isimsiz
-5
o’nunla nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum,
çok sarhoştum, ama galiba halısına kusmuşum. ertesi gün ayıldığımda anlatmıştı
bana. “seni bir daha bu eve almayacağım” dedi, ve çok ciddiydi yüz ifadesi bunu
söylerken, ama sonra, her nasılsa, evinde kalmaya başlamıştım çoğu gün ve gece,
ya da abisinin evinde. güzel zamanlardı, bir daha asla geri gelmeyecek olsa da,
geri getirilemeyecek.
18 yaşındaydım galiba, 19 da olabilir. hem
bunun ne önemi var. her neyse, birinden alsancakta eski kitaplarımı
satabileceğimi duymuştum, üniversiteyi yeni kazanmıştım o sene, henüz okullar
açılmamıştı, ama okula gitmek istemiyordum. ve evdeki tüm kitapları, ve dahası yeğenlerimin
– hepsi öğrenci olan dört yiğenim vardı o zamanlar- eski kitaplarını da
toplayıp alsancak’a vurdum kendimi, eniştemle birlikte.
bilmiyorduk nasıl yapılacağını bu işin.
kitapları dizdik ve beklemeye başladık. sonra birisi geldi, “orası benim yerim”
dedi, kaldırdık kitapları ve başka bir yere geçtik. ilk gün çok sıkıcıydı,
eniştem bir kenarda oturmuş izliyordu sadece, ben de diğer köşede. sonra
herifin biri geldi ve “çay ister misiniz?” dedi. elbette, neden olmasın. sonra
bir öğrenci geldi ve kitaplarını bize satmak istedi, aldık biz de, başka birine
satabiliriz umuduyla. böyle yürüyordu burada iş, bir öğrenciden ikiyüzellibin liraya
alır, başka bir öğrenciye beş milyon liraya kakalardınız.
ilk gün kayda değer bir şey olmadı. öğlene
doğru eniştem epey sıkıldı ve “gidelim” dedi, “tamam” dedim. iki kişiden eski
birkaç kitap almış, 2 öğrenciye de birer tane satmıştık. zarardaydık ama, yol
parasını bile çıkartamamıştık, bir de çaylar.
ertesi gün sabah 10’da kalktım ve eniştemin
evine gittim, akşamdan kalmaydı, “ben gelmeyeceğim” dedi, “sen istiyorsan git,
ama pek akıl karı değil o iş.”
“sen bilirsin” dedim ve yola çıktım.
öğlenin onbiriydi galiba. pek hatırlayamıyorum, aklımı kaçırmak üzereyim çünkü
şu an. her neyse. yan taraftaki elemanla muhabbete başladık, adı tuncaydı,
elinde bir meyve suyu vardı, öyle sanıyordum, ama alkol oranı yüksek bir meyve
suyuydu bu. laflamaya başladık. sarhoştu, oldukça. ve orada eski kitap
satıyordu benim gibi. benim gibi değil aslında. o satıyordu gerçekten, ben ise
alıyordum sürekli ama pek satabildiğim söylenemez, tek tük.
“alma” dedi tuncay, tam bir hatundan eski
kitap alıcakken, “satamazsın onu, alma.”
hangi kitabın müfredatta olduğunu,
hangisinin olmadığını, hangi okulda hangi kitabın okutulduğunu ezbere
biliyordu. hatun tuncay’a döndü ve,
“sen karışma tuncay” dedi, “çeneni kapa.”
“alan olmaz onu, benden söylemesi, elinde
kalır.” dedi tuncay bana.
“sen ona bakma” dedi hatun, “sarhoş zaten,
ne dediğini bilmiyor.”
“alamam” dedim güç bela.
“beş yüz bin lira ver” dedi.
“çok” dedim
“iki yüz elli” dedi, neden bilmiyorum,
gerçekten bilmiyorum ama aldım kitabı, satamayacaktım, ama aldım, aptalın
tekiyim galiba.
ertesi gün tuncay’la muhabbeti ilerlettik
ve hâlâ o kitap satıyor ben kitap alıyordum. zarardaydım ama yine de devam
ediyordum gelip gitmeye. çayları tuncay ısmarlıyor, arada bir de votka
veriyordu, vişne, gazoz, ve her neyse işte dostlar, öğlene doğru yine hatun
geldi, tuncay’ın yanına oturdu, ben de kendi kitaplarımın yanına, “teşekkür
ederim” dedi, “burda kimse almazdı o kitabı.”
“siktir et” dedim.
“tuhaf birisin” dedi, “neden buraya
geliyorsun ki, hiç satış yapamıyorsun, zarar ediyorsun, paran bol mu?”
“hiç yok” dedim, “neden buraya geldiğimi de
bilmiyorum, ama yapıcak hiç birşeyim yok, hiç arkadaşım da yok, evde daha fazla
kalırsam delireceğim”
“bizimle takılabilirsin” dedi.
“sizinle?” diye sordum
“istersen. dönüşte akşam, gel tuncay’la”
“nereye”
“onların evine”
“gelirim” dedim.
ve sonra biraz daha konuştuk, babasının
onunla ilgili garip planlarını anlattı, ben pek konuşmadım, sonra gitti o, o
gün. akşamüstü, tekrar geldi, ben bu arada tuncay'la iyice sarhoş olmuş bir
durumdaydım.
“seni biriyle tanıştırcam” dedi, “senden
bahsettim, seni garip buldu.”
“senin tuhaf bulman gibi yani” dedim.
“garip, tuhaf”
“hı hım”
“bir adın var mı?” dedi, “benim seçil”
“yok” dedim, “olmalı mı?”
“yok da olabilir” dedi, “güzel bir isim,
sana yakışır.” ama kimse gülmedi.
akşam, yürüyerek, birkaç dakika uzaklıktaki
bir eve gittik, tanıştık, refik adında bir eleman vardı odada, saçları
rastalıydı, konuştuk bir süre. sarhoştum gerçekten, çok fazla sarhoş, hiç o
kadar sarhoş olmamıştım sanırım, ve seçil’i evine bırakmamız gerekiyordu, yani
refik’in seçil'i evine bırakması gerekiyordu. ikisi sevgiliydi, benim de evime
gitmem gerekiyordu ama o saatte eve o halde gidemezdim.
üçümüz çıktık, vapura bindik, karşıyaka
sahilde indik ve birkaç sokak sağa birkaç sokak da sola dönerek bir apartmana
girdik. dördüncü kat. çaldık, otamata basıldı, çıktık. bir kapının önünde
durduk, açıktı kapı, yani aralıktı. seçil bir üst kata çıktı, bir üst katta
yaşıyordu, ailesi ile beraber. çatlak bir baba, bir anne ve bir kızkardeşle. her
neyse dostlar, biz refikle girdik aralık olan kapıyı iterek ve refik “sen içeri
geç ben gelirim bi bakayım şuna ne bok yiyor diğer odada” dedi. kardeşinden
bahsediyordu, daha önce anlatmıştı bana, ve ben de size anlatmış olabilirim
başka bir öyküde, ama ne önemi var ki? devam edelim. kendini tekrar eden işe
yaramaz bir yazarım işte, yazar bile değilim, olamıyorum, ölemiyorum da,
sıkışıp kaldım.
içeri girdi hatun, “kahve içer misin” dedi,
“hıhı” dedim utangaç bir ses tonuyla.
geceliği vardı üzerinde. kısaydı altı. bacakları harikuladeydi itiraf etmek
gerekirse, ama bu değildi dikkat çeken, başka bir şey, ney olduğunu bilmiyorum,
kendi de bilmiyor olmalı, doğal bir çekim gücü, yer çekimi gibi. farkında
olmazsınız ama sürekli etkisi altındasınızdır. sonra refik girdi odaya. ben
yerde oturuyordum.
“rahat otur adamım” dedi, “bira içer misin.”
“özlem kahve yapıcakmış.”
“hay sıçayım onun kahvesine” dedi, “ver
bakayım şu yazdıklarını, bir daha bakıcam.” verdim.
ilk defa birileri okuyordu ve hiç hoşnut
değildim bu durumdan, ama yapabileceğim hiç bir şey yoktu. birilerine satmaya
çalıştığım edebiyat kitabımın içine çiziktirdiğim birkaç cümleyi okumuştu
seçil, “bunlar çok iyi” demişti, “sahibi kim acaba bu kitabın.”
ilk başta söylemeye çekindim, kendi
kitaplarımı da satıyordum orada, lise kitaplarımı, üzerlerine karaladığım
şeyler pek de değerli gözükmemişti bana. bilirsiniz, son sayfalarda notlar
yazmak için birkaç sayfa boşluk bırakırlar. ben de derste oraları kararlardım.
“benimdi o kitap” demiştim birkaç saat
sonra seçil’e, hiç bişey demedi, hoşuma gitti bu, yazılar üzerine
konuşulmasından hiç haz etmiyorum, o gün de, bugün de.
geceye dönelim, verdim refik’e
yazdıklarımı, o sırada kahve geldi, ev, evden söz etmeme gerek var mı? daha
önce bahsetmiştim öyle değil mi? başka bir öyküde yani. başka bir çok öyküde
size bunlardan bahsetmiştim. bahsetmiş olmalıyım. devam edelim yine de, aldım
kahveyi, karşıma geçti.
“ne okuyon sen” dedi refik’e, bir şey
demedi refik, ben de bir şey demedim. sessizlik. sessizlik bir süre devam etti,
sonra “babam aradı” dedi özlem.
“sikeyim babamı” dedi refik de buna
karşılık, bir tür aile içi kavgaya şahit oluyordum, ve kahvemi içiyordum. bitti
kahve. “falına bakıcam” dedi özlem, “kapat.”
“ne?” dedim
“inanıp inanmaman umrumda bile değil,
falına bakıcam”
“peki.” kapattım. bir süre daha bekledik,
sessizlik. ben etrafa bakınıyordum, refik bir şeyler okuyordu. hatun da
içerdeydi, diğer odada. sonra geldi, üç bira ile, sonra bir üç bira daha, sonra
üç tane daha, son bir üç… o andan sonrasını hatırlamıyorum, ama galiba
kusmuşum. onun öncesinde fincanı almıştı ve bakıyordu, falıma.
“ee” dedim
“ne ee?” dedi
“söylemicek misin?”
“o herkesin falına bakar ama kimseye bir
şey söylemez” dedi refik, “tarot da bakar birazdan, ’kafadan çatlak’ olur
kendileri.”
her neyse, ertesi gün tezgahı açtım yine.
refik takı satıyordu biraz ilerimizde, bunu sonradan öğrendim. her şeyi geç
öğrenirim, her şey bana en son söylenir, çünkü kimseye ne halt karıştırdığını
sormam, oysa her şey açık olmalı, görünülebilir kılınmalı yani.
birkaç gün sonra tezgaha geldi özlem.
“kitap alıcam.” dedi, oysa 21 yaşındaydı o zamanlar, 2000 yılında. ve ben de
sadece lise ve ortaokul kitapları bulunuyordu. “beni hatırlıyorsun değil mi?”
“evet hatırlıyorum.”
“bir daha evime giremiceksin, bunu da
hatırla” çok sert bir ifade ile söylemişti bunu.
“özür dilemiştim”. çekingen ve mahcup bir
tona büründüm.
güldü. kahkahayla. “şaka yapıyorum” dedi,
“siktir et, halı işte, dünyada halı mı kalmadı, yenisini alırsın bana.” bir
kahkaha daha.
“burda herkesten kitap alıyorum zaten,
sonra da satamıyorum, aptalın tekiyim, herkes kandırıyor beni.” sitemkar bir
ifade.
sonra, seçil’den ikiyüzellibin liraya
aldığım kitabı gösterdi, şunu alıcam dedi, hiçbir işine yaramıcaktı oysa, seçil
almasını istemiş ama. daha sonra anlatmışlardı, birde içlerine bakarak bana ait
olduğunu anladığı, yani lisede kullandığım kitapları aldı. o gün kitap satım
işindeki son günümdü, ve bir süre konuştuk, sonra evine gittik, sadece ikimiz.
genelde o konuşuyor ben de dinliyordum, söylecek hiçbir şeyim yoktu galiba,
hala yok.
“amerikada doğdum ben, annem fransız, bir
süre amerikada yaşadık, sonra boşandılar, biz de ortada kaldık, yani abimle,
ikisi de istemiyor bizi, para gönderip durdular daima. amerika’da yaşadım bir
süre, burda da yaşadım, ingilterede de. ama hiçbir yere ait olamıyorum, her
yere yabancıyım, ortada kalmış gibi, hiç kimse istemez beni, ben de kimseyi
istemiyorum zaten.”
“hı hı” dedim.
“sonra bir de ömrümün sonuna kadar
çalışmadan yaşayabilirim, babamın çok parası var, bana sürekli gönderiyor,
abime göndermez ama, bana hep gönderir, bense babamın parasını bankadan
çekmiyorum bile. takı tezgahı açalım mı seninle?”
“açalım.” o an ölelim dese onu da kabul
edebilirdim sanıyorum.
“evimdeki şeyleri gördün, çok değerli onlar
benim için, birileri alsın istiyorum, kendi paramı kazanmak istiyorum, bir çok
işe girdim ama olmadı.”
“bi gün olur”
“olmaz, asla olmucak. sen napmayı düşünüyorsun”
“ne konuda?”
“yazıların.”
“hiç bi boka yaramaz onlar” demiştim.
galiba haklı çıktım, hiçbir boka yaramıyorlar, zaman kaybı, ama iyi bir şey,
zamanı kaybetmek yani, öyle ya da böyle, öldürmek, zaman öldürüyorum, boşa
zaman harcıyorum. ve hiç de rahatsız değilim bu durumdan.
sonra takı tezgahı geldi ardından,
deniyorduk sadece, ama olmuyordu,
“ne kadar şu küpe”
“bir milyon”
“beş yüz bine olur mu?”
“olur”
beşyüzbin deseydim “ikiyüzellibin liraya
olur mu” derlerdi. böyleydi işte. yazamıyorum galiba. ha? ne dersiniz?
gitmiyor. beş sene sonra olanlardan dolayı olabilir belkide. herneyse.
okulum açıldı sonra, üniversitedeki ilk
yılım, sürekli gidiyor, dersten sonra da alsancak’a dönüyordum, o kadar çok
içiyordum ki, ertesi sabah sarhoş olarak uyanır ve derse giderdim. kampüstede
içiyorduk sürekli, arka taraflarda, derse sarhoş girmek gibisi yoktu.
ve eve uğramaz olmuştum. sonra bir gün intihar
etti özlem, “bil bakalım ben az önce tuvalette naptım?”
bilemedim, ege üniversitesinin
kampüsündeydik, ve hey kesin sesinizi, biliyorum daha önce de bahsettim
bunlardan. sonra gidiş kısmı var, ve birde dönüş.. ve tekrar gidiş.. “biriyle
tanıştım ben, herif bristol’de yaşıyor, türk, beni çağırdı, onunla yaşıcam,
okula gidicem orada, kabul ettim.”
“hı hı” dedim.
“kızdın mı” dedi,
“açık olduğun için teşekkür ederim” dedim.
“ama kızdın mı?” dedi.
“ama gerçekten teşekkür ederim” dedim.
“sana bişi sordum” dedi, ve ben o gün iki
saat boyunca sustum. seviyordum hatunu, gerçekten. ve kızmamıştım. ama yine de
cevap vermedim. ve şimdi kendine gelmesini bekliyorum, 5 sene sonunda. intihar
mı değil mi bilmiyorlarmış doktorlar, ben biliyorum ama, sonunun nereye
varacağını da biliyorum. dünyanın bir
insanı kusmasının ne demek olduğunu da biliyorum. hayatı boyunca hiç çalışmadan
yaşayabileceği halde, intihar ederek hayatına son vermeyi istemiş olmanın nasıl
bişi olduğunu da biliyorum. her ne kadar size salaklık olarak gözükecek olsa da
bu, ve gerçekten ödüm bokuma karışıyor, durmadan içiyorum, içiyor ve yazıyorum.
her neyse, bu kadarı yeterli.. bu o’nun için.
13.eylül.2006
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder