the little famous
song
eskiden
yazdıklarımı okuyordum, marissa nadlerin cennetten gelen sesi ile birlikte..
sabah işten geldim. çok az uyuyabildim. ve gece tekrar işe gideceğim. birazdan
birkaç dostla buluşucam. bir yıldır hiçbir şey yazmıyorken, yazamıyorken,
şimdi, iki günde iki yazı mı? neden olmasın? eskisi gibi yani.. ha? az
uyuyarak, günde sekiz saatini satarak ve geriye kalan zamanlarda müzik
dinlerken boş boş takılıp, boş boş yazarak geçen günler. hiç kimse okumazken,
herkes çok iyi yazdığını söyler durur. işe yaramaz oysa bu mesela, iki yumurta,
bir ekmek yapmaz örneğin bir şiir, bunun için işe gitmen gerekir, gidip kafayı
yemen, aynı şeyi saatlerce tekrarlaman, pompa üretiyorum artık, yağ pompası,
arabaların, günde ortalama 1250 tane, plastik enjeksiyonu bıraktım. sizin
hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu bu arada? bir sene uzun zaman moruk.
yazmadan geçen bir sene.. hiç merak etmediniz, birkaç yakın dost dışında yani..
girdo artık yazmıyor musun ya? girdo ne zaman yazıcan oğlum. girdo yaz oğlum
artık.. deyip durdu dostlar. ben ise, hap kullandığım dönemlerde,
gülümseyemeyerek bile bakındım durdum aval aval, ses çıkmadı.. harflerimi yiyip
bitirmişti, psikoz ve akıl hastanesi. 13 gümüş gün kaldım orada. gümüş kurşun
gibi yani. kurşunları çıkarmam bir sene sürdü. hayata geri dönmem. müzikten
tekrar zevk almaya başlamam. herkesi kahkalara boğan espriler yapabilmem.
sigaranın kokusunun cenneten geliyor gibi hissetiğim zamanların geri dönüşü.
bir sene. ölü taklidi yaptığım bir sene. sahi sizin hayatınızda ne gibi
değişiklikler oldu. sıkı fanlarımdan bahsediyorum bu arada. aa evet, henüz
best-seller olamadım ama ufak underground ünümü küçümseyemezsiniz, özellikle
anti-girdap-timi küçümsememeli yani. gerçi onlar hala hayatta mı bilmiyorum,
her yazdığım cümleye üç balta beş ok sekiz küfürle karşılık veren
eleştirmenler.
kötü
zamanlar geride kaldı deyip durdum yıllarca, kişisel bir şeydi bu, yoksa,
dünyanın kötüden daha kötüye ve ardından daha da kötüye gideceğini
yadsıyamazsınız. devrim umutlarımızı çöpe atıp, birer seri katil olmamıza
varım.. ama sizdeki umut, bendeki karanlıktan ağır basıyor. dört duvar
arasındayken, bir süre sonra fark ediyorsun gerçeği oysa, duvarlarımı ve çatımı
delip geçemeyecek dış güzellikleriniz diyorsun, öldüğünün bilincinde olarak, ve
hiçbir şeyin değişmeyeceğini kanıksamış bir halde. o noktada başlıyor yazma
serüveni zaten. kelimeleri düşünüp durmuyorsun o noktada. kendileri geliyor
peşpeşe. fondip yazılar. hiçbir anlamı olmadığı söylenen, güçlü bir politik
duruş içermediği söylenen veya felsefik bir altyapı barındırmadığı dile
getirilen.. oysa ben biliyorum ne yapıp ne yapmadığımı, bu yeterli.
ne
diyordum? şehit cenazelerine üzülüyor
insanlar, gencecik canlar gidiyormuş, ben üzülmüyorum, gitmeselerdi askere, ben
olsam gitmezdim, yani çatışma bölgesinde olsam red ederdim orada ölmeyi,
savaşın her türlüsü kirli, farkındayım, ama ölenlerin masumiyeti katillik üniforması
altında pek barınamıyor bence. işyerimde doğuda görev yaptıkları için övünen
insanlar var, onlara göre benimki askerlikten sayılmıyor mesela, komanda olmayı
kutsayanlar topluluğu yani. bu açıdan bakınca pek akıl kârı gelmiyor bana olan
bitenlere üzülmek. hayatta kalırsan kahraman, ölürsen şehit olduğun bir
düzenekte, muhalefetin başka bir kanala odaklanması gerekiyormuş gibi geliyor,
toplumsal barış herkesin kardeşçe kucaklaşıp sonra salak salak işlerde, seri
seri gereksizlikler bütünü üreterek, gerekirse binbeşyüz lira asgari ücretle
satılığa çıkmasıyla sağlanmıyor çünkü. herkes istediği dili konuşup istediği
tanrıya tapınca da toplumsal olarak barışmış sayılmayacağız. barıştan yana
olmadım hiçbir zaman. ben savaştan yanayım. ama kendi aramızda yapmaktansa,
tepemizdekilerle ve modernizmle olması gerekiyor bunun. tüm fabrikaları havaya uçurmak gerekiyor.
makinelerini yerle bir etmek. tüketmekten ziyade üretimden sıyrılmak. çünkü
tüketim değil üretim toplumuyuz biz. arada bir fark yokmuş gibi geliyor kulağa
ama var. biz tüketmiyoruz çünkü, hiçbirşeyi tükettiğimiz yok, hiçbir şey
tükenmeden, bozulmadan, eskimeden yenisini alıveriyoruz, üreten de biziz
sonuçta.. günde 1250 tane pompa üretiyorum mesela. ama içlerinden birinin bile
takılı olabileceği bir araba alamıyorum. alanlar da her sene yeni bir modelle
upgrade şansı olan adamlar. bugüne kadar ürettiğim hiçbir şeyi satın alabilecek
kadar kazanmadım zaten. çoğumuz kazanmıyoruz da. buna rağmen asgari ücret daha
fazla olmalı gibi saçma bi derdimiz var. ücret olmaması için mücadele etmek
daha anlamlı geliyor bana, hiçbirşeyin ücreti olmaması için mücadele etmek, ne
işçinin ne eşyanın. bu daha tutarlı bir slogan olurdu. ama hiçbir partinin
parayı ortadan kaldıracağız gibi bir vaadi olduğunu görmedim. paradan para
kazanıyorlar çünkü onlar, bu akıllıca olmaz. tanrı olsaydım kirayı haram
kılardım. faizden ne farkı var? ama yapamaz, o da kira istiyor çünkü, kiracıyız
ya bu dünyada, karşılığında cennet vermiyor, cennet bir ödül sadece, ibadetler
bu dünyada verdiği nimetlerin fiyatı sadece, cehennemse borcumuza karşılık
gelen bir icra yöntemi. gerçekte din kelimesinin kökeni borç olsa da, az önce verdiğim 'tahrif edilmiş' tanrı ve islam tarifini yutunca, patronu da haklı görüyorsunuz doğal olarak, o da
verdiğinin karşılığını istiyor sizden. günde 1250 tane pompa üreticeksin deniyor.
eskiden de 1500 tane akıllı sayaç üretiyordum, ondan önce günde 100 tane stok
raporu girip on kadar irsaliye kesmem gerekiyordu, ondan daha önce günde 100
ton bagaj ve kargo yüklüyordum. karşılığında yıllık izin gibi bir mükafat da
var hem, şanslıysanız cennetin yedinci katı sandıkları tazminatı da verirler,
ama parayı ya da daha mantıklısı olan fabrikaları ve makineleri ortadan
kaldırma isteği yerine zam talebinde bulunmanız işlerine gelir. kimse masum
değil yani.
alsancaktayız.
arkadaşım tansaştan alalım biraları diyor, daha ucuza gelir, migrostan ya da
diye de ekliyor. kabul etmiyorum. bakkalıma gidiyorum 25 kuruş fazla vereceğimi
bildiğim halde. o bakkal bize gezide yardım etti çünkü.. ve o bakkala ihtiyacım
var çünkü. her gidişimde iki üç cümle sohbet ediyoruz çünkü. içten bir şekilde
gülümsüyor da çünkü. mahalle bakkalımda öyle. onlara ihtiyacımız var. ne zaman
kafanız alıcak bilmiyorum ama, devrim küçük parçalardan oluşur, büyük ve tonla
şubeleri olan marketlere gitmeyi red etmekten mesela, ben gitmiyorum, seyyar
satıcılardan ve pazar malından devam etmeye.. işçilerin daha iyi şartlar ve zam
için grev yapacağına, patronu saf dışı bırakmak için örgütlemesine dayanır
devrim. daha iyi şartlara sahip bir kapitalizm yok çünkü, kişisel olarak daha
iyi şartlarda ama yine aynı kötü kapitalizmde mücadele etmek var.
aynı
anlama sahip cümleleri, sizin ohoo deyip duracağınız şekilde de ipe
serebilirim, yani üst entelektüel bir ağız kullanarak, tarihsel örnekler ve
alıntılarla şekillendirerek, ama kitlem onlar değil. onlar bana, basit ve
derinliksiz demeye devam etsin istiyorum. çünkü onlar sadece yazarlar, dergi
çıkartırlar hatta, büyük umutlara sahip edebiyat dergileri, büyük umutlara
sahip kitaplar, ama normal yaşantılarında pahalı yerlerde yiyip içer, pahalı
şeyler giyerler. solcudurlar, ama sağ kanattan gelen ortalara güzel voleler
vurarak yaşarlar hayatlarını. gezide var oldukları halde öncesinde de
sonrasında da avm’ye de giderler, burger king’e de. bir kez bile gitmedim.
kapısından içeri adımımı atmadım herhangi bir avm’nin. politik olarak o kadar da
tutarlı değilim gerçi. çok uluslu bir şirketin daha çok kazanması için
sattığıma göre kendimi. yine de deniyorum sokaktan kazanmayı, geçimimi. henüz
başaramadım. ama deniyorum. sokak tezgahları. fanzinler.. denemeye devam
edicem. ama bu şuna benzeyecek. hiç konserine gitmedikleri underground bir
grubun dağıldığında veya bol sponsorlu bir festivale çıktığında burun
kıvırmalarına.
kalın kafalıyım.. biliyorum. eskiciyim. ama ne kadar geçmişe dönersek o kadar iyi bence. bu yüzden bana aptalca geliyor, komünizmin makineleri işçilere verme fikri, yerine fabrikaları yıkıp tarla yapmak daha mantıklı. sonra tarlaları kendi haline bırakıp avcı toplayıcı oluruz. ne kadar geçmişe dönersek o kadar iyi derken bundan bahsediyordum. o zaman toplumsal barışa ihtiyacımız kalmayacak çünkü.. doğadaki savaş hepimizin karnını doyuracak. günde 1250 pompa üretmektense, 12 elma toplamak daha mantıklı çünkü. ya da 2 geyik avlamak.
sahi siz naptınız bu bir sene de.. çok suskunsun okuyucu. bir yorumu bile çok görüyorsun yıllardır. ama beleş fanzin istemekte üstüne yok. aa tabii şimdi çeliştim tüm söylediklerimle. ama ayda 745bin lira kazanmadığım için, büyük fanzin anayasasına ihanet ediyorum bi lira isteyince. buna rağmen bana giren milyarları hesap etmiyorum ama. "iki üç dört lira, paran yoksa bedava" dediğimde, "olur mu öyle şey" deyip beş lira verene karşılık, yanıma geliyor kendine anarşist diyen adam, "bunlar beleş" demi diyor, he yavrum beleş, ben de leyleklerle yaşayan bir saksağanım zaten, karşılığında işe yarar bir eylem yapsa bare, içmek dışında yani.
her neyse, sıkıldım.. ama hala ringdeyim anlaşılan. "bir yazar boksördür ve senin yumrukların cılız" demişti bir eleştirmenim. ama cılız da olsa bir sürekliliği var değil mi moruk? 20 yıldır nakavt olmadım. yerde kaldım sadece, bazen bir sene yerden kalkmadım. ama ringten inmeye niyetim yok eleştirmenim. senin de ringe girmeye niyetin olmadığı sürece, bu bahsi kapatalım artık. ölmedim
24.8.2015
başlık
marissa nadler’in bir şarkısının adıdır.
İnsanlık tarihinin en kötü hatası yerleşik hayata geçerek tarım yapmaya başlamasıdır başka bir deyişle avcı-toplayıcı olmaktan vazgeçmesidir
YanıtlaSilkesinlikle, o günden sonra da kaçınılmaz bir şekilde günümüz toplumuna kadar geldik.
Silcanlılık tarihinin en kötü hatası avcı-toplayıcı olarak saldırganlığı başlatmasıdır. başka bir deyişle varoluşa saldırmaktan vazgeçmesidir.
YanıtlaSilç.ö.y.o.