12 Ağustos 2005

istanbulda bir hafta

istanbulda bir hafta

bir nedenden dolayı yaşadığım şehri değiştirmeye karar vermiştim, ailemi, arkadaşlarımı ve bi çok şey geride bırakarak.. aptallıktı belki de, kimine göre, veya mantıksız, veya aşırı güven, veya delilik, ama izmirden çıkıp istanbula gitmiştim işte.. ve biraz yüzeysel anlatmak zorundayım bunu, zorunluluk. zorunluluklar. zorunluluklar. pekala..

istanbula vardığımda saat akşam dokuzu geçiyordu sanıyorum, yolculuk fena sayılmazdı, biladerimin çalıştığı şirket gebzeye gidiyordu her hafta, şirkete yeni mal almak için, ve beni de gebzeye kadar götürecekler, bende orada bir araç bulup kalan yolu tamamlayacaktım, aksiliklikler daha o sabah başladı, işaretler? sikmişim işareti.. fazlasıyla kişisel ifadeler de olmalı arada.. oluyor. her neyse, sabahın yedisinde uyanmıştım o gün, çarşamba, bir gün önceden çantamı, çantalarımı hazırlamıştım, birkaç parça giysi falan, çantamı aldım ve biladerle beraber, onun iş yerinin servisine bindik.. sonrasında, gebzeye doğru gidecek olan şirketin arabasına.. şirketin şoförü, patron, ve ben. bir yerde durduk, bir şeyler yemek ve işemek için, ben hızlı yediğim veya pek bir şey yemediğim için masadan kalkıp tuvalete gitmiştim, döndüğümde şöför bana işaret çekti ve birlikte arabaya oturduk, birkaç dakika sonra patron geldi, bir dolu gazete, çerez, su ve sigara almıştı.. tekrar hareket ettik, bir süre sonra patronun, şu günlük çıkan ve erotik dergilerin gazete versiyonunda olan türde şeylerden aldığını fark ettim, yani, aldığı gazetelerin arasındaydı ve aşağıya düştü, sonrasında patron bize dönüp gülerek, “bu nerden karışmış ya?” dedi, ama yol boyunca da yanlışlıkla alınan şeyi okumayı yada resimlerine bakmayı ihmal etmedi. sevmiyorum çıplaklığı, bir şey hissetmiyorum, yüzler önemli benim için, dudak ve gözler.. araçta kimse konuşmuyordu, minibüsteydik, en önde oturmuştuk üçümüzde, ben düşünüyordum, kuruyordum, heycanlıydım, bekliyordum, neler olucaktı acaba, yada gerçekten bir şeyler olucak mıydı?

istanbula vardığımda taksimde, bir pasaja gitmem gerekiyordu, bir dükkana, önceden planlandığı şekilde.. bir süre kalıcak yer ayarlamıştım kendime. ancak dükkan sekizde falan kapanıyor olmalıydı ve hesaplamalarımıza göre ben beşte istiklalde olmalıydım.. ot içmekten pörsümüş beynime ve bunun sonucu hiç bir şeyden emin olamayışıma rağmen, biliyordumki, her şeyin yolunda gözüktüğü anda korkmam gerekiyordu, her seferinde, önce ufak bir şey gelip şöyle yokluyordu adamı, sonrasında peşpeşe gelmeye başlıyordu sorunlar, bir süre sonra hiçbir şeyin yolunda gitmediğini kavrıyor ve tamam diyordun, pes, daha fazlasına dayanamam, depresyon, veya sinir krizleri, siz ne derseniz deyin adına, sabaha kadar uyuyamamak, evden çıkmamak, ve üstelik bunca boş vakte rağmen hiç bir şey yapmamak.. bazen canım hiçbir şey yapmak istemez, intihar bile zor gelir, ki gerçekten de zordur intihar, ölümden korkmuyorum, bu tavrım korkutuyor bazılarını. sevmiyorum yaşama sıkı sıkı bağlı insanları, bir şeyleri ispatlama çabasındaki tipler midemi bulandırmıştır daima.. neyin savaşını veriyoruzki?

“bende yazıyorum”. diyor
“herkes yazıyor” diyorum, “ne var bunda” bir tür ruhanı eksiklik olmalı, ifade etme isteği, yazı, beni anla beni anla.. açıkçası, yazmanın benim için tek iyi tarafı, yazarken eğleniyor olmam, hiç birşeye değişemem bunu, müzik akar, biran vardır, veya şarabın, ve bir şey daha.. ve bir şey.. iyi gidiyor olmalı. pekala.. devam edelim,
“yayınlanmak istiyor musun?” diyor
“yayınlanıyorum zaten” diyorum,
“nasıl” diyor, “hangi yayınevi”
“hayır, fanzin”
“bende sanmıştımki..” diyor
“boşversene” diyorum, “hiç bi anlamı yok, yazdıktan sonrası önemli değil, hiç bi anlamı kalmıyor, okumuyorum bile.. ama birilerinin hoşuna gidiyorsa, eyvallah, ne diyebilirim”.

feribot sırasındayız, istanbula gidiyordum ben, unutmadınız değilmi? araya bazen bazı parçalar koyarım, bilinçsizce çıkıyor, üzgünüm, yolculuğa dönelim, sıradayız ve biri yaklaşıyor arabaya el kol işareti yaparak, “ne var” diyor şöför en sonunda,
“lastik patlamış” diyor pencereye yaklaşan adam. şöför pencereden kafasını çıkartıp aşağı bakıyor ve bize dönüyor,
“napıcaz”
“geri dönelim” diyor patron, “az önce bi lastikçinin önünden geçtik”. ve benim aklıma şüphe düşüyor, bu lastik durduk yerde neden patlar, ve neden patladığı yer ile lastikçi arasında bu kadar kısa bir mesefa var? paranoyağım, ama kimsenin günağını almaya lüzüm yok.. dönüyoruz, 2 saat kadar oyalanıyor ve tekrar yola koyuluyoruz, tabii bu arada gideceğim dükkan kapanmış olmalı, napabilirim, düşünüyorum, evet, pekala, feribotta bir otobüse biniyorum, yarı yoldan, ilk gördüğüm şöförle konuşuyorum ve boş yer var diyor, bildiğiniz şehirlerarası otobüsler, biniyor ve kadiköyde iniyorum, bir gece otelde kalıyorum kadıköyde ve gece düşünüyorum..

ertesi gün, 3 çantamla birlikte tek başıma otelden çıkıyorum, temizlikçi bir kadın var, yerleri siliyor,
“kolay gelsin teyze” diyorum,
“odadan çıkıyorsan anahtarı bana ver, temizlicem” diyor,
“tabii” diyorum,
“nerden geldin istanbula” diyor, ben bu arada çantamın bir tanesini sırtıma aldım ve diğerine omuzuma takmaya çalışıyorum, kadınla bir süre konuşuyoruz bu arada, ardından bir otobüs, şöföre soruyorum, sonrasında yanıma oturan birine, “istiklal caddesine gideceğim”. ama her şey ters geliyor bana, sevmedim ben burayı, ilk dakikada nefret ettim diyebilirim, orada, otobüste, ama, pekala, katlanabilirim.. deneme bir iki..

3 çanta, oldukça ağır, aç, susuz, yürüyorum, istiklaldeyim, buraya daha önce de geldim, iki kez, bir kaç saat kadar kaldım, o yüzden biraz hatırlıyorum, ve yürüyorum, ve üzerime insan yağıyor, rahatsız eder beni insanlar, oldukça sade giyinen bi herifim, dikkat çekmem pek fazla, ve dikkat çekmeye çalışan, sırf bu nedenle farklı görünen ancak içlerinin pekte farklı olmadığını anlayabildiğim bir çok insan yağıyor üzerime, enerjimi gittikçe tüketiyorum, hem yüküm ağır hem de insanlar ağır geliyor bana, sevmiyorum, iyi hissetmiyorum kendimi onların yanında, durmadan bir şey anlatırlar size, dün şöyle yaptım, ondan önceki gün başıma şu geldi, bu tarz bir muhabbet ilgimi çekmemiştir hiçbir zaman, bu yüzden sıkıcı olduğumu düşünmüşümdür bazen, ama dün başımdan geçenleri anlatmayı sevmiyorum, (yazı hariç), sevmiyorum, sıkılıyorum, hem iyi bir anlatıcı değilim ben, iyi bir dinleyiciyim ama, acınızı paylaşabilirim, benimle “kötü hissediyorum” deyip konuşan çok insan tanıyorum, iyi geliyormuşum onlara, bir de kendime iyi gelsem keşke.. bi saniye, nereye geldik böyle? iyice etkisini göstermeye başlamış olmalı şarap. kötü bir şarap bu, bir milyon yediyüzelli binlira, tam olarak fiyat bu. bugün, gündüz, karşıyakaya gidiyorken otobüsten gördüm, “şarap biryediyüz elli, bira bir ikiyüz elli”. pekala, şanş.. hayatın bütünü için “şanş” kelimesini kullanabilirim, şanşın varsa iyi bir yere gelebilirsin, çalışmakta gerekiyor olabilir bunun için, ama azimli biri değilimdir, şanşa bırakıyorum, ve bir çok şeyi tesadüfen keşfettim, şu anki ucuz şarap gibi. ucuz. ve tadı hoş. ve sarhoş edebiliyor. bir insan başka ne ister? yazı da aktığı sürece. pekala.. pasajı buldum en sonunda ve içeri girdim, konuşamayacak kadar ölüydüm, bitkin, ve umarsamaz, birini çevirip elimdeki kağıdı işaret ettim, dilsiz sanmış olabilir beni, bilemiyorum, ama nefes nefese kalmıştım ve gittikçe daha sık bırakıyordum çantalarımı yere, mola veriyor ve tekrar yürümeye devam ediyordum, en sonunda pasajı buldum ve birine kağıdı verdim, “bilmiyorum” dedi, iki kişiyi es geçtim ve sonraki ayakda duran tipin buranın müdavimi olduğunu hissettim, hislerime önem veririm, önyargılarım var, değişebilir önyargılar bunlar, ama yine de varlar, gizleyemem, şimdilerde adını değiştirdiler, elektrik diyorlar galiba? ne elektriği? düpedüz önyargı işte. korkuyor insanlar, bazı etiketlerden korkuyor ve bazı etiketleri edinmek için her yolu deniyorlar. yeraltı edebiyati? nedir yeralti edebiyati? benim için hiçbir bok değildir.. ya senin? ama bir isme ihtiyacımız var, her ne kadar bu pekte önemli olmasa da, yani şunun adına örümcek edebiyati deseydim de sonuç değişmeyecekti, anlıyorsunuz ya, gereği yok isimlendirilmenin, sadece, eğer ortada benzer şekilde yazabilen birileri varsa, bunlara bir isim veriyor işte toplum, etiket, ve, nerden nereye, önyargılarım var, sizi sevmiyorsam sevmiyorumdur, saçını tarayış şeklin hoşuma gitmemiştir, giydiğin elbise çok şıktır, “ben buradayım” demeye çalışıyorsundur, ve ben seni görmezden gelirim, hoşuma gider bu, görülmeyeni görmek hoşuma gider, içi, ruhu, sezebilmek, ve emin olun bir insanın dışına bakarak içini görebilirsiniz, her zaman olmasa bile, bazıları gizlidir, kabul ediyorum, çoğu değil, gösteriş, keşfedilme isteği, var olma isteği, veya ölümsüzlük. ölümsüzlük? bir saniye, biraz düşünmem gerekiyor bu konuda.. çok sıkıcı geliyor.. ölümsüzlük.. çok sıkıcı.. ölümsüzlük.. evet hala sıkıcı.. tanrım, lütfen ben kendi işimi bitirnce, ruhumu tekrar rahatsız etme.. amin! hiçlik.. harikulade hiçlik.. pekala.. güzel.. “burada, karşısı” dedi adam, “ama şu an burada değil, birazdan gelir aradığınız kişi, isterseniz bir çay için, tabure verebilirim.” kime sormam gerektiğini iyi biliyordum, birine kağıdı uzat, sonrasında bir çay iç, sonrasında bir telefon et, sonrasında geriye dön, ve bekle.. herneyse, aradığım adam geldi ancak aksilik diz boyuydu..

“valla a bana senin geleceğini söyledi ama ben ona olmaz dedim abi, yani şöyle olmaz, evde şu an misafirim var, sen kalamazsın”. itiraz etmeye gerek duymadım, ne anlamı vardıkı?
“pekala” dedim, sakin, sinirli ve sakin, her nasılsa işte, “peki”
“ama, bir arkadaşım, burada bir yerde ucuz bir otelde kalıyordu, istersen şansını bi de öyle dene”. ucuz otelde kalan arkadaşını aradı ancak ulaşamadı, bir punk grubunun, çok çok aşinası olduğum bir punk grubunun vokalistinde de kalabilirdim, bu da bir ihtimaldi, ancak o da ailesi ile yaşamaya başlamıştı, ne şanşızlık.. tanrı beni istemiyor. tanrı yada her kimse. ki işin aslı, tanrı, eğer varsa, gerçekten ona soracağım tek soru, “anlamı ne bunca curcunanın?” olucak.. ki ben, artık, agnostikim. nedeni muhtemelen ot.

“bazen, girdap, gerçekten yaşıyor mu, yoksa bir hayal ürünümü merak ediyorum”
“buradayım, ekranın diğer tarafında, izmire geldiğinde bir hayalet….” sözümü kesiyor,
“gelicem”
“..” gelicek, kaçarı yok.. bekliyorum hala.. beklediğim birkaç kişi var, gelicekler, sorun şu ki, ben gidiyorum.. 15 ay.. heh he. neden güldüysem? şarap iyimiş..

“ya abi, arkadaşın telefonu kapalı, senin işlerin varsa hallet, telefonunu alayım ben senin, ararım ulaşınca arkadaşa”
“çantalarım kalabilir mi?”
“elbette”. minnettarım sana tanrım.. beni koru, beni bağışla..

pekala. bir taburede oturup, kötü bir çay içmiş, ve yükten azede olan ben, yine yollardayım.. ilk günden iş bulma şansım sizce yüzde kaç? konuşmaya başladığım anda, insanların benden hazetmediğini hissederim çoğu zaman.. bende onlardan hazetmediğim için pekte önemli olmasa gerek sevilmemek.. olabilir. olmalı. pekala.. birkaç ilan da deniyorum şansımı, istiklaldeyim, genelde aldığım cevaplar, “eleman alındı”, şeklinde.. ama ilanı kaldırmıyorlar buna rağmen. hala sakinim.. ilk günüm, bir sevgilim var, param var, aşığım, uçuyorum, harikulade bir ruhum var, ve dönüp dolaşıyorum istiklal caddesi adlı ruhsuz mekanda..

tanrım, bana sabır ver.
flaş..

kayboldum, kayboldum, alman hastanesinin oradan girdim, sola saptım, sonra iki kez sağa, ve caddeye çıkamadım, sonrasında hislerime teslim oldum yeniden ve birden döndüğüm bir sokakta karşıma, “komi aranıyor” ilanı çıktı, pekala dedim, tanrı yada adı herneyse, beni duydu..

“ben ilan için gelmiştim” dedim orada herşeyden sorumlu görünen birine, bu tip mekanlarda patronun kim olduğunu genellikle ilk görüşte anlarsınız,
“tabii” dedi, ve birkaç soru, ardından yarın gel başla dedi, günlük on beş milyon, sanıyorum on beş demişti, sabah dokuz akşam dokuz.. tek sorun evdi artık, bu kadar kolay olacağını sanmıyordum, her ne kadar bana anlatılanlar bu yönde olsada.. ev, kolay.. en kolayı. yeterki işin olsun. seninle evini paylaşmak isteyen, -iyi bir işin olduğu taktirde- onlarca insan var istanbulda, bunlar internetten ilan veriyorlar, ve ilk sordukları şey ne iş yaptığınız oluyor, haklılar. bir işim vardı artık, pasaja geri döndüm ve bu arada eleman ucuz otelde kalan arkadaşına ulaşmıştı, bana,
“arkadaşım artık orada kalmıyormuş, ancak, asmalımesçit sokağından girersen, orada birkaç ucuz otel varmış”.
 “eşyalarım kalabilirmi, otele bakıp, gelip alayım”.
“elbette, iş buldunmu sen?”
“evet”
“ne çabuk”
“şanş”.

bir otel buldum, adını söylemeyeceğim, içeri girdim, dar bir merdiven, kötü, nem, rutubet, koku,
“odalar ne kadar?”
“beş milyon”
“odayı görebilirmiyim?”. çıktık, birkaç oda gördüm, birbirinden hiçbir farkı olmayan birkaç oda, otelde sürekli kalanlar vardı, en güzel odaları tutmuşlardı, güzel derken büyüklük değil pencereyi kast ediyorum, benim şansıma ise penceresi otelin dışına değilde koridora bakan birkaç oda kalmıştı, birini seçtim, kötü birkaç seçenekten birini seçmek zorundaydın, genellikle herşeyi akışına bırakan biriyim ben, hayat beni nereye götürürse oraya doğru sürükleniyorum, amaçsız, ak.. bırak aksın.. çok az seçim yaparım hayatta, örneğin üniversite için seçim, hangi okula gitmeliyim? hayır, izmirden ayrılamam demiş ve bi kaç şey yazmıştım. izmir, görüp görebileceğim en iyi kentti, çünkü ülke sınırlarının dışına çıkabileceğimi zannetmiyordum, yoksa bir rejkjavik görmek ister can.. filmler dışında.. ama.. pekala. karıştırmaya gerek yok.. otelden çıktım, geri döndüm, eşyalarımı aldım, tekrar otele döndüm. girdim.. çantalarımı yatağın altına tıktım, çünkü, yatak dışında ben bile zor sığıyordum odaya, ama birkaç gün idare edicektim burada, bir ev bulacaktım, delilik delilik delilik..

“bu ne cesaret?” demişti sevgilim.. herneyse.. ondan sözetmiyoruz gördüğünüz gibi.. o gün, akşam, ve gece, herşey yolunda görünüyordu, ve ben korkuyordum, herşey iyi gidiyorsa korkarım demiştim, bir mucize gerçekleşmemişse beş dakika içinde çarpar bir şey, yoldan çıkarır.. öyle olmak zorunda.. ve, neden diyorum, allahın belası aptal bir iş ve ufak bir evim olamıyor hala. çok fazla şey beklemiyorum hayattan, kıyaslarsak eğer yüzde birle falan idare edebilirim; duvarlar, alkol, ot, müzik, (ki o bile genel müzik piyasasının, yeralti dahil, yüzde biridir), ve iyi bir kadın. pekala, kadını es geçelim.. o kadar da harikulade olduklarını düşünmüyorum zaten, onlarsız da yapabiliriz, ve bir karar aldım, iyi muhabbet, iyi alkol, iyi seks, ama sevgili yok. güzel.. daha önce de demiştim; aşk var ama sevgili yok.

ertesi gün sabahın köründe uyandım ve işime gittim.. süprizler hayatı çekilmez kılar. bence.. orada çalışan biri vardı, patronu bekle dedi, o gelince, konuşur, işe başlarsın. mekanı sevmiştim. çalan müzik hariç iyi bir yerdi. “burada paranı zamanında alamazsın” dedi tip, “sonra birde işten çıkış saatin belirsizdir, gece 11e kadar kalırsın hafta içide”. hiç bir şey demeden dinliyordum, tecrübe konuşuyordu, “5 aydır burdayım, bende başka bir iş arıyorum, bence başka bir iş bak kendine.” kulak asmadım tipe, iş işti sonuçta, kaçırmak istemiyordum, bi süre çalışırdım, ve patron denen adam geldi, dün konuştuğum değil, onda beni rahatsız eden şeyin ney olduğunu bilmiyorum, ama bana aynen,
“günlük 9 milyon” dedi, “işine gelirse”. gelmedi tabii.. ve ordan çıktıktan birkaç on dakika sonra yeni bir iş buldum, bir lokantada, ve hemen çalışmaya başladım, “dörtyüzelli milyon aylık, iki haftada bir pazar tatil, sabah 10 akşam 10.” uyar.. “birde yarın gelirken beyaz bir gömlek giy”.

çalışmaya başladım, garson olarak, gelen müşteriye servis açıyor, masaları siliyordum, bilirsiniz, tek başımaydım, ben gelene kadar patron yapıyordu bu işi, ben gelince kasanın başına oturdu, ve beni kesmeye başladı, rahatsız olurum izlenmekten, birkaç kısa filmci öykülerimi kısa film yapmak istemişti, sayıları 6 kadar var bu kısafilmcilerin, değişik değişik, benim oynamamı istiyorlar, ne bok yiyicem bilmiyorum, muhtemelen ıskalayacağım herşeyi ve en sonunda delirip setten kovucaklar beni. sonrasında beni oynayan adamı da beni delirticem.. ve hiç bir şey sonuçlanmayacak.. ne filmi? boşversenize.. sevmem ben sinemayı. uzağımdır.. porno dahil! sevmem.. büyük bir çoğunluğunu.. heyecan duyarak izlediğim film sayısı bir elin parmaklarını geçmez. ama eğer odada bir hareket olsun istersem, altyazılı bişi izlerim, can sıkıntısı muhtemelen, iyi zaman geçirtiyor, hareket.. hareket olsun isterim. bir saati tamamladım lokantada garson olarak ve yetişemiyordum, oldukça yoğundu, ve ben daha neyin nerede olduğunu bile öğrenememiştim, yanıma geldi beni kesen patron, “seninle yapamayacağız” dedi, “yetişemiyorsun”.
“ne?” dedim. “napabilirim, daha yeni başladım”
“olsun. üzgünüm”. üzgünüm. üzgünsün. üzgün..
“herneyse”
“bi yemek ye ama, hakkını bu şekilde ödeyelim”. hazırlanmıştı, aşçı, kendi yemeği ile beraber oraya oturmuş, banada bi tabak bişi koymuştu, oturdum, açtım, sabahtan beri tek lokma yememiştim ve birkaç kaşık aldım, yiyemedim, nasıl yiyebilirdimki? çıktım oradan, ve tekrar turlamaya başladım, bir ilan gördüm, gittim, sordum, traş ol gel başla dediler, pekala dedim, döndüm otele ve ufak aynamda traş oldum, ki yoktu da sakalım, 2 günlüktü, neyse, döndüm, “geldim” dedim, “başlayabilirmiyim?”
“biz eleman aldık” dediler.. siz olsanız naparsınız? evet, kavga, muhtemelen, küfürler, ama gereği yok, var, yok, var, aslında var, ama hiçbir şey değişmeyecek sonuç olarak, ve üstelik yeterince yorgunum ben, “için ölmüş senin” demişti bana biri, galiba haklılık payı var, oldukça yavaş, konuşma, düşünme, ve, evet, birkaç yer daha, birkaç yeni ilan, ve taşan sabır,

“alındı”
“o ilan neden hala duruyor orada”
“deniyoruz şu an alınan arkadaşı”. deniyoruz. deniyoruz. deney? insanları deniyorlardı, hakları vardı buna, güçlü olanın herşeyi yapmaya hakkı oluyordu, buydu şifre, güç, ve bu para demekti,elimi cebime attım, ve birkaç lira aradım cebimde, karnım çok acıkmıştı ve susamıştım, ama cüzdanımı otelde unutmuştum, ve istiklalin bir ucundan diğer ucuna yürümem gerekiyordu, otele, diğer uçtaydı otelim, bense girişte, meydanda, taksim meydanına oturup insanları izlemeye ve düşünmeye başladım, yavaş yavaş anlıyordum gerçeği, büyük oynamış ve kaybedeceğimi anlamıştım. blof yapıyordu hayat bana, herşeyin iyi gideceğini sanmamı sağlıyordu, birkaç mucize çıkartıyor önüme ve devam etmemi sağlıyordu, oysa azar azar da olsa kaybediyordum işte, düpedüz kayıp.. başından sonuna.. dünyaya gözümü açtığımda, az kalsın ölüyormuşum, ilk 6 gün doktorlar ve onların çabası sonucu ailem ölüceğimi sanmış, boşuna demiyorum çocukluğumdan beri ölüceğimi sanarak büyüdüm diye, 6 günlükken boyun kısmımdan kan almışlar, ölebilirmişim, yani müdahale edilmeseymiş, ölürmüşüm, bir şeyler yaşanmış, ben hatırlamıyorum, hiç kimse bu dünyadaki ilk 6 gününü hatırlayamaz, ama anlatılan birkaç hikaye var..

“havada asılı kalmak” adını verdiğim bir his var içimde bu aralar, sizde olmayabilir, bende zaman zaman oluyor ve ben böyle zamanlarda size yeni şeyler anlatıyorum, sonra tekrar düşüyorum, sonra yine duruyor, ve bu arada yazıyorum, sonra tekrar aşağı..
“bilirim bu hissi..” dedim ona “şöyle bi tanım yapıcam, sanirim hayat bir asansör dersek genel anlamda, bizim bindiğimiz asansörde çoktan "z" harfini basmış birileri, henuz varmadik galiba, arada bi duruyor asansör, dibe vurduğumu zannediyorum, sonra gene inmeye başlıyorum, şimdi aklıma geldi bu”
"benim asansörün ipi koptu" dedi.. sustum. böyle..


kalktım ayağa ve otele yürümeye karar verdim, cumaydı günlerden, size bir mucizeden daha söz etmek istiyorum.. istiklalde yürüyordum, ve karşıdan, o kalabalığın içinde, yüzü tanıdık gelen biri yaklaşıyordu, hayır dedim, bu kadarıda fazla ama, dostlarımın halüsyunasyonunu görmemeliyim, henuz o kadar kafayı yemiş olamam.. herneyse, izmirden birini, bir arkadaşımı, bir çok kez içip anlamsız şeylere güldüğümüz bir arkadaşımı gördüm, o beni görmedi, kulaklığındaki ritme kaptırmıştı kendini muhtemelen,
“d…” diye seslendim, dokunarak tabiyki, ayıldı, ve elbette şaşırdı, gerçekti, her anlamda bana tamamen yabancı bir şehirde ve onca insan arasında kendi kentimden tanıdık bir yüz görmek. vazgeçmeye bu kadar yaklaşmışken. mucize..
“ne arıyorsun burda” dedim,
“asıl sen ne arıyorsun” dedi.. anlattık birbirimize durumları, o 2 aydır istanbuldaydı ve artık gerçekten yılmıştı,
“2 günde yıldım” dedim ona, kaldığım yeri, iş ararken başıma gelenleri falan anlattım.. bir şekilde, iyi gelmişti bana onu görmek, o günden sonra bir daha görüşemedik, hayat işte.. birkaç gün daha dayanmamı sağladı.

o gün gece harikulade idi.. bir bardaydım. ve herşey yolunda görünüyordu yinede.. bir noktaya kadar. ertesi günün çok büyük bir kısmını es geçeceğim. gece 10du saat, istiklal caddesinde eve doğru yürüyordum, hata hata hata, ne evi? otele doğru yürüyordum, bir ilan gördüm, girdim,
“kaç yaşındasın” dedi
“23” dedim,
“biz daha genç birini arıyoruz” dedi, bu neydi şimdi? garip.. anlam veremiyordum olan bitene, herşey oldukça saçmaydı, garipti hayat, ne önemi vardı ki yaşamın? ne istiyorduk? tanrı bizden ne istiyordu? eğer ot olmasaydı, çoktan dağıtmıştım beynimi, çoğu kötü gecemde biraz daha dayanmamı sağladı benim, ve kanal, yeni bir kanal buldum kendime, torbacımı çaldı polisler demiştim bir zamanlar size, sıkı okuyucularım hatırlıyor olmalılar, herneyse, ölümüne içiş.. sikiş.. kafiye yapıyorum, kafanıza takmayın..

otele döndüm, dönerken, 12 kutu yüksek alkollü bira aldım, istisnasız ölüm, katışıksız, saf, doğal ölüm, alkol, bir çok kez denedim bunu, bir tam bir yarım intihar ve defalarca ölümüne alkol.. oradaydım işte, o ufak odada, geçmişimi düşünüyordum, ne yapmam gerektiğini, ne yapmaya çalıştığımı, hayatım boyunca, hiç bi getirisi olmayan işlerle uğraşmıştım ve daha 23 diyordum, yarışı tamamlamak istiyordum bende çoğunluk gibi, ama dayanamayacağım sanırım..  zor geliyor. pekala.. ertesi gün uyandığımda boş kutuları topladım ve dışarı çıktım, pazardı günlerden, anneler günüydü, kutuları çöpe atıp otelin karşısındaki kulübeden annem, ve anne olan birkaç yakınımı, arkadaşımı falan aradım.. iyi bir duygu olmalıydı çocuk sahibi olmak, ama gereksiz buluyordum ben, yeterince sıkıcı bulduğum bir yere neden birini götürmüş olayım ki? boş. boşluk. aşk yoksa çocukta yok. nokta.

düşündüm, akşama kadar, napıcaktım? öykülerimin çıktısını alıp şansımı denemeyi kararlaştırdım, zaman geçerdi bare, gelmemişti aklıma başka bir şey, kimseyi tanımıyordum şehirde, ve sevmiyordum, oyalanmam gerekiyordu, aldım öykülerimi ve bir yayınevine gittim, verdim, “bunu falanca beye verirmisiniz?” ne anlamı vardı bunun? defalarca göndermiştim ben onlara öykülerimi, hatta bir keresinde, ““eğer ilgilenmiyorsanız ve yayınlamak istemiyorsanız, lütfen “çok berbat yazıyorsun, boktansın” gibi bir cevap vererek sizinle daha fazla zaman kaybetmemi engelleyebilirmisiniz?”. yazılı bir not koydum postaladığım zarflara, 30 dan fazla yere, email, posta, ama ne anlamı vardı ki, kestim, bitti, geldikleri zaman, “hayır” demek istiyorum.. çok güleceğim bunu derken, ama, umarım gelirler.. şanş… başarıyı sadece şanşa bağlıyorum ben, azmin ve şansın varsa seni kimse tutamaz. bende her ikiside yok..

öykülerimi verdiğim kitabevinde, tanrıyı gördüm, türkçeye 30’a yakın kitabi çevrilmişti tanrının ve orada yüzdeelli indirimliydi, aldım 8 tane, yanımda o kadar para vardı ve bir karar almıştım, ertesi gün dönücektim izmirime. bunu kadar içten söylüyorumki; izmirim! dönücektim, yoktu başka yolu, ve tüm paramla tanrının sözlerini alıcaktım, o günlük sekiz taneyle döndüm otele, o boktan otelde, odamda telefonumu şarj edebileceğim bir priz bile yoktu ve banyo ücretliydi, iki kez yaptım, neyse, pazar, istanbul, boktan odamda oturmuş kitap okuyorum, “zor bir hayat” dediğimi anımsıyorum, oldukça zor bir hayat, o otel odasında daha iyi anladım bunu, nasıl dayanmış, harikulade.. (bu kelimeyi girdap çok sık kullanıyor, bir çok kelimeyi sık sık kullanır, çünkü gerçekten kelime dağarcığı az, ama önemli olan eldeki malzemelerle nasıl bir yemek yaptığınız..)

ertesi gün.. o gecede içtim ben. dönmeye karar verdikten sonraki her gün içtim ve boktan odamda kitap okudum, normalde gezmem gerekiyormuş, sevmiyorum kenti, nesini gezicem allah aşkına, odamda avrupa seyahatine çıktım o gün buk ve linda ile, çok daha eğlenceli gözükmüştü gözüme.. sikmişim istanbulu..

salı günü yola çıktım.. salı gecesi. ama ne yol.. bir düşünün. salı. akşam. içtim yine elbette, paramı son kuruşuna kadar tükettim, kitap aldım ve içtim. cebimde bir milyon lira kalmıştı. ve çantaları yüklendim, otelden çıkarken, tipin teki, “gidiyormusun” dedi,
“elbette” dedim, ve orada her sabah birilerine günaydın der ve cevap alamazdım ben, “bu gece yola çıkıyorum”
“zaten buraya gelende temelli kalmıyor” dedi bana, o adamla bir kez kısaca konuşmuştum, bana eski istanbulluyum demişti, çok seviyor olmalı.. ben sevmiyorum.. aslına bakarsanız sevdiğim şeyler sevmediğim şeylerle kıyaslandığında yüzde beşlik bir dilimi kapsar.. cep telefonumun sürekli kapanmasını ve bana kimsenin ulaşamamasını çok seviyorum mesela.. gazozla beyaz şarabı karıştırmayı ve sabaha dek konuşabileceğim kadar ruhuma denk hatunlarıda. ve kendime bir üçlü sarmayı seviyorum, balkonda, gece yarısı çekmeyi, sonra dönüp size bir öykü anlatmayı seviyorum.. pekala.. (bu kelimeyi sevdim, bağlama ve kesinti yaratmamı sağlıyor, öykülerde yarattığım kesintileri de severim)

noldu dersiniz çantamla beraber bilet aldığım şirketin yazihanesine yürürken? çantamlardan birinin, ki en ağır olanıydı, sapı koptu.. 25 adet bukowski, iki adet jack kerouac, (ki sevmedim), almıştım ve hepsini tıkmıştım bu çantaya, ve zaten yer yoktu çantada, ağzına kadar doluydu, ve koptu.. ve henuz galatasaray lisesinin ordaydım koptuğunda sap.. napabilirdim? yardım eden çıkarmıydı? insanlar bencildir.. bu yüzden bu kadar acı çekiyoruz.. yürüyordum.. duruyordum. nefes alıp iki adım atıp tekrar duruyordum. çanta sapsızken zorluk çıkarıyordu, üstelikte bir omzumda birde sırtımda çanta varken.. ama başardım sonuçta, 70 veya 80 dakikada taksim meydanına geldim, orada oturdum bir süre.. evi aradım. geliyorum dedim. bu kez kesin. herşey kesinleşince kesin bir haber vermeliydim.. ve final.. izmiri soluyordum yeniden. buruktu içim. kırık.. ve acı. basmanedeydim yeniden. bir taksiye binip evimin önünde durdum ve evden para alıp taksiye verdim.. içeri girdim.. su içtim. su.. çeşmeden! istanbulda bu da olmuyormuş galiba. ve yatağıma yattım. odaya baktım. garip geldi. yabancı. duvarlarıma baktım. yıllardır yoktum sanki orada.. ama dönmüştüm işte. ve hediyem olan cdlerimi çıkardım çantamdan. dinlemeye başladım, iyi şeylerdi gerçekten.. keşif.. bu kadar..

haa bu arada, unutmadan, istanbuldayken, cumartesi günü bir yere form doldurmuş ve kısa bir görüşme gerçekleştirmiştim.. izmire döndükten iki gün sonra aradılar..

“alo. biz falanca yerden arıyoruz.. falanca beylemi görüşüyoruz. form doldurmuşsunuz, yarın sabah gelip başlayabilirsiniz”

şaka dedim. şaka yapıyor olmalılar.. gitmedim tabii ki.. ve gitmeyeceğim de..  [ 12 ağustos 2005 – 02:30 ]




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder