istanbulda
bir hafta
bir nedenden dolayı
yaşadığım şehri değiştirmeye karar vermiştim, ailemi, arkadaşlarımı ve bi çok
şey geride bırakarak.. aptallıktı belki de, kimine göre, veya mantıksız, veya
aşırı güven, veya delilik, ama izmirden çıkıp istanbula gitmiştim işte.. ve
biraz yüzeysel anlatmak zorundayım bunu, zorunluluk. zorunluluklar.
zorunluluklar. pekala..
istanbula vardığımda
saat akşam dokuzu geçiyordu sanıyorum, yolculuk fena sayılmazdı, biladerimin
çalıştığı şirket gebzeye gidiyordu her hafta, şirkete yeni mal almak için, ve
beni de gebzeye kadar götürecekler, bende orada bir araç bulup kalan yolu
tamamlayacaktım, aksiliklikler daha o sabah başladı, işaretler? sikmişim
işareti.. fazlasıyla kişisel ifadeler de olmalı arada.. oluyor. her neyse, sabahın
yedisinde uyanmıştım o gün, çarşamba, bir gün önceden çantamı, çantalarımı
hazırlamıştım, birkaç parça giysi falan, çantamı aldım ve biladerle beraber,
onun iş yerinin servisine bindik.. sonrasında, gebzeye doğru gidecek olan
şirketin arabasına.. şirketin şoförü, patron, ve ben. bir yerde durduk, bir
şeyler yemek ve işemek için, ben hızlı yediğim veya pek bir şey yemediğim için
masadan kalkıp tuvalete gitmiştim, döndüğümde şöför bana işaret çekti ve
birlikte arabaya oturduk, birkaç dakika sonra patron geldi, bir dolu gazete,
çerez, su ve sigara almıştı.. tekrar hareket ettik, bir süre sonra patronun, şu
günlük çıkan ve erotik dergilerin gazete versiyonunda olan türde şeylerden
aldığını fark ettim, yani, aldığı gazetelerin arasındaydı ve aşağıya düştü, sonrasında
patron bize dönüp gülerek, “bu nerden karışmış ya?” dedi, ama yol boyunca da
yanlışlıkla alınan şeyi okumayı yada resimlerine bakmayı ihmal etmedi.
sevmiyorum çıplaklığı, bir şey hissetmiyorum, yüzler önemli benim için, dudak
ve gözler.. araçta kimse konuşmuyordu, minibüsteydik, en önde oturmuştuk
üçümüzde, ben düşünüyordum, kuruyordum, heycanlıydım, bekliyordum, neler
olucaktı acaba, yada gerçekten bir şeyler olucak mıydı?
istanbula vardığımda
taksimde, bir pasaja gitmem gerekiyordu, bir dükkana, önceden planlandığı
şekilde.. bir süre kalıcak yer ayarlamıştım kendime. ancak dükkan sekizde falan
kapanıyor olmalıydı ve hesaplamalarımıza göre ben beşte istiklalde olmalıydım..
ot içmekten pörsümüş beynime ve bunun sonucu hiç bir şeyden emin olamayışıma
rağmen, biliyordumki, her şeyin yolunda gözüktüğü anda korkmam gerekiyordu, her
seferinde, önce ufak bir şey gelip şöyle yokluyordu adamı, sonrasında peşpeşe
gelmeye başlıyordu sorunlar, bir süre sonra hiçbir şeyin yolunda gitmediğini
kavrıyor ve tamam diyordun, pes, daha fazlasına dayanamam, depresyon, veya
sinir krizleri, siz ne derseniz deyin adına, sabaha kadar uyuyamamak, evden
çıkmamak, ve üstelik bunca boş vakte rağmen hiç bir şey yapmamak.. bazen canım
hiçbir şey yapmak istemez, intihar bile zor gelir, ki gerçekten de zordur
intihar, ölümden korkmuyorum, bu tavrım korkutuyor bazılarını. sevmiyorum
yaşama sıkı sıkı bağlı insanları, bir şeyleri ispatlama çabasındaki tipler
midemi bulandırmıştır daima.. neyin savaşını veriyoruzki?
“bende yazıyorum”.
diyor
“herkes yazıyor”
diyorum, “ne var bunda” bir tür ruhanı eksiklik olmalı, ifade etme isteği,
yazı, beni anla beni anla.. açıkçası, yazmanın benim için tek iyi tarafı,
yazarken eğleniyor olmam, hiç birşeye değişemem bunu, müzik akar, biran vardır,
veya şarabın, ve bir şey daha.. ve bir şey.. iyi gidiyor olmalı. pekala.. devam
edelim,
“yayınlanmak istiyor
musun?” diyor
“yayınlanıyorum
zaten” diyorum,
“nasıl” diyor,
“hangi yayınevi”
“hayır, fanzin”
“bende
sanmıştımki..” diyor
“boşversene”
diyorum, “hiç bi anlamı yok, yazdıktan sonrası önemli değil, hiç bi anlamı
kalmıyor, okumuyorum bile.. ama birilerinin hoşuna gidiyorsa, eyvallah, ne
diyebilirim”.
feribot
sırasındayız, istanbula gidiyordum ben, unutmadınız değilmi? araya bazen bazı
parçalar koyarım, bilinçsizce çıkıyor, üzgünüm, yolculuğa dönelim, sıradayız ve
biri yaklaşıyor arabaya el kol işareti yaparak, “ne var” diyor şöför en
sonunda,
“lastik patlamış”
diyor pencereye yaklaşan adam. şöför pencereden kafasını çıkartıp aşağı bakıyor
ve bize dönüyor,
“napıcaz”
“geri dönelim” diyor
patron, “az önce bi lastikçinin önünden geçtik”. ve benim aklıma şüphe düşüyor,
bu lastik durduk yerde neden patlar, ve neden patladığı yer ile lastikçi
arasında bu kadar kısa bir mesefa var? paranoyağım, ama kimsenin günağını
almaya lüzüm yok.. dönüyoruz, 2 saat kadar oyalanıyor ve tekrar yola
koyuluyoruz, tabii bu arada gideceğim dükkan kapanmış olmalı, napabilirim,
düşünüyorum, evet, pekala, feribotta bir otobüse biniyorum, yarı yoldan, ilk
gördüğüm şöförle konuşuyorum ve boş yer var diyor, bildiğiniz şehirlerarası
otobüsler, biniyor ve kadiköyde iniyorum, bir gece otelde kalıyorum kadıköyde
ve gece düşünüyorum..
ertesi gün, 3
çantamla birlikte tek başıma otelden çıkıyorum, temizlikçi bir kadın var,
yerleri siliyor,
“kolay gelsin teyze”
diyorum,
“odadan çıkıyorsan
anahtarı bana ver, temizlicem” diyor,
“tabii” diyorum,
“nerden geldin
istanbula” diyor, ben bu arada çantamın bir tanesini sırtıma aldım ve diğerine
omuzuma takmaya çalışıyorum, kadınla bir süre konuşuyoruz bu arada, ardından
bir otobüs, şöföre soruyorum, sonrasında yanıma oturan birine, “istiklal
caddesine gideceğim”. ama her şey ters geliyor bana, sevmedim ben burayı, ilk
dakikada nefret ettim diyebilirim, orada, otobüste, ama, pekala,
katlanabilirim.. deneme bir iki..
3 çanta, oldukça
ağır, aç, susuz, yürüyorum, istiklaldeyim, buraya daha önce de geldim, iki kez,
bir kaç saat kadar kaldım, o yüzden biraz hatırlıyorum, ve yürüyorum, ve
üzerime insan yağıyor, rahatsız eder beni insanlar, oldukça sade giyinen bi
herifim, dikkat çekmem pek fazla, ve dikkat çekmeye çalışan, sırf bu nedenle
farklı görünen ancak içlerinin pekte farklı olmadığını anlayabildiğim bir çok
insan yağıyor üzerime, enerjimi gittikçe tüketiyorum, hem yüküm ağır hem de
insanlar ağır geliyor bana, sevmiyorum, iyi hissetmiyorum kendimi onların
yanında, durmadan bir şey anlatırlar size, dün şöyle yaptım, ondan önceki gün
başıma şu geldi, bu tarz bir muhabbet ilgimi çekmemiştir hiçbir zaman, bu
yüzden sıkıcı olduğumu düşünmüşümdür bazen, ama dün başımdan geçenleri
anlatmayı sevmiyorum, (yazı hariç), sevmiyorum, sıkılıyorum, hem iyi bir
anlatıcı değilim ben, iyi bir dinleyiciyim ama, acınızı paylaşabilirim, benimle
“kötü hissediyorum” deyip konuşan çok insan tanıyorum, iyi geliyormuşum onlara,
bir de kendime iyi gelsem keşke.. bi saniye, nereye geldik böyle? iyice
etkisini göstermeye başlamış olmalı şarap. kötü bir şarap bu, bir milyon
yediyüzelli binlira, tam olarak fiyat bu. bugün, gündüz, karşıyakaya gidiyorken
otobüsten gördüm, “şarap biryediyüz elli, bira bir ikiyüz elli”. pekala, şanş..
hayatın bütünü için “şanş” kelimesini kullanabilirim, şanşın varsa iyi bir yere
gelebilirsin, çalışmakta gerekiyor olabilir bunun için, ama azimli biri
değilimdir, şanşa bırakıyorum, ve bir çok şeyi tesadüfen keşfettim, şu anki
ucuz şarap gibi. ucuz. ve tadı hoş. ve sarhoş edebiliyor. bir insan başka ne
ister? yazı da aktığı sürece. pekala.. pasajı buldum en sonunda ve içeri
girdim, konuşamayacak kadar ölüydüm, bitkin, ve umarsamaz, birini çevirip
elimdeki kağıdı işaret ettim, dilsiz sanmış olabilir beni, bilemiyorum, ama
nefes nefese kalmıştım ve gittikçe daha sık bırakıyordum çantalarımı yere, mola
veriyor ve tekrar yürümeye devam ediyordum, en sonunda pasajı buldum ve birine
kağıdı verdim, “bilmiyorum” dedi, iki kişiyi es geçtim ve sonraki ayakda duran
tipin buranın müdavimi olduğunu hissettim, hislerime önem veririm, önyargılarım
var, değişebilir önyargılar bunlar, ama yine de varlar, gizleyemem, şimdilerde
adını değiştirdiler, elektrik diyorlar galiba? ne elektriği? düpedüz önyargı
işte. korkuyor insanlar, bazı etiketlerden korkuyor ve bazı etiketleri edinmek
için her yolu deniyorlar. yeraltı edebiyati? nedir yeralti edebiyati? benim
için hiçbir bok değildir.. ya senin? ama bir isme ihtiyacımız var, her ne kadar
bu pekte önemli olmasa da, yani şunun adına örümcek edebiyati deseydim de sonuç
değişmeyecekti, anlıyorsunuz ya, gereği yok isimlendirilmenin, sadece, eğer
ortada benzer şekilde yazabilen birileri varsa, bunlara bir isim veriyor işte
toplum, etiket, ve, nerden nereye, önyargılarım var, sizi sevmiyorsam
sevmiyorumdur, saçını tarayış şeklin hoşuma gitmemiştir, giydiğin elbise çok
şıktır, “ben buradayım” demeye çalışıyorsundur, ve ben seni görmezden gelirim,
hoşuma gider bu, görülmeyeni görmek hoşuma gider, içi, ruhu, sezebilmek, ve
emin olun bir insanın dışına bakarak içini görebilirsiniz, her zaman olmasa
bile, bazıları gizlidir, kabul ediyorum, çoğu değil, gösteriş, keşfedilme
isteği, var olma isteği, veya ölümsüzlük. ölümsüzlük? bir saniye, biraz düşünmem
gerekiyor bu konuda.. çok sıkıcı geliyor.. ölümsüzlük.. çok sıkıcı..
ölümsüzlük.. evet hala sıkıcı.. tanrım, lütfen ben kendi işimi bitirnce, ruhumu
tekrar rahatsız etme.. amin! hiçlik.. harikulade hiçlik.. pekala.. güzel..
“burada, karşısı” dedi adam, “ama şu an burada değil, birazdan gelir aradığınız
kişi, isterseniz bir çay için, tabure verebilirim.” kime sormam gerektiğini iyi
biliyordum, birine kağıdı uzat, sonrasında bir çay iç, sonrasında bir telefon
et, sonrasında geriye dön, ve bekle.. herneyse, aradığım adam geldi ancak
aksilik diz boyuydu..
“valla a bana senin
geleceğini söyledi ama ben ona olmaz dedim abi, yani şöyle olmaz, evde şu an
misafirim var, sen kalamazsın”. itiraz etmeye gerek duymadım, ne anlamı
vardıkı?
“pekala” dedim,
sakin, sinirli ve sakin, her nasılsa işte, “peki”
“ama, bir arkadaşım,
burada bir yerde ucuz bir otelde kalıyordu, istersen şansını bi de öyle dene”.
ucuz otelde kalan arkadaşını aradı ancak ulaşamadı, bir punk grubunun, çok çok
aşinası olduğum bir punk grubunun vokalistinde de kalabilirdim, bu da bir
ihtimaldi, ancak o da ailesi ile yaşamaya başlamıştı, ne şanşızlık.. tanrı beni
istemiyor. tanrı yada her kimse. ki işin aslı, tanrı, eğer varsa, gerçekten ona
soracağım tek soru, “anlamı ne bunca curcunanın?” olucak.. ki ben, artık,
agnostikim. nedeni muhtemelen ot.
“bazen, girdap,
gerçekten yaşıyor mu, yoksa bir hayal ürünümü merak ediyorum”
“buradayım, ekranın
diğer tarafında, izmire geldiğinde bir hayalet….” sözümü kesiyor,
“gelicem”
“..” gelicek, kaçarı
yok.. bekliyorum hala.. beklediğim birkaç kişi var, gelicekler, sorun şu ki,
ben gidiyorum.. 15 ay.. heh he. neden güldüysem? şarap iyimiş..
“ya abi, arkadaşın
telefonu kapalı, senin işlerin varsa hallet, telefonunu alayım ben senin,
ararım ulaşınca arkadaşa”
“çantalarım
kalabilir mi?”
“elbette”.
minnettarım sana tanrım.. beni koru, beni bağışla..
pekala. bir taburede
oturup, kötü bir çay içmiş, ve yükten azede olan ben, yine yollardayım.. ilk
günden iş bulma şansım sizce yüzde kaç? konuşmaya başladığım anda, insanların
benden hazetmediğini hissederim çoğu zaman.. bende onlardan hazetmediğim için
pekte önemli olmasa gerek sevilmemek.. olabilir. olmalı. pekala.. birkaç ilan
da deniyorum şansımı, istiklaldeyim, genelde aldığım cevaplar, “eleman alındı”,
şeklinde.. ama ilanı kaldırmıyorlar buna rağmen. hala sakinim.. ilk günüm, bir
sevgilim var, param var, aşığım, uçuyorum, harikulade bir ruhum var, ve dönüp
dolaşıyorum istiklal caddesi adlı ruhsuz mekanda..
tanrım, bana sabır
ver.
flaş..
kayboldum,
kayboldum, alman hastanesinin oradan girdim, sola saptım, sonra iki kez sağa,
ve caddeye çıkamadım, sonrasında hislerime teslim oldum yeniden ve birden
döndüğüm bir sokakta karşıma, “komi aranıyor” ilanı çıktı, pekala dedim, tanrı
yada adı herneyse, beni duydu..
“ben ilan için
gelmiştim” dedim orada herşeyden sorumlu görünen birine, bu tip mekanlarda
patronun kim olduğunu genellikle ilk görüşte anlarsınız,
“tabii” dedi, ve
birkaç soru, ardından yarın gel başla dedi, günlük on beş milyon, sanıyorum on
beş demişti, sabah dokuz akşam dokuz.. tek sorun evdi artık, bu kadar kolay
olacağını sanmıyordum, her ne kadar bana anlatılanlar bu yönde olsada.. ev,
kolay.. en kolayı. yeterki işin olsun. seninle evini paylaşmak isteyen, -iyi
bir işin olduğu taktirde- onlarca insan var istanbulda, bunlar internetten ilan
veriyorlar, ve ilk sordukları şey ne iş yaptığınız oluyor, haklılar. bir işim
vardı artık, pasaja geri döndüm ve bu arada eleman ucuz otelde kalan arkadaşına
ulaşmıştı, bana,
“arkadaşım artık
orada kalmıyormuş, ancak, asmalımesçit sokağından girersen, orada birkaç ucuz
otel varmış”.
“eşyalarım kalabilirmi, otele bakıp, gelip
alayım”.
“elbette, iş
buldunmu sen?”
“evet”
“ne çabuk”
“şanş”.
bir otel buldum,
adını söylemeyeceğim, içeri girdim, dar bir merdiven, kötü, nem, rutubet, koku,
“odalar ne kadar?”
“beş milyon”
“odayı
görebilirmiyim?”. çıktık, birkaç oda gördüm, birbirinden hiçbir farkı olmayan
birkaç oda, otelde sürekli kalanlar vardı, en güzel odaları tutmuşlardı, güzel
derken büyüklük değil pencereyi kast ediyorum, benim şansıma ise penceresi
otelin dışına değilde koridora bakan birkaç oda kalmıştı, birini seçtim, kötü
birkaç seçenekten birini seçmek zorundaydın, genellikle herşeyi akışına bırakan
biriyim ben, hayat beni nereye götürürse oraya doğru sürükleniyorum, amaçsız,
ak.. bırak aksın.. çok az seçim yaparım hayatta, örneğin üniversite için seçim,
hangi okula gitmeliyim? hayır, izmirden ayrılamam demiş ve bi kaç şey
yazmıştım. izmir, görüp görebileceğim en iyi kentti, çünkü ülke sınırlarının
dışına çıkabileceğimi zannetmiyordum, yoksa bir rejkjavik görmek ister can..
filmler dışında.. ama.. pekala. karıştırmaya gerek yok.. otelden çıktım, geri
döndüm, eşyalarımı aldım, tekrar otele döndüm. girdim.. çantalarımı yatağın
altına tıktım, çünkü, yatak dışında ben bile zor sığıyordum odaya, ama birkaç
gün idare edicektim burada, bir ev bulacaktım, delilik delilik delilik..
“bu ne cesaret?”
demişti sevgilim.. herneyse.. ondan sözetmiyoruz gördüğünüz gibi.. o gün,
akşam, ve gece, herşey yolunda görünüyordu, ve ben korkuyordum, herşey iyi
gidiyorsa korkarım demiştim, bir mucize gerçekleşmemişse beş dakika içinde
çarpar bir şey, yoldan çıkarır.. öyle olmak zorunda.. ve, neden diyorum,
allahın belası aptal bir iş ve ufak bir evim olamıyor hala. çok fazla şey
beklemiyorum hayattan, kıyaslarsak eğer yüzde birle falan idare edebilirim; duvarlar,
alkol, ot, müzik, (ki o bile genel müzik piyasasının, yeralti dahil, yüzde
biridir), ve iyi bir kadın. pekala, kadını es geçelim.. o kadar da harikulade
olduklarını düşünmüyorum zaten, onlarsız da yapabiliriz, ve bir karar aldım,
iyi muhabbet, iyi alkol, iyi seks, ama sevgili yok. güzel.. daha önce de
demiştim; aşk var ama sevgili yok.
ertesi gün sabahın
köründe uyandım ve işime gittim.. süprizler hayatı çekilmez kılar. bence..
orada çalışan biri vardı, patronu bekle dedi, o gelince, konuşur, işe
başlarsın. mekanı sevmiştim. çalan müzik hariç iyi bir yerdi. “burada paranı
zamanında alamazsın” dedi tip, “sonra birde işten çıkış saatin belirsizdir,
gece 11e kadar kalırsın hafta içide”. hiç bir şey demeden dinliyordum, tecrübe
konuşuyordu, “5 aydır burdayım, bende başka bir iş arıyorum, bence başka bir iş
bak kendine.” kulak asmadım tipe, iş işti sonuçta, kaçırmak istemiyordum, bi
süre çalışırdım, ve patron denen adam geldi, dün konuştuğum değil, onda beni
rahatsız eden şeyin ney olduğunu bilmiyorum, ama bana aynen,
“günlük 9 milyon”
dedi, “işine gelirse”. gelmedi tabii.. ve ordan çıktıktan birkaç on dakika
sonra yeni bir iş buldum, bir lokantada, ve hemen çalışmaya başladım,
“dörtyüzelli milyon aylık, iki haftada bir pazar tatil, sabah 10 akşam 10.” uyar..
“birde yarın gelirken beyaz bir gömlek giy”.
çalışmaya başladım,
garson olarak, gelen müşteriye servis açıyor, masaları siliyordum, bilirsiniz,
tek başımaydım, ben gelene kadar patron yapıyordu bu işi, ben gelince kasanın
başına oturdu, ve beni kesmeye başladı, rahatsız olurum izlenmekten, birkaç
kısa filmci öykülerimi kısa film yapmak istemişti, sayıları 6 kadar var bu
kısafilmcilerin, değişik değişik, benim oynamamı istiyorlar, ne bok yiyicem
bilmiyorum, muhtemelen ıskalayacağım herşeyi ve en sonunda delirip setten
kovucaklar beni. sonrasında beni oynayan adamı da beni delirticem.. ve hiç bir
şey sonuçlanmayacak.. ne filmi? boşversenize.. sevmem ben sinemayı. uzağımdır..
porno dahil! sevmem.. büyük bir çoğunluğunu.. heyecan duyarak izlediğim film sayısı
bir elin parmaklarını geçmez. ama eğer odada bir hareket olsun istersem,
altyazılı bişi izlerim, can sıkıntısı muhtemelen, iyi zaman geçirtiyor,
hareket.. hareket olsun isterim. bir saati tamamladım lokantada garson olarak
ve yetişemiyordum, oldukça yoğundu, ve ben daha neyin nerede olduğunu bile
öğrenememiştim, yanıma geldi beni kesen patron, “seninle yapamayacağız” dedi,
“yetişemiyorsun”.
“ne?” dedim.
“napabilirim, daha yeni başladım”
“olsun. üzgünüm”.
üzgünüm. üzgünsün. üzgün..
“herneyse”
“bi yemek ye ama,
hakkını bu şekilde ödeyelim”. hazırlanmıştı, aşçı, kendi yemeği ile beraber
oraya oturmuş, banada bi tabak bişi koymuştu, oturdum, açtım, sabahtan beri tek
lokma yememiştim ve birkaç kaşık aldım, yiyemedim, nasıl yiyebilirdimki? çıktım
oradan, ve tekrar turlamaya başladım, bir ilan gördüm, gittim, sordum, traş ol
gel başla dediler, pekala dedim, döndüm otele ve ufak aynamda traş oldum, ki
yoktu da sakalım, 2 günlüktü, neyse, döndüm, “geldim” dedim,
“başlayabilirmiyim?”
“biz eleman aldık”
dediler.. siz olsanız naparsınız? evet, kavga, muhtemelen, küfürler, ama gereği
yok, var, yok, var, aslında var, ama hiçbir şey değişmeyecek sonuç olarak, ve
üstelik yeterince yorgunum ben, “için ölmüş senin” demişti bana biri, galiba
haklılık payı var, oldukça yavaş, konuşma, düşünme, ve, evet, birkaç yer daha,
birkaç yeni ilan, ve taşan sabır,
“alındı”
“o ilan neden hala
duruyor orada”
“deniyoruz şu an
alınan arkadaşı”. deniyoruz. deniyoruz. deney? insanları deniyorlardı, hakları
vardı buna, güçlü olanın herşeyi yapmaya hakkı oluyordu, buydu şifre, güç, ve
bu para demekti,elimi cebime attım, ve birkaç lira aradım cebimde, karnım çok
acıkmıştı ve susamıştım, ama cüzdanımı otelde unutmuştum, ve istiklalin bir
ucundan diğer ucuna yürümem gerekiyordu, otele, diğer uçtaydı otelim, bense
girişte, meydanda, taksim meydanına oturup insanları izlemeye ve düşünmeye
başladım, yavaş yavaş anlıyordum gerçeği, büyük oynamış ve kaybedeceğimi
anlamıştım. blof yapıyordu hayat bana, herşeyin iyi gideceğini sanmamı
sağlıyordu, birkaç mucize çıkartıyor önüme ve devam etmemi sağlıyordu, oysa
azar azar da olsa kaybediyordum işte, düpedüz kayıp.. başından sonuna.. dünyaya
gözümü açtığımda, az kalsın ölüyormuşum, ilk 6 gün doktorlar ve onların çabası
sonucu ailem ölüceğimi sanmış, boşuna demiyorum çocukluğumdan beri ölüceğimi
sanarak büyüdüm diye, 6 günlükken boyun kısmımdan kan almışlar, ölebilirmişim,
yani müdahale edilmeseymiş, ölürmüşüm, bir şeyler yaşanmış, ben hatırlamıyorum,
hiç kimse bu dünyadaki ilk 6 gününü hatırlayamaz, ama anlatılan birkaç hikaye
var..
“havada asılı
kalmak” adını verdiğim bir his var içimde bu aralar, sizde olmayabilir, bende
zaman zaman oluyor ve ben böyle zamanlarda size yeni şeyler anlatıyorum, sonra
tekrar düşüyorum, sonra yine duruyor, ve bu arada yazıyorum, sonra tekrar
aşağı..
“bilirim bu hissi..”
dedim ona “şöyle bi tanım yapıcam, sanirim hayat bir asansör dersek genel
anlamda, bizim bindiğimiz asansörde çoktan "z" harfini basmış
birileri, henuz varmadik galiba, arada bi duruyor asansör, dibe vurduğumu zannediyorum,
sonra gene inmeye başlıyorum, şimdi aklıma geldi bu”
"benim
asansörün ipi koptu" dedi.. sustum. böyle..
kalktım ayağa ve
otele yürümeye karar verdim, cumaydı günlerden, size bir mucizeden daha söz
etmek istiyorum.. istiklalde yürüyordum, ve karşıdan, o kalabalığın içinde,
yüzü tanıdık gelen biri yaklaşıyordu, hayır dedim, bu kadarıda fazla ama,
dostlarımın halüsyunasyonunu görmemeliyim, henuz o kadar kafayı yemiş olamam..
herneyse, izmirden birini, bir arkadaşımı, bir çok kez içip anlamsız şeylere
güldüğümüz bir arkadaşımı gördüm, o beni görmedi, kulaklığındaki ritme
kaptırmıştı kendini muhtemelen,
“d…” diye seslendim,
dokunarak tabiyki, ayıldı, ve elbette şaşırdı, gerçekti, her anlamda bana
tamamen yabancı bir şehirde ve onca insan arasında kendi kentimden tanıdık bir
yüz görmek. vazgeçmeye bu kadar yaklaşmışken. mucize..
“ne arıyorsun burda”
dedim,
“asıl sen ne
arıyorsun” dedi.. anlattık birbirimize durumları, o 2 aydır istanbuldaydı ve
artık gerçekten yılmıştı,
“2 günde yıldım”
dedim ona, kaldığım yeri, iş ararken başıma gelenleri falan anlattım.. bir
şekilde, iyi gelmişti bana onu görmek, o günden sonra bir daha görüşemedik,
hayat işte.. birkaç gün daha dayanmamı sağladı.
o gün gece
harikulade idi.. bir bardaydım. ve herşey yolunda görünüyordu yinede.. bir
noktaya kadar. ertesi günün çok büyük bir kısmını es geçeceğim. gece 10du saat,
istiklal caddesinde eve doğru yürüyordum, hata hata hata, ne evi? otele doğru
yürüyordum, bir ilan gördüm, girdim,
“kaç yaşındasın”
dedi
“23” dedim,
“biz daha genç
birini arıyoruz” dedi, bu neydi şimdi? garip.. anlam veremiyordum olan bitene,
herşey oldukça saçmaydı, garipti hayat, ne önemi vardı ki yaşamın? ne
istiyorduk? tanrı bizden ne istiyordu? eğer ot olmasaydı, çoktan dağıtmıştım
beynimi, çoğu kötü gecemde biraz daha dayanmamı sağladı benim, ve kanal, yeni
bir kanal buldum kendime, torbacımı çaldı polisler demiştim bir zamanlar size,
sıkı okuyucularım hatırlıyor olmalılar, herneyse, ölümüne içiş.. sikiş.. kafiye
yapıyorum, kafanıza takmayın..
otele döndüm,
dönerken, 12 kutu yüksek alkollü bira aldım, istisnasız ölüm, katışıksız, saf,
doğal ölüm, alkol, bir çok kez denedim bunu, bir tam bir yarım intihar ve
defalarca ölümüne alkol.. oradaydım işte, o ufak odada, geçmişimi düşünüyordum,
ne yapmam gerektiğini, ne yapmaya çalıştığımı, hayatım boyunca, hiç bi getirisi
olmayan işlerle uğraşmıştım ve daha 23 diyordum, yarışı tamamlamak istiyordum
bende çoğunluk gibi, ama dayanamayacağım sanırım.. zor geliyor. pekala.. ertesi gün uyandığımda
boş kutuları topladım ve dışarı çıktım, pazardı günlerden, anneler günüydü,
kutuları çöpe atıp otelin karşısındaki kulübeden annem, ve anne olan birkaç
yakınımı, arkadaşımı falan aradım.. iyi bir duygu olmalıydı çocuk sahibi olmak,
ama gereksiz buluyordum ben, yeterince sıkıcı bulduğum bir yere neden birini
götürmüş olayım ki? boş. boşluk. aşk yoksa çocukta yok. nokta.
düşündüm, akşama
kadar, napıcaktım? öykülerimin çıktısını alıp şansımı denemeyi kararlaştırdım,
zaman geçerdi bare, gelmemişti aklıma başka bir şey, kimseyi tanımıyordum
şehirde, ve sevmiyordum, oyalanmam gerekiyordu, aldım öykülerimi ve bir
yayınevine gittim, verdim, “bunu falanca beye verirmisiniz?” ne anlamı vardı
bunun? defalarca göndermiştim ben onlara öykülerimi, hatta bir keresinde,
““eğer ilgilenmiyorsanız ve yayınlamak istemiyorsanız, lütfen “çok berbat
yazıyorsun, boktansın” gibi bir cevap vererek sizinle daha fazla zaman
kaybetmemi engelleyebilirmisiniz?”. yazılı bir not koydum postaladığım
zarflara, 30 dan fazla yere, email, posta, ama ne anlamı vardı ki, kestim,
bitti, geldikleri zaman, “hayır” demek istiyorum.. çok güleceğim bunu derken,
ama, umarım gelirler.. şanş… başarıyı sadece şanşa bağlıyorum ben, azmin ve
şansın varsa seni kimse tutamaz. bende her ikiside yok..
öykülerimi verdiğim
kitabevinde, tanrıyı gördüm, türkçeye 30’a yakın kitabi çevrilmişti tanrının ve
orada yüzdeelli indirimliydi, aldım 8 tane, yanımda o kadar para vardı ve bir
karar almıştım, ertesi gün dönücektim izmirime. bunu kadar içten söylüyorumki;
izmirim! dönücektim, yoktu başka yolu, ve tüm paramla tanrının sözlerini
alıcaktım, o günlük sekiz taneyle döndüm otele, o boktan otelde, odamda
telefonumu şarj edebileceğim bir priz bile yoktu ve banyo ücretliydi, iki kez
yaptım, neyse, pazar, istanbul, boktan odamda oturmuş kitap okuyorum, “zor bir
hayat” dediğimi anımsıyorum, oldukça zor bir hayat, o otel odasında daha iyi
anladım bunu, nasıl dayanmış, harikulade.. (bu kelimeyi girdap çok sık
kullanıyor, bir çok kelimeyi sık sık kullanır, çünkü gerçekten kelime dağarcığı
az, ama önemli olan eldeki malzemelerle nasıl bir yemek yaptığınız..)
ertesi gün.. o
gecede içtim ben. dönmeye karar verdikten sonraki her gün içtim ve boktan
odamda kitap okudum, normalde gezmem gerekiyormuş, sevmiyorum kenti, nesini
gezicem allah aşkına, odamda avrupa seyahatine çıktım o gün buk ve linda ile,
çok daha eğlenceli gözükmüştü gözüme.. sikmişim istanbulu..
salı günü yola
çıktım.. salı gecesi. ama ne yol.. bir düşünün. salı. akşam. içtim yine
elbette, paramı son kuruşuna kadar tükettim, kitap aldım ve içtim. cebimde bir
milyon lira kalmıştı. ve çantaları yüklendim, otelden çıkarken, tipin teki,
“gidiyormusun” dedi,
“elbette” dedim, ve
orada her sabah birilerine günaydın der ve cevap alamazdım ben, “bu gece yola
çıkıyorum”
“zaten buraya
gelende temelli kalmıyor” dedi bana, o adamla bir kez kısaca konuşmuştum, bana
eski istanbulluyum demişti, çok seviyor olmalı.. ben sevmiyorum.. aslına
bakarsanız sevdiğim şeyler sevmediğim şeylerle kıyaslandığında yüzde beşlik bir
dilimi kapsar.. cep telefonumun sürekli kapanmasını ve bana kimsenin
ulaşamamasını çok seviyorum mesela.. gazozla beyaz şarabı karıştırmayı ve
sabaha dek konuşabileceğim kadar ruhuma denk hatunlarıda. ve kendime bir üçlü
sarmayı seviyorum, balkonda, gece yarısı çekmeyi, sonra dönüp size bir öykü anlatmayı
seviyorum.. pekala.. (bu kelimeyi sevdim, bağlama ve kesinti yaratmamı
sağlıyor, öykülerde yarattığım kesintileri de severim)
noldu dersiniz
çantamla beraber bilet aldığım şirketin yazihanesine yürürken? çantamlardan
birinin, ki en ağır olanıydı, sapı koptu.. 25 adet bukowski, iki adet jack
kerouac, (ki sevmedim), almıştım ve hepsini tıkmıştım bu çantaya, ve zaten yer
yoktu çantada, ağzına kadar doluydu, ve koptu.. ve henuz galatasaray lisesinin
ordaydım koptuğunda sap.. napabilirdim? yardım eden çıkarmıydı? insanlar
bencildir.. bu yüzden bu kadar acı çekiyoruz.. yürüyordum.. duruyordum. nefes
alıp iki adım atıp tekrar duruyordum. çanta sapsızken zorluk çıkarıyordu,
üstelikte bir omzumda birde sırtımda çanta varken.. ama başardım sonuçta, 70
veya 80 dakikada taksim meydanına geldim, orada oturdum bir süre.. evi aradım.
geliyorum dedim. bu kez kesin. herşey kesinleşince kesin bir haber
vermeliydim.. ve final.. izmiri soluyordum yeniden. buruktu içim. kırık.. ve
acı. basmanedeydim yeniden. bir taksiye binip evimin önünde durdum ve evden
para alıp taksiye verdim.. içeri girdim.. su içtim. su.. çeşmeden! istanbulda
bu da olmuyormuş galiba. ve yatağıma yattım. odaya baktım. garip geldi.
yabancı. duvarlarıma baktım. yıllardır yoktum sanki orada.. ama dönmüştüm işte.
ve hediyem olan cdlerimi çıkardım çantamdan. dinlemeye başladım, iyi şeylerdi
gerçekten.. keşif.. bu kadar..
haa bu arada,
unutmadan, istanbuldayken, cumartesi günü bir yere form doldurmuş ve kısa bir
görüşme gerçekleştirmiştim.. izmire döndükten iki gün sonra aradılar..
“alo. biz falanca
yerden arıyoruz.. falanca beylemi görüşüyoruz. form doldurmuşsunuz, yarın sabah
gelip başlayabilirsiniz”
şaka dedim. şaka
yapıyor olmalılar.. gitmedim tabii ki.. ve gitmeyeceğim de.. [
12 ağustos 2005 – 02:30 ]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder