek anlamda emin olamıyorsanız, fotoğrafına bakmanız bile çözmez meseleyi, veya sözlüğe bakıp, oradaki tanıma uygun bir eşya aramanız evde, hiçbiri meseleyi çözmez dostlar, sandalye sandalyedir ve üzerinde hiç kimse oturmuyorsa bile, orada durmak zorundadır, tam karşımda, şu an durduğu gibi, görüyorum onu, odamda bir boş sandalye var ve bir kez bile oturmadım üzerinde onun, daima ayaklarımı uzatıyorum ona, pekala pekala, o halde bir kez daha düşünelim şimdi, kelimeler onlara kattığımız anlamlarla var oluyor olabilir mi? o halde bir sandalyenin anlamı herkese göre değişebilir değil mi? pekala meseleyi şu hale getirecek olursak: dibe vurmak adlı efsane konusunda; bir gemi düşünelim, ve onun çapasını denize atmak, o çapanın dibe vurması, geminin orada karaya yanaşınca yapılması gereken bir eylemdir öyle değil mi? ama denize açılırken, çaba geri çekilir.. pekala pekala, dibe vurmak dediğimiz şeyin, sizin için ne anlama geldiğini ben bilmiyorum, siz de benim kendimi kötü hissettiğimi söylediğim dizelerde, ne anlatmamaya çalıştığımı bilmiyorsunuz, ne anlatmamaya çalıştığımı, yani skor anlamlar açısından, eşit. ve dahası, şuraya tekrar dönelim: iki hatun, bar, fanzinler nedeni ile buluşuldu ve sonra, viski kola içiyorduk, 2007 yılındayız, alsancak korku parkı istasyonundayız, ve ben fazlasıyla nankör bir adam olduğum için, hatun bana “ben de kendimi yalnız hissediyorum” dediğin de, “ben de kedimi yalnız hissediyorum” dedim, “a-a dedi bir kedin mi var?” hayır işte dedim o yüzden yalnız hissediyorum kedimi, kedim olsaydı yalnız hissetmezdi kendisini.. gene bir şey anlatamadım ve sıkıldım, sonra ben kalkıyorum dedim ve bana “yazdıklarını seviyorum” dedi, ben de ona, yazmadıklarımı da sevseydin bir şansın olurdu belki dedim ve yol aldım, üstelik fanzinleri henüz vermediğim halde, o bunu bana hatırlatmadı, ve bir daha da aramadı.. fanzinleri unutmuşum ben gibi.. unutmadı, ilgilenmiyordu, yalnız olmak istemiyordu sadece, ya da yanında ben yürüyünce kendini yeraltı prensesi hissedicekti.. ve sorun şu ki: anlamlar arası karmaşaya geri dönecek olursak, ben yeraltı adlı bir şeye de inanmıyorum. çünkü birşeyin, altta mı üsste mi olduğunu belirlemek için, neyin altında veya üstünde olduğunu bilmemiz gerekiyor dostlar, ve “yer” diye temin edeceğimiz zemin eğer piyasa adı ile geçerli olan pamuk ipliği ise, üzerinde zaten duramazsınız onun, durmaya çalışırsanız o pamuğun sizi taşıyabileceği şeyler yazmanız gerekir, ve gereken şeyleri yazmaya devam ettiğiniz sürece gerekmeyen hallere bürünebilirsiniz: gazete röportajları, imza günleri ve birkaç farklı konsültasyon sonrası sizi iyileştireceğini düşündükleri şey sizi konstipasyon yapabilir..

meseleyi kapatıcak olursak; uzun zamandır yazmayan bir insanın yazı yazmıyor olma nedeni, kabızlık olmayabilir ve yazı konusunda ishal olmaktansa kabız olmayı tercih ederim ve dahası benimle tıp oynamaktan sıkılırsanız, kaybedersiniz..

pekala pekala, bu yazı, tüm kuklacı johnlara gelsin..
10ocak2012



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder