telefon çaldı. hayır bu kez henry
değil. her neyse. açtım, konuştuk bi süre, sesi hüzünlüydü gerçekten, acı vardı
sesinde, ve yalnızlık.
“görüşebilir miyiz?” dedi hemen
ardından, “tabii neden olmasın” diye cevap vermiştim. benim durumum ondan iyi
sayılmazdı, ama hepimizin sorunları var sonuçta, az veya çok, ve hep olucak.
her şey daima güzel olamaz. bunu
iki yönde alabilirsiniz; her şey hiçbir zaman kötü de olamaz. ama sürekli
yolunda gitmeyen bir şeyler var bu hayatta, ve onları yoluna koymaya çalışıyor
insanlar, oyalanıyorlar. her şeyin mükemmel olduğu bir dünyada canınız
sıkılabilirdi, belki de.
açıkçası ben, sorunları çözmek
işin uğraşmıyorum artık, ne gerek var? sorun daima var zaten, birini çözünce
diğeri gelicek, sonu yok bunun. bir yerde dur diyebilirsiniz, buraya kadar, her
şeyi akışına bırakmak gerekiyor, yeterince iyi veya yeterince kötü değil hayat,
ve hiçbir şey yerli yerinde değil, daima bir eksik. odam dağınık bu günlerde,
odam demişim, üzgünüm, benim bir odam yok, oturma odası denen yer dağınık. her
şeyi bir tarafa saçtım, dün sabah annem geldi eve, onu doktora götürdüm,
öncesinde o bana, “bir şeyler ye” dedi, yedirdi de nitekim, zorla da olsa. o
olmasa aç kalırdım, o olmasa demişken, bu aralar o da yok.
telefon çaldı, evet, bu kez
idil’di, çaldı çaldı çaldı lanet şey, sabahın dokuz buçuğu. “ne var” dedim sert
bir şekilde, kapattı bişi demeden. sonrasında ben onu geri aradım, “özür
dilerim” dedim, “gerçekten, biliyorsun, sabah, sabahları ne halde olduğuma
şahit olan birisin anlamalısın.”
“sorun değil” dedi, “napıyorsun?
sesin pek iyi gelmiyor.”
“seninki de.”
sabahın on birinde
alsancaktaydım. yürüdüm o sıcakta evden çıkıp, sakallarım, saçım, ter doldum.
üzerimdeki tşört sırılsıklamdı, ve o orada oturmuş, bir kitabevinin önünde,
yere bakıyordu, yere, anlıyor musunuz? yanına gelene kadar fark etmedi beni.
“geldim” dedim, “oturcak başka bi
yer bulalım, bi bira alalım, açılırız.”
“seni özledim.” dedi.
“boş ver” dedim, “iyi tanısaydın
özlencek bir yanım olmadığını anlardın, ama evet, ben de seni özlemişim.”
söylenmesi gereken bir şey olduğu
için söylememiştim bunu, hiçbir şeyi öyle olması gerektiği için yapmam ben,
içimden geldiği gibi davranıyorum, bu yüzden hâlâ yerimde sayıyorum ya, bi
gelişme kaydedemedim hâlâ. ayrıca, sikerim gelişimi! (her şeye küfretmek
istiyorum bugün).
sabahın on birinde, lanet olası
bir gölge aradık. yürüyorduk. gözleri ıslaktı onu gördüğümde, sonra silmişti,
silmişti, evet, silmişti ve yine siliyordu, sürekli doluyordu gözleri ama,
konuşamıyordu ve ben ne olup bittiğini bilmiyordum, “şarap” diyebildi en
sonunda, “bira değil, şarap.”
“sen nasıl istersen güzelim”
dedim.
bir bakkala girdik, “şarap.”
“nasıl olsun kaliteli bir şey
mi?”
“2,5 milyondan fazla vermicem,
bir de selpak, onun da fiyatı 300 bin liradan fazlaysa almıcam.”
sinirim tepemde bu günlerde, bu
yüzden kekelemeden direk konuşuyorum. sinir veya alkol, bir tür panzehir.
kekemeyim ben, sinirliyken veya sarhoşken değilim ama ve aslında sinirim
kendime, bakkalın ne suçu varsa? her neyse, aldık şarabımızı, bulduk bi yer,
açtık, ilk yudumu o aldı, sonra bana verdi, güldü, “bir işe yaramayacak ama”
dedi.
“ney” dedim.
“içmek” dedi, “hiçbir işe
yaramayacak, ölelim bence.”
“ölmek de bir işe yaramayacak,
kalmak da” dedim
“hiçbir şey değişmeyecek nası
olsa” dedi, “ölmek gerek”
“bişi değişsin diye ölünmez”
dedim, aklıma bir dostum geldi, “bir arkadaşıma böyle diyince, ‘bişi
değişmiyosa da ölünmez’ demişti” dedim. güldü yine, ancak gözleri doluydu hala,
birazdan da benim burnum akıcaktı, ne var bunda, komik, komik olmalı, pekala.
gülün siz.
“deli miyiz biz” dedi, “herkes
bize bakıyor”
“ne önemi var” dedim, “boş
versene, buradayız ve içiyoruz, senin yüzünü bile unutacak olan insanların
hakkında ne düşündüğünü önemseme”
“peki” dedi, tatlı, şirin..
“kırmızı” dedi daha sonra, “bugün ojelerim kırmızı.”
“yeşil iyiydi ama” dedim
“bu gün kırmızı ama” dedi,
“pekala.. senin ayak parmakların.
ama kimse görmüyor, neden görünmeyen bir yerini boyuyorsun ki?”
“yalınayak gezmek isterdim” dedi.
“gez öyleyse” dedim.
“şu an değil” dedi, “sıcak
yerler. güneş gidince yapıcam ama”
sonra biri geldi, “burada içki
içmemelisiniz” dedi.
“neden” dedim.
“yasak” dedi
“kim yasaklamış” dedim
“yasak kardeşim” dedi
“kalkmıyorum” dedim
“sorun yaratmayın lütfen” dedi
“sorun yaratan sensin” dedi idil,
“sen gelene kadar hiç bi sorun yoktu burada.”
ama kalktık sonunda, böyleydi
hayat, güçsüzdük, nerede oturacağımız nerede nasıl konuşacağımız belirlenmişti
birileri tarafından, sen daha doğmadan sınırların çizilmişti, ve sınırların
dışına çıkarsan ya kodese ya da tımarhaneye gönderiyorlardı seni, bu ikisi de
olmazsa sen kendi işini bitiriyordun, yoktu başka yolu.. alkol alkol alkol,
günlerce ve haftalarca aralıksız.
“anlatıcak mısın” dedim, “seni bu
kadar üzen şey nedir?”
“anlatmayacağım” dedi, “seni bu
yüzden çağırmadım.”
“acelesi yok” dedim, “sarhoş olunca
anlatıcaksın nasıl olsa”
“karnım acıktı” dedi, “bir şey
yemeliyiz, aç karnına alkol sigara pekiyi olmamalı.”
“sen ye” dedim.
“sen de yiyeceksin” dedi.
“seni annem mi gönderdi” dedim.
güldü yine, komik biri değilimdir oysa, çok iyi susarım, saatlerce tek laf
çıkmaz ağzımdan.
ve bir yere gittik. oturduk.
bişiler geldi önümüze. bir kez ısırdım, çiğnedim, çiğnedim, çiğnedim,
yutamıyordum, itiyordu midem, ya da başka bir şey, ruhum belki de, ruhum
sıkışıp kalmıştı içimde ve çıkmak istiyordu artık, özgür olmak, yukarıya doğru,
başka bir boyuta doğru akmak, yeni bir yer keşfederdim belki, kim bilir, hayır,
yeni bir yer değildi keşfetmem gereken, sadece gitmek istiyordum, yok olmak.
“85’de rahatım bozuldu” demiş
özgeçmişi için bir arkadaşım, “ne harikulade” dediğimi hatırlıyorum, doğum
tarihi, 85, ve, her neyse, çiğniyordum lanet şeyi, “yutamıyorum” diyebildim en
sonunda, “inmiyor, kusucam.”
“ağzında ekmek varken konuşulmaz”
dedi, “iğrencim. kabül” lavabodan döndüğümde, bana aldığı şeyi de yemiş
olduğunu gördüm.
“nasıl olsa yemiyordun” dedi,
“bir şey için zorlandığında sinirinin tepene çıktığını biliyorum, tamamen
özgürsün, bende tamamen özgürüm, seni de yiyicem yakında, tecavüz edicem sana.”
sarhoş diye geçirdim aklımdan,
kadınlar neden bu kadar çabuk sarhoş oluyor acaba?
çıktık, belime attı elini,
“yürüyemiyorum” dedi, “bi yerde duralım.”
“logosa gidelim” dedim, “neskafe
içeriz.”
alsancakta sevdiğim iki yerden
biri. logos ve ionia hariç, diğerlerini çöpe at, içindekilerle birlikte,
çalışanları kast etmiyorum. her neyse, çok ileri gitmiş olmalıyım, ama kimin
umurunda bu? sokayım alsancak’a.. sarhoş olmayı marifet sayan ve serseriliğe
özenen bi ton lavuk görüyorum orada, ve evet sen şu an üzerine alınmak zorunda
değilsin, “evet ya, çok haklısın” de bana, senin de amına koyayım, her neyse,
neyden söz ettiğimi anlayamıyorsanız burada ne işiniz var?
birer neskafe geldi, “bu şarkıyı
biliyor musun?” dedi bana.
“hayır” dedim, “burada çalan çoğu
şarkıyı bilmiyorum, ama seviyorum çalan şeyleri.”
“evet, ben biliyorum” dedi. bir
sigara yaktı, ben sigara paketine elimi götürürken elime vurdu, içme der gibi,
ama engelleyemezdi, hiç kimse engel olamazdı ciğerlerimin amına koyucak olmama,
size ne ki? hayat benim hayatım.
hatırlıyorum, “bundan sonra
sigara yok delikanlı, hiçbir şekilde sigara ve türevlerini kullanmamalısın.”
anlıyordum, ot diyemiyordu moruk, doktor, türevlermiş, sikmişim.. “ve ayrıca
ağır kaldırmak yasak, nefes nefese kalmamaya özen göstermelisin”. söylediği ne
varsa, tersini yapmaya özen gösteriyordum. bi şişe daha fazla içebilmek için
yayan gidip geliyordum her yere.
iş görüşmelerimi hatırlıyorum.
sabahın dokuzu. valide sesleniyor. kalkıyorum. başımda berbat bir ağrı,
kusuyorum hemen ardından. bu günlerde de sık sık kusar oldum. sol böbreğim ağrıyor bir de, ağrıyabilir,
size ne ki bundan, neden uzatıyorum? hem şimdi, neden iş görüşmeme geçtim ki
alsancak’ta güzel bir günü anlatırken?
her neyse, kafam biraz karışık,
mazur görün. iş görüşmesi demiştim, gitmem gereken yer bir kargo şirketiydi ve
kurye arıyorlardı, bir gün öncesinden onlara internet üzerinden başvuru
yapmıştım ve kişilik testi dedikleri zırtapozluğu doğru olarak doldurmuştum,
yani neysem o olarak. ardından da, “böyle salakça bir test ile insanların
kişiliğini öğrendiğinizi mi sanıyorsunuz” demiştim, “ben yalan söylüyorsam,
nerden anlayacaksınız ki, ben 23 yıldır birlikte yaşadığım kendimi
tanıyamıyorum bazen” gibi bir önyazı ile
gönderdim başvuruyu.
ertesi sabah aradılar,
şaşırmadım, biliyordum arayacaklarını, ilginç gelmiş olmalıydım onlara.
testteki soruları hatırlıyorum, azimli misiniz? hayır! neyse. sabahın 11’inde
ordaydım, öncesinde, iki bira içmiştim sabahın köründe ve öyle gitmiştim
görüşmeye. oturdum, herif özgeçmişimi aldı eline, sorular sordu, birkaç basit
soru, yanıtladım, ardından “biz sizi arayacağız” dedi, “ne zaman, kesin arar
mısınız?” gibi hiç bişi sormadım bile, ne gerek var ki? siktiğimin herifleri,
birçok yerden şöyle bir cevap almıştım, “öz geçmişinizi taktirle karşıladık,
ancak şu an için size olumlu bir yanıt veremiyoruz” vs vs.. ne takdiri lan? kim
kimi kandırıyor?
boş verelim. alsancakta
çimlerdeyiz, idil ve ben. has hatun, “sana sürprizim var demiştim ya” dedi.
“evet?” dedim, çantasından bir
üçlü çıkardı, önüme attı, “yak şunu.”
saat beş suları, alsancak
çimlerdeyiz, yaktım, çektim, verdim ona, çekti, ben aldım, o aldı, ben aldım..
yattım sonrasında çimlere. “çok iyiymiş” dedim.
“refikten kalmıştı” dedi,
“belli” dedim. dünya çok hızlı
dönmeye başladı, iyiydi, öksürük geldi sonrasında, kalktım.
“iyi misin?” dedi.
“geçer” dedim, geçti de nitekim,
“endişelenmeye gerek yok.”
“sorun yok değil mi?” dedi.
“sorun daima var” dedim, “ama bu
konuda endişelenmeye gerek yok.”
“suçluluk hissediyorum”
“en azından sen bir şey
hissediyorsun” dedim, “etrafına bak, geçip giden tiplere, çoğu hiç bir şey
hissetmiyor bence, ya da tam tersi, kendimi üstün görmüyorum, kim haklı bunu da
bilmiyorum, onlar veya biz gibi bir ayrımda yapmıyorum, sadece bir fark var,
anlıyor musun, ısınamıyorum, bir şeyler daima ters gidiyor ve ben neyin ters
gittiğini bile bilmiyorum, sadece ters g…”
durdum, ottu nedeni muhtemelen,
kafamın iyi oluşuydu, şaraptı, yukarıdaki güneşti, ezeli ve ebedi olan
allah’tı, sürekli giden ve bir süre sonra geri dönen hatunlardı.
“napalım” dedim.
“napabiliriz?” dedi.
“dün ‘desem’e gittim bir
arkadaşımla, oraya bakabiliriz yine, belki iyi bir şey oynuyordur.”
“belki de, ama yedi seansına daha
var.”
“iddaa oynamalıyım” dedim, “kalk
hadi, gazete alıcam.”
gittim, aldım, çimlere döndük, o
bana bakıyordu, dikkatlice, farkındaydım, bende bahis bültenine bakıyordum, dikkatlice,
farkındaydı.
“neden bunu oynuyorsun” dedi
“hayatta 100 milyon bile
kazanabilecek kadar şanslı mıyım, ölçmek istiyorum belki de.”
“100 milyon mu veriyor sonuçları
bilene.”
“hayır, bildiğin maç sayısı ve
hangi maçlar olduğuna göre değişiyor, öğretebilirim istersen.”
anlattım. dinledi, sonrasında
birkaç tahmin yaptı, gidip kuponu yatırdık. kafamız çok iyiydi, ve ben iki de
bir burnumu siliyordum. hatırlıyorum da, lisede, bir keresinde, burnum akıyor
diye yanımdaki hatun yerini değiştirmişti. tanrım, ne kadar kötü hissetmiştim
kendimi, hiçbir kız yaklaşmazdı yanıma, benimde onların yanına yaklaşacak
cesaretim yoktu, uzaktan izliyordum olan biteni. birileri birilerini sikerken,
ben elime patlatıp duruyordum, en sonunda, birisini sikmek istedim, ama yapamadım,
olmuyordu, onları düşünerek boşalabiliyordum, sorun çıkmıyordu, fanteziler,
ancak, gerçekte? o zaman olması gerektiği gibi yürümüyordu işler, duygusal bir
bağ yoksa elimi süremiyordum onlara.
ve bir keresinde, aşık olduğum
birini mutlu edebilmeyi başardım, yaladım onu, nasıl geliştiği hakkında hiçbir
fikrim de yoktu üstelik, aniden gelişmişti, iki kez boşaldı, “teşekkür ederim”
dedi. sadece oral, bişi diyemedim. ilk kez geliyordu bu başıma, kadınlar
konusunda oldukça acemi sanıyordum kendimi.
her neyse, kuponu yatırdık,
“kazanabilir miyiz” dedi.
“kazanma şansımız sıfır” dedim.
“o halde neden oynadık?”
“deniyoruz.”
bir ilan gördüm, garson aranıyor
yazıyordu, denedim şansımı, olmadı, almadılar.. ve desem’e gittik, yedi seansı,
bir gün önce izlediğim film oynuyordu, “dün bunu izlemiştim” dedim, “ama yine
izleriz istersen, senin de izlemeni isterim.”
izledik, dün güldüğüm esprilere
yine güldüm, aynı şey diye geçirdim içimden, ve ben yine de gülüyorum. aynı şey
dedim, terkedilişler, giden sevgililer, biten aşklar, yitip giden zaman, her
şey aynı, ve ben her seferinde daha da kötü hissediyorum kendimi. neden
gidiyorlar? sürekli gidiyorlar. hep. daima. asla sonsuza dek kalmıyorlar
yanımda. geri dönüyorlar bir süre sonra, ama bu kez de ben kabul etmiyorum,
çünkü biliyorum, yine gidicekler, daima.
film bitti. çıktık. saat dokuzdu
ve babam eve gelmeden evde olmalıydım. bir tek o ve ben kalmıştık geride, en
azından bir süre ikimiz olacaktık.
“ben gitmeliyim” dedim, “babam
işten gelecek, ona yemek hazırlamam gerekiyor.”
dün sabahtan beri hiçbir şey
yememiş olan ben. ne komik. hiçbir şey anlamamış gibi baktı yüzüme idil,
“neden sen hazırlıyorsun?” dedi.
“diğerleri yok, gittiler, bir
süre herkes tek başına kalıp kafasını dinlicek, sonra dönecekler.. dün annem
gelmişti, ama doktora gitmek için sağlık karnesini aldı, bir şeyler yememi
sağladı, gitti. sen gelsene bize, bizde kalırsın, sorun olmaz, şimdi o evde
yalnız başına, gece, pek iç acıcı olmucak senin için.”
“tamam” dedi. gittik.
akşam.. ev. sizi sıkmak
istemiyorum. geçelim buraları.. gece. ev.. diğer odaya yatak hazırladım. yattı
idil. ben odaya döndüm. birileri ile konuşmaya çalıştım, ama başaramadım, kimse
benimle konuşmak zorunda değildi, denemenin yararı yoktu, bitmişti her şey,
sevilmiyordum artık, 2 saat boyunca aynı mekanda bulunup selam bile vermemek
gibi bir şeydi, ya da “naber” sorusunun cevabında senin de nasıl olduğun
sorulmuyorsa, zorlamamak gerekiyordu insanları. bırak sussun herkes. bırak
sussun. bırak. sende sus. susmalıydın. hata ettiler buna engel olmakla!
boşalamıyordum. lanet olsun.
denedim yine de.. biraz porno indirdim internetten, midemi bulandırmayan türde
olmalarına özen gösterdim. sevmiyordum pornoyu, hiçbir şey hissetmiyordum.
garipti, herkese göre gariptim, bu yaşıma kadar bir kez ve o da yarım yamalak
sevişmiş olmam da garipti size göre. kimse kimseyi anlamıyordu ve sorun yoktu,
boş vermeliydik bence. ait değildim, yabancıydım, ve ağlamaya başladım sonunda.
pj harvey akıyordu, river akıyordu. ne diyordu bilmiyordum ve ağlıyordum. biri
diğer odada ölümüne öksürürken ben ağlıyordum. ekrana bakıp ağlıyordum. sonra
durdu. bir kez daha denemeyi düşündüm. diğer odada bir hatun vardı, iri
göğüslere sahip, 21 yaşında, oldukça güzel, yeşil gözler, kırmızı oje, üstelik
sarhoş. şansımı denemeye karar verdim.
gittim yanına, açtım kapıyı,
uyumuyordu, “ben de seni bekliyordum” dedi. kilitledim kapıyı ardımdan. yanına
gittim. yat dedim, kalkma. bacaklarını okşamaya başladım önce, bir gecelik
vermiştim ona giymesi için, açtım bacaklarını, elliyordum, gözlerime bakıyordu,
iyi hissediyor olmalıydı, sonrasında elimi biraz daha yukarı çıkardım,
kavradım. kilotunun üzerinden okşuyordum, iyi gidiyordu, yavaş yavaş üzerine
doğru hareketlendim, “sertleşemiyorum” dedim, “yardımcı ol bana.”
doğruldu yataktan, ağzına aldı,
iyice, çekti içine, yalıyordu, bir süre sonra, “tamam şimdi hazır” dedi,
“girebilirsin içime.”
çıktım, yerleştirmeye çalıştım,
gidip geliyordum, çok iyi bir ritim tutturmuştuk, ve babam diğer odada
ölüyordu, öksürüyor ve ölüyordu, ve ben boşalmaya çalışıyordum. lanet dünyanın
içine boşalmak istiyordum, merkezine, dünyanın çekirdeğine boşaltmak, durdurmak
bu hayatı. ama olmuyordu, tekrar denedim, tekrar tekrar ve tekrar. açtım
gözlerimi, önümdeki alete baktım, odamdaydım, sadece hayal etmiştim, odasına
gidiyordum ve sevişiyorduk, bir hayaldi bu, ve o itiraz etmezdi de ayrıca,
istiyordu beni, çok istiyordu. ben istemiyordum. kimseyi istemiyordum artık.
kimseyi istemeyecektim. kimse beni istememeliydi. kalktım yerimden ve giydim
baksırımla şortumu üzerime. otuzbiri bile başaramıyordum artık. nedeni,
içimdeki acıydı. ya da ruhum ölmüştü. bu da öykü mü? adam sen de.
“baba su vereyim mi?” dedim,
öksürüyordu feci halde, “ya da ilaç?”
“gerek yok oğlum” dedi, tam o
anda fare gibi bişi geçti sanıyorum yanımdan, ya da benim her zamanki
halüsinasyonlarımdan biriydi, bilemiyorum.
babama “sende gördün mü?” dedim,
“fare mi geçti?”
“yok hayır ben bir şey görmedim
oğlum” dedi, paranoyaktım, halüsinasyonlarım vardı, hiçbir şeyin gerçekliğinden
emin olamıyordum, hiç bir şeyden emin olamıyordum ve gidip kapanı çıkardım,
dolabı açtım sonrasında, lanet dolap, sadece margarin var, ne komik değil mi?
peynir yok, zeytin yok, yemek yok. sularım kesik. dolap bomboş.. hah ha. dünden
beri hiç bişi yememiş olan ben, bir parça ekmek koparıp kapana yerleştirdim.
bekledim lanet sabahın olmasını. film izledim. izlemedim. film aktı sadece. ben
de baktım boş boş.
bir hareket olmalıydı gecede,
böcekler bu yüzden önemliydi, annem ilaç sıkıp hepsinin kökünü kurutmasaydı
keşke, dedim, böceklerim önemliydi gerçekten, kalkar onları kovar, öldürmez ama
kovardım arada sırada. yoklardı artık. hareket yoktu. hiçbir şey yoktu. sadece,
bir hatun vokal, beth, pj, karen, bi hatun vokal işte, her kimse. yada mike
ness, cobain, bir şey akar işte, güneş doğana dek bir şey akar. boş boş ekran,
insanlar, film, oyun, rol, altyazı, hayat.
güneş doğmuştu, yedisiydi
sabahın, ve babam kahvaltı yapıyordu, işe gidecekti, pazar günü bile çalışan
bir adam, kim için, ya da niye? her neyse.
“baba bugün tek var mı bildiğin”
dedim.
“henüz bülteni incelemedim oğlum”
dedi bana, “bulursam haber veririm, dün o atı nasıl yakalamışın sen ya.”
“şans.”
“şans.”
çıktı evden babam. arka balkona
gittim, kedime, bir kedi var, her sabah orada oluyor, alt katın bahçesine
geliyor, ekmek atıyorum, yiyor, uyumu yakaladık. eve sokamıyorum kedileri, ev
benim değil. ve bir adam geçer mahalleden haftada bir, çöpleri kurcalar. şişe
topluyor. teneke topluyor. kağıt vs. ve ben özel bir torbaya, şişe, her türlü
şişe, alkol değil, kola, su, falan, ve teneke, ve kağıtları doldurup, oraya
bırakıyorum, aşağıya. o beni bilmiyor, ama görüyorum, berbat bir halde, saç
sakal birbirine karışık bir adam, her salı gelip alıyor evimin önünden
poşetimi, ben de ona bakıyorum gizlice. fareyi unuttum, kapan, fare, bir
bakayım şuna.
evet, ne diyordum, halüsinasyondu
belki de, fare falan yok kapanda, olsaydı da öldüremeyecektim, dışarı salardım
muhtemelen. tamam çok kötü biriyim ben, biliyorum, ama o kadar kötü değilim
anlayacağınız, ama. ya da. her neyse. boş verelim. bu işte. öykü bu. basın yada
kıçınıza sokun. ama bu bir öykü!
hay aksi şeytan, çay suyunu
unuttum, hatun uyanacak, kahvaltı yapmalıyım, iki gündür bi şey yemedim, sırf
alkol ve duman. ve berbat bir pazar sabahı daha. her neyse. hayat. umarım bu
öykü hoşunuza gitmiştir. eyvallah!
7 ağustos 2005
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder