13 Eylül 2006

isimsiz -5

isimsiz -5

o’nunla nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum, çok sarhoştum, ama galiba halısına kusmuşum. ertesi gün ayıldığımda anlatmıştı bana. “seni bir daha bu eve almayacağım” dedi, ve çok ciddiydi yüz ifadesi bunu söylerken, ama sonra, her nasılsa, evinde kalmaya başlamıştım çoğu gün ve gece, ya da abisinin evinde. güzel zamanlardı, bir daha asla geri gelmeyecek olsa da, geri getirilemeyecek.

18 yaşındaydım galiba, 19 da olabilir. hem bunun ne önemi var. her neyse, birinden alsancakta eski kitaplarımı satabileceğimi duymuştum, üniversiteyi yeni kazanmıştım o sene, henüz okullar açılmamıştı, ama okula gitmek istemiyordum. ve evdeki tüm kitapları, ve dahası yeğenlerimin – hepsi öğrenci olan dört yiğenim vardı o zamanlar- eski kitaplarını da toplayıp alsancak’a vurdum kendimi, eniştemle birlikte.

bilmiyorduk nasıl yapılacağını bu işin. kitapları dizdik ve beklemeye başladık. sonra birisi geldi, “orası benim yerim” dedi, kaldırdık kitapları ve başka bir yere geçtik. ilk gün çok sıkıcıydı, eniştem bir kenarda oturmuş izliyordu sadece, ben de diğer köşede. sonra herifin biri geldi ve “çay ister misiniz?” dedi. elbette, neden olmasın. sonra bir öğrenci geldi ve kitaplarını bize satmak istedi, aldık biz de, başka birine satabiliriz umuduyla. böyle yürüyordu burada iş, bir öğrenciden ikiyüzellibin liraya alır, başka bir öğrenciye beş milyon liraya kakalardınız.

ilk gün kayda değer bir şey olmadı. öğlene doğru eniştem epey sıkıldı ve “gidelim” dedi, “tamam” dedim. iki kişiden eski birkaç kitap almış, 2 öğrenciye de birer tane satmıştık. zarardaydık ama, yol parasını bile çıkartamamıştık, bir de çaylar.

ertesi gün sabah 10’da kalktım ve eniştemin evine gittim, akşamdan kalmaydı, “ben gelmeyeceğim” dedi, “sen istiyorsan git, ama pek akıl karı değil o iş.”

“sen bilirsin” dedim ve yola çıktım. öğlenin onbiriydi galiba. pek hatırlayamıyorum, aklımı kaçırmak üzereyim çünkü şu an. her neyse. yan taraftaki elemanla muhabbete başladık, adı tuncaydı, elinde bir meyve suyu vardı, öyle sanıyordum, ama alkol oranı yüksek bir meyve suyuydu bu. laflamaya başladık. sarhoştu, oldukça. ve orada eski kitap satıyordu benim gibi. benim gibi değil aslında. o satıyordu gerçekten, ben ise alıyordum sürekli ama pek satabildiğim söylenemez, tek tük.

“alma” dedi tuncay, tam bir hatundan eski kitap alıcakken, “satamazsın onu, alma.”

hangi kitabın müfredatta olduğunu, hangisinin olmadığını, hangi okulda hangi kitabın okutulduğunu ezbere biliyordu. hatun tuncay’a döndü ve,
“sen karışma tuncay” dedi, “çeneni kapa.”
“alan olmaz onu, benden söylemesi, elinde kalır.” dedi tuncay bana.
“sen ona bakma” dedi hatun, “sarhoş zaten, ne dediğini bilmiyor.”
“alamam” dedim güç bela.
“beş yüz bin lira ver” dedi.
“çok” dedim
“iki yüz elli” dedi, neden bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum ama aldım kitabı, satamayacaktım, ama aldım, aptalın tekiyim galiba.

ertesi gün tuncay’la muhabbeti ilerlettik ve hâlâ o kitap satıyor ben kitap alıyordum. zarardaydım ama yine de devam ediyordum gelip gitmeye. çayları tuncay ısmarlıyor, arada bir de votka veriyordu, vişne, gazoz, ve her neyse işte dostlar, öğlene doğru yine hatun geldi, tuncay’ın yanına oturdu, ben de kendi kitaplarımın yanına, “teşekkür ederim” dedi, “burda kimse almazdı o kitabı.”
“siktir et” dedim.
“tuhaf birisin” dedi, “neden buraya geliyorsun ki, hiç satış yapamıyorsun, zarar ediyorsun, paran bol mu?”
“hiç yok” dedim, “neden buraya geldiğimi de bilmiyorum, ama yapıcak hiç birşeyim yok, hiç arkadaşım da yok, evde daha fazla kalırsam delireceğim”
“bizimle takılabilirsin” dedi.
“sizinle?” diye sordum
“istersen. dönüşte akşam, gel tuncay’la”
“nereye”
“onların evine”
“gelirim” dedim.

ve sonra biraz daha konuştuk, babasının onunla ilgili garip planlarını anlattı, ben pek konuşmadım, sonra gitti o, o gün. akşamüstü, tekrar geldi, ben bu arada tuncay'la iyice sarhoş olmuş bir durumdaydım.
“seni biriyle tanıştırcam” dedi, “senden bahsettim, seni garip buldu.”
“senin tuhaf bulman gibi yani” dedim.
“garip, tuhaf”
“hı hım”
“bir adın var mı?” dedi, “benim seçil”
“yok” dedim, “olmalı mı?”
“yok da olabilir” dedi, “güzel bir isim, sana yakışır.” ama kimse gülmedi.

akşam, yürüyerek, birkaç dakika uzaklıktaki bir eve gittik, tanıştık, refik adında bir eleman vardı odada, saçları rastalıydı, konuştuk bir süre. sarhoştum gerçekten, çok fazla sarhoş, hiç o kadar sarhoş olmamıştım sanırım, ve seçil’i evine bırakmamız gerekiyordu, yani refik’in seçil'i evine bırakması gerekiyordu. ikisi sevgiliydi, benim de evime gitmem gerekiyordu ama o saatte eve o halde gidemezdim.

üçümüz çıktık, vapura bindik, karşıyaka sahilde indik ve birkaç sokak sağa birkaç sokak da sola dönerek bir apartmana girdik. dördüncü kat. çaldık, otamata basıldı, çıktık. bir kapının önünde durduk, açıktı kapı, yani aralıktı. seçil bir üst kata çıktı, bir üst katta yaşıyordu, ailesi ile beraber. çatlak bir baba, bir anne ve bir kızkardeşle. her neyse dostlar, biz refikle girdik aralık olan kapıyı iterek ve refik “sen içeri geç ben gelirim bi bakayım şuna ne bok yiyor diğer odada” dedi. kardeşinden bahsediyordu, daha önce anlatmıştı bana, ve ben de size anlatmış olabilirim başka bir öyküde, ama ne önemi var ki? devam edelim. kendini tekrar eden işe yaramaz bir yazarım işte, yazar bile değilim, olamıyorum, ölemiyorum da, sıkışıp kaldım.

içeri girdi hatun, “kahve içer misin” dedi,
“hıhı” dedim utangaç bir ses tonuyla. geceliği vardı üzerinde. kısaydı altı. bacakları harikuladeydi itiraf etmek gerekirse, ama bu değildi dikkat çeken, başka bir şey, ney olduğunu bilmiyorum, kendi de bilmiyor olmalı, doğal bir çekim gücü, yer çekimi gibi. farkında olmazsınız ama sürekli etkisi altındasınızdır. sonra refik girdi odaya. ben yerde oturuyordum.
“rahat otur adamım” dedi, “bira içer misin.”
“özlem kahve yapıcakmış.”
“hay sıçayım onun kahvesine” dedi, “ver bakayım şu yazdıklarını, bir daha bakıcam.” verdim.

ilk defa birileri okuyordu ve hiç hoşnut değildim bu durumdan, ama yapabileceğim hiç bir şey yoktu. birilerine satmaya çalıştığım edebiyat kitabımın içine çiziktirdiğim birkaç cümleyi okumuştu seçil, “bunlar çok iyi” demişti, “sahibi kim acaba bu kitabın.”
ilk başta söylemeye çekindim, kendi kitaplarımı da satıyordum orada, lise kitaplarımı, üzerlerine karaladığım şeyler pek de değerli gözükmemişti bana. bilirsiniz, son sayfalarda notlar yazmak için birkaç sayfa boşluk bırakırlar. ben de derste oraları kararlardım.

“benimdi o kitap” demiştim birkaç saat sonra seçil’e, hiç bişey demedi, hoşuma gitti bu, yazılar üzerine konuşulmasından hiç haz etmiyorum, o gün de, bugün de.

geceye dönelim, verdim refik’e yazdıklarımı, o sırada kahve geldi, ev, evden söz etmeme gerek var mı? daha önce bahsetmiştim öyle değil mi? başka bir öyküde yani. başka bir çok öyküde size bunlardan bahsetmiştim. bahsetmiş olmalıyım. devam edelim yine de, aldım kahveyi, karşıma geçti.

“ne okuyon sen” dedi refik’e, bir şey demedi refik, ben de bir şey demedim. sessizlik. sessizlik bir süre devam etti, sonra “babam aradı” dedi özlem.
“sikeyim babamı” dedi refik de buna karşılık, bir tür aile içi kavgaya şahit oluyordum, ve kahvemi içiyordum. bitti kahve. “falına bakıcam” dedi özlem, “kapat.”
“ne?” dedim
“inanıp inanmaman umrumda bile değil, falına bakıcam”
“peki.” kapattım. bir süre daha bekledik, sessizlik. ben etrafa bakınıyordum, refik bir şeyler okuyordu. hatun da içerdeydi, diğer odada. sonra geldi, üç bira ile, sonra bir üç bira daha, sonra üç tane daha, son bir üç… o andan sonrasını hatırlamıyorum, ama galiba kusmuşum. onun öncesinde fincanı almıştı ve bakıyordu, falıma.
“ee” dedim
“ne ee?” dedi
“söylemicek misin?”
“o herkesin falına bakar ama kimseye bir şey söylemez” dedi refik, “tarot da bakar birazdan, ’kafadan çatlak’ olur kendileri.”

her neyse, ertesi gün tezgahı açtım yine. refik takı satıyordu biraz ilerimizde, bunu sonradan öğrendim. her şeyi geç öğrenirim, her şey bana en son söylenir, çünkü kimseye ne halt karıştırdığını sormam, oysa her şey açık olmalı, görünülebilir kılınmalı yani.


birkaç gün sonra tezgaha geldi özlem. “kitap alıcam.” dedi, oysa 21 yaşındaydı o zamanlar, 2000 yılında. ve ben de sadece lise ve ortaokul kitapları bulunuyordu. “beni hatırlıyorsun değil mi?”
“evet hatırlıyorum.”
“bir daha evime giremiceksin, bunu da hatırla” çok sert bir ifade ile söylemişti bunu.
“özür dilemiştim”. çekingen ve mahcup bir tona büründüm.
güldü. kahkahayla. “şaka yapıyorum” dedi, “siktir et, halı işte, dünyada halı mı kalmadı, yenisini alırsın bana.” bir kahkaha daha.
“burda herkesten kitap alıyorum zaten, sonra da satamıyorum, aptalın tekiyim, herkes kandırıyor beni.” sitemkar bir ifade.

sonra, seçil’den ikiyüzellibin liraya aldığım kitabı gösterdi, şunu alıcam dedi, hiçbir işine yaramıcaktı oysa, seçil almasını istemiş ama. daha sonra anlatmışlardı, birde içlerine bakarak bana ait olduğunu anladığı, yani lisede kullandığım kitapları aldı. o gün kitap satım işindeki son günümdü, ve bir süre konuştuk, sonra evine gittik, sadece ikimiz. genelde o konuşuyor ben de dinliyordum, söylecek hiçbir şeyim yoktu galiba, hala yok.

“amerikada doğdum ben, annem fransız, bir süre amerikada yaşadık, sonra boşandılar, biz de ortada kaldık, yani abimle, ikisi de istemiyor bizi, para gönderip durdular daima. amerika’da yaşadım bir süre, burda da yaşadım, ingilterede de. ama hiçbir yere ait olamıyorum, her yere yabancıyım, ortada kalmış gibi, hiç kimse istemez beni, ben de kimseyi istemiyorum zaten.”
“hı hı” dedim.
“sonra bir de ömrümün sonuna kadar çalışmadan yaşayabilirim, babamın çok parası var, bana sürekli gönderiyor, abime göndermez ama, bana hep gönderir, bense babamın parasını bankadan çekmiyorum bile. takı tezgahı açalım mı seninle?”
“açalım.” o an ölelim dese onu da kabul edebilirdim sanıyorum.
“evimdeki şeyleri gördün, çok değerli onlar benim için, birileri alsın istiyorum, kendi paramı kazanmak istiyorum, bir çok işe girdim ama olmadı.”
“bi gün olur”
“olmaz, asla olmucak.  sen napmayı düşünüyorsun”
“ne konuda?”
“yazıların.”
“hiç bi boka yaramaz onlar” demiştim. galiba haklı çıktım, hiçbir boka yaramıyorlar, zaman kaybı, ama iyi bir şey, zamanı kaybetmek yani, öyle ya da böyle, öldürmek, zaman öldürüyorum, boşa zaman harcıyorum. ve hiç de rahatsız değilim bu durumdan.

sonra takı tezgahı geldi ardından, deniyorduk sadece, ama olmuyordu,
“ne kadar şu küpe”
“bir milyon”
“beş yüz bine olur mu?”
“olur”
beşyüzbin deseydim “ikiyüzellibin liraya olur mu” derlerdi. böyleydi işte. yazamıyorum galiba. ha? ne dersiniz? gitmiyor. beş sene sonra olanlardan dolayı olabilir belkide. herneyse.

okulum açıldı sonra, üniversitedeki ilk yılım, sürekli gidiyor, dersten sonra da alsancak’a dönüyordum, o kadar çok içiyordum ki, ertesi sabah sarhoş olarak uyanır ve derse giderdim. kampüstede içiyorduk sürekli, arka taraflarda, derse sarhoş girmek gibisi yoktu.

ve eve uğramaz olmuştum. sonra bir gün intihar etti özlem, “bil bakalım ben az önce tuvalette naptım?”
bilemedim, ege üniversitesinin kampüsündeydik, ve hey kesin sesinizi, biliyorum daha önce de bahsettim bunlardan. sonra gidiş kısmı var, ve birde dönüş.. ve tekrar gidiş.. “biriyle tanıştım ben, herif bristol’de yaşıyor, türk, beni çağırdı, onunla yaşıcam, okula gidicem orada, kabul ettim.”
“hı hı” dedim.
“kızdın mı” dedi,
“açık olduğun için teşekkür ederim” dedim.
“ama kızdın mı?” dedi.
“ama gerçekten teşekkür ederim” dedim.
“sana bişi sordum” dedi, ve ben o gün iki saat boyunca sustum. seviyordum hatunu, gerçekten. ve kızmamıştım. ama yine de cevap vermedim. ve şimdi kendine gelmesini bekliyorum, 5 sene sonunda. intihar mı değil mi bilmiyorlarmış doktorlar, ben biliyorum ama, sonunun nereye varacağını da biliyorum.  dünyanın bir insanı kusmasının ne demek olduğunu da biliyorum. hayatı boyunca hiç çalışmadan yaşayabileceği halde, intihar ederek hayatına son vermeyi istemiş olmanın nasıl bişi olduğunu da biliyorum. her ne kadar size salaklık olarak gözükecek olsa da bu, ve gerçekten ödüm bokuma karışıyor, durmadan içiyorum, içiyor ve yazıyorum. her neyse, bu kadarı yeterli.. bu o’nun için.

13.eylül.2006






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder