5 Ekim 2011

çalışmak zararlıdır

“çalışmak zararlıdır” dedim ona. karşılıklı oturuyorduk. bir hatun ve bir erkek. yani iki kişi. bir bar. bir barın bahçesi. sigara. doğal olarak. o içmiyordu sigara, sigara kullanmıyordu, hiç kullanmamıştı, kullanmayı düşünmüyordu ve ona göre benim de bırakmam gerekiyordu, bana göre de benim bırakmam gerekiyor olabilirdi belki ama.. neyin ne zaman ne durumda ve neye göre “gereken” olup olmadığı konusuna kafam basmıyordu ve hiçbir zaman da basmayacaktı..

“çalışmak zararlıdır” dedim ve bunu neden söylediğimi hatırlamıyorum, yani hangi olaya binaen. öyle söyleniyordu değil mi? “hangi olaya binaen”, böyle davrandın, böyle söyledin, şuraya gittin, şununla konuştun, bunu terk ettin.. falan filan falan filan.. neye binaen.. yani hemen hemen herkes hemen hemen her şeyi bir şeylere dayanarak ve son derece bilinçli bir şekilde yapıyormuş gibi.. yani aslında hemen hemen herkesin bir sebebe ihtiyacı varmış gibi..  şöyle oldu çünkü onun öncesinde böyle olmuştu, ve onun öncesindeyse, ve daha öncesinde… uzayıp gider geçmiş.. anlata anlata bitiremezsiniz, ve hemen hemen hepsi, sanki birbirine zincirleme bir reaksiyonla bağlıymış ve peş peşe olmasa da  birbirinin sonucu gibi gerçekleşmişçesine yaparsınız bunu.. oysa anlayamadığımız şey, galiba, sanırım, dakikaların yavaş, yılların hızlı geçtiği gerçeğidir.. ve bu gerçek bile olmayabilirken, sırf aptal bir adam salak bir yazıda, göze güzel görünen ama sadece göze güzel görünen bu sözü ettiği için, tutar altına çizer, sonra bazı konuşmalarda aklınıza gelince alıntı yaparsınız, oysa hiçbir anlamı yoktur bu sözün ve aslında sadece bir mantık hatasıdır.. ve yaşanan her şey, sizin yaşadığınız ve karşınızdaki insanın yaşadığı, ve birbirinize anlattığınız ve bu konuşma sırasında anlaşamadığınız her şey, birbirinize göre, karşınızdakinin mantık hatası yapıyor olduğu izlenimine kapılmanıza yol açar..  ve aslında açılan yoldan devam etmek istemeyişinizin tek nedeni de, kendi gerçeklerinize yeterince güvenmiyor olmanızdan kaynaklanıyordur.. neden bahsediyorum? koca bir hiç, sar başa ve on kez oku, gene de içinden çıkamazsın bunun.. o yüzden ileriye doğru devam et, tekrar üzerinden geçme.. hiçbir şeyin üzerinden tekrar geçme.. hatta yapabiliyorsan, hiçbir şeyin üzerinden geçme, başını eğ, eğil, çömel, emekle, sürün, ne gerekiyorsa, tünel kaz, geri dön, dur.. ama tırmanmaya çalışma, bu duvarı aşamazsın.. bizden istenen aynen bu işte, teslim olmuş ruhlar topluluğu. teslim alınmış değil, teslim olmuş! kendi kendine.. özgür teslimiyet safları.. teslimiyet? temsiliyetle arasında bir bağ var belki. teslim olanları temsil eden vekil safları.

“çalışmak zararlıdır” dedim ona ve gerçekten şu an, bunu bu kadar uzatıyor oluşumun nedeni, kafamda dönüp duranın çıkamıyor oluşu değil, yani biliyorum, diyalogları biliyorum, karakteri biliyorum, barda neler konuşacaklarını, nerede durup nerede susacaklarını ve ne zaman bira içip ne zaman sigaralarının biteceğini, bardan ne zaman kalkacaklarını, sevişip sevişmeyeceklerini, aşık olup olmayacaklarını, ne zaman öleceklerini, ölümlerine neyin sebep olacağını, ve hangisinin ön sol dişinin kırık olduğunu ve hangisinin sırtında nasıl bir dövme olduğunu, her şeyi, ve bu bir yalan, biliyor olduğum değil, bildiğim şeylerin gerçek olmadığı gerçeği.. ve böylesi daha kolay.. sizin başınıza gelen her bir şeyi anlatıyor olma hastalığınıza karşılık, ben yalan söylüyorum.. ya da söylemiyorum.. sonra biri çıkıp, yazılanla yaşanan arasında bir köprü inşa edip o köprünün üzerine yazarı koyuyor, böyle bir durumda programın otomatikman köprünün altına bir bomba yerleştirdiğini bilmeden, amacı yazı ya da yaşanan ya da yazar değil, kendisini bu üç öğe arasına sıkıştırmak.. kendini onamak veya onarmak, sizinle bir ilgisi yok meselenin, cümlenin öznesi o, ve siz sadece soru işareti süsü verilmiş bir virgülsünüz onun pek sevdiği yazarlarından biri olarak, çünkü kendi yaşam cümlesini asla bitiremiyor, ve o yüzden bana
“yalan söyleyip söylemediğinden veya nerde gerçeğe döndüğünden asla emin olamıyorum” diyor

“çalışmak zararlıdır” dedim ve ardından bana “olur mu canım” dedi, “para kazanıyorsun, ihtiyaçlarını karşılaşıyorsun, hem çalışmasan nasıl yaşayacaksın ki?”
“çalışmak zararlıdır” diyorum tekrar, ve o’na, bugüne kadar vardiyalı bir işte çalışıp çalışmadığını soruyorum, bu arada kahramanımız 36 yaşında olsun, olur mu? o kadar var mıydın sen? tahmin yürütüyorum jessika, sakin olalım.. bana çalışmadığını söylüyor ve ben de başlıyorum müthiş sıkıcı vaazıma, gece mesaisi diyorum, kanser riskini arttırır, üstelik başka birkaç hastalığa da yakalanmak isteyenler için de epey faydalı bir yöntem”
“bunu bilmiyordum” diyor bana, ki olabilir.

“sonrasında” diyorum, “şu an yaptığım işin de içeriğinden dolayı kansere yakalanma riskini epey yükseğe çektiği bir gerçek, bir öncekinden bir önceki işim fıtık konusunda çok etkiliydi, daha başka işler için daha başka hastalıklar sayabilirim, ve bunlar sadece fiziksel olanları” saymaya devam edecekken sözümü kesiyor

“ama” diyor bana ve duruyor, çünkü bu, onun bilmediği ve asla bilemeyeceği ve bilmek de istemeyeceği bir dünya, çünkü ona göre her şeyin bir sebebi var eğer bir insan isterse, yani isteseydi, kendisine farklı bir yaşam da satın alabilirdi, buradaki satın alma deyimini ben kullanıyorum, o buna “kurabilirdi” diyor, “yani prefabrik bir ev kurmak gibi mi” diye soruyorum alaya alarak, çünkü söylediklerinin bir kısmında haklı olduğunu biliyor olsam da, ve bunu gülümseyerek söylenmiş basit bir “tercih” sözcüğü ile geçiştirebilecek olsam da, alaya alıyorum onu, alaya alıyorum çünkü bu şekilde baskın çıkabiliyorum, o kendinden emin değil, bense son derece eminim.. ya da öyleymiş gibi yapıyorum..

“kurallarını bilmediğin bir oyunda kural ihlali yapma hakkın var mıdır?” diye soruyorum, anlamadığını söylüyor
“bir oyun oynuyorsan, öncelikle o oyunu öğrenmen gerekir” diyor, “üç aşağı beş yukarı”
“peki” diyorum, diyelim, öğrenemiyor, kafası çalışmıyor, o kadar zeki değil belki ya da oyunu sevmiyor, ya da yeteneği yok ya da henüz oyunu oynayabilecek yaşa gelmemiş”
“o halde niçin oynuyor” diye soruyor, başka şansı olmadığını çünkü herkesin bu oyunu oynadığını söylüyorum, çevresindeki herkesin, bütün çocukların, ya tek başına bir köşede oturup onları izleyecek ya da bilse de bilmese de, anlasa da anlamasa da, sevse de sevmese de oyunu oynayacak”

hiçbir şey anlamadığını söylüyor,  hiçbir şey anlatamadığımı söylüyorum. ve yine anlamayacağını veya yine anlatamayacağımı bildiğim halde, söze başlıyorum, söyleyeceğim her şey,  10 yıl önce de söylediğim ve on yıl sonrada söyleyeceğim şeyler olduğu için, pek fazla zorlanmıyorum;

“dünyaya geldiğin anda” diyorum ona, “dünyaya geldiğin anda, hatta daha gelmeden önce, her şey bir şans işidir, tesadüf değildir, ben tanrı’ya inanırım sadece teslim olmuyorum o’na, ama yine de şans kelimesini kullanacağım, tanrı’nın bir seçimi olan bazı şeyler senin için, ya da benim, ya da diğerleri, şanstır.. kadın ya da erkek olarak doğarsın, siyah ya da beyaz, herhangi bir ülkede, herhangi bir şehirde, herhangi bir aileden, ve uzun bir süre de gerçekten hayatını etkileyebileceğini hesap edebilecek kadar düşünmezsin tercihlerinin üzerinde, ali’yle top oynarsın, volkan’la kavga edersin, gülçin’e aşık olursun, cumhur abi’ye özenirsin,  ve gerçekten artık tercih edebileceğin bir hayatı düşleyebilecek duruma… burada ‘duruma’ kelimesi yerine sen, ‘olgunluğa’, ‘seviyeye’ veya ‘yaşa’ kelimelerinden birini koyabilirsin bu arada, ben duruma diyorum çünkü diğer üç kelimenin de benim için kayda değer bir anlamı yok, ve sözünü ettiğim duruma geldiğinde, tercih yapma hakkın kalmamış olabilir, yani pişmanlıklarla dolu bir hayat yaşamaya mahkum olabilirsin ve böyle bir durumda yapabileceğin pek bir şey yokmuş gibi hissedip durumu kabullenmek insanı rahatlatır, ve kendini suçlarsın, oysa işin sadece bir şanstan ibaret olduğunu bilmek gerekir, kafanın çalışıyor olması bir şanstır, belli işlerde bazı yeteneklerinin olması bir şanstır, etrafında senin yaşamına yön vermende bir insanın, belki anne ve babanın o durumda olması şanstır, sen yine durum kelimesi yerine istediğin herhangi bir kelimeyi koyabilirsin, ve baktığın zaman, şu an olduğun seni, olmaya iten sebepleri bile irdelesek, içerisinde gerçekten sana bağlı olarak gelişen şeylerin de sana bağlı olarak gelişmeyebilme ihtimallerini açığa çıkartabiliriz”

“yani bulunduğum konumu hakketmedim mi sence?” diyor, bir alacaklı gözü ile bakarak bana, bilirsiniz o safsak “başardım” hissini, safsak diyorum çünkü bir şey başardığımız falan yok.. “sarhoş olmayı başardım” bu kelime ne kadar aptalcaysa, hangi ‘başardım’ı hayatın neresine koyarsanız koyun, benim zihnimde örnek olarak verdiğim cümledeki hali ile yansıyacak.. başardım.. başardık. başardınız. başarı.. acaba diyorum bazen, tasarı ile başarı kelimeleri arasında bir denklem olabilir mi, başarı tesadüfen gelişmeyen bir şey ise, tasarlanmış olması gerekiyor, ve tasarlanan bir şeyde her şeyin tasarlandığı şekli ile gitmesi gerekiyor, yani üç bant bilardoda, eğer sizin hesap etmediğiniz bir banttan sayıyı aldıysanız, bu şans işidir ve gerçek bir başarı değildir, öyle değil mi? ya da yüzde ellisi şans olabilir. o halde ben, hayatın bütününü, tavlaya bağlayabilirim: gelen zarlar, ve yapılan seçimler.. pekala pekala.. diyaloğa dönelim:

“hakketmeye inanmam” diyorum ona
“yerine neyi koyuyorsun” diyor
“boş olarak kalabilir” diyorum, “eskiden de boştu belki de, bunu bilmiyoruz, bundan 3bin yıl önce böyle bir kelimenin var olup olmadığını bilmiyorum ama başlangıçtan ne kadar zaman sonra aklımıza böyle bir kelimenin kazındığını ve onu düşünce dünyamıza ve sonra yaşama alanımıza ne zaman katmaya başladık merak ediyorum, ve daha başka bir çok kelimenin kökenlerini, kelimelerin ortaya çıkış süreçlerini, geçmiş toplumların kelime dağarcıklarını ve..”

“bunun bir cevabı vardır belki” diyor bana, “eğer araştırırsan”,
“araştırmaya gerek yok” diyorum, “geçmişi ortaya çıkarmak yerine, ilerlediğimizi ve geliştiğimizi söyledikleri bu yolculukta, tarıma geçiş anımızdan itibaren her şeyin izlerini silerek yol olmayı tercih ederim, geriye doğru yani, toplumsal anlamda, bireysel değil, anılardan söz etmiyorum”

“bunun nasıl yapılacağını söyler misin?” diyor, alaycı, yani gerçek anlamda alaycı ve inançsız ve inançsız olduğu için umutsuz ve umutsuz olması değil mutsuzluğunun kaynağı, umursuyor olması sadece, bir veya bir çok şeyi, kendiyle veya başkalarıyla ilgili, gelecek veya geçmişle ilgili, ve daha çok nasıl göründüğü ile ilgili, zihinsel anlamda nasıl göründüğü ve zihninin fiziksel yansımasını.. ve bu yüzden konuşurken saçmalayamaz o ve ben konuşurken saçmaladığımda, ona göre saçmaladığımda, ve kendime göre çoğu zaman saçmalıyorumdur bu arada ve herkesin saçmaladığını kabul edersek bu kadar çok konuşmaya ihtiyaç duymazdık ve belki de sadece içgüdülerimize göre davranırdık ve bu konuya daha sonra dönebiliriz ve asıl konuya geri dönersek.. ona göre de saçmaladığımda, gözündeki değerim düşüyor, başlangıçta tavan yapmış olan değerim, aykırı marjinal bulunmaz hint kumaşı olan ben bir anda sıradanlaşıyorum, ve ben zaten bunun farkında olduğum için, gerçeği keşfeden o, ve beni de bu gerçekle müşerref kılmak istercesine diyor ki;

“bu arada, aslında hayal ettiğim gibi değilmişsin”

ne düşlüyordun ki? kafamda bir kukuleta ile kıbrıs şehitlerinde dolaşsaydım ve her gördüğüm insana üzerinde telefon numaram yazan ve çok yalnız olduğumu belirtiğim bir kağıt parçası dağıtsaydım, tutar mıydı, önce – ve sonra..

çalışmak zararlıdır, demiştim ona, ve bu konuya nerden geldiğimizi hatırladım, radyo, radyoda zırvaladığım, radyoda zırvaladığımız, radyoda kurşunkalemle zırvaladığımız şeyler hakkında, birkaç kelam etmişti bana.. nasıl gidiyor? bu şekilde kendini tekrarlayan cümleler kurarak, tahmini beş yüz sayfa boşluk yazabilirim öyle değil mi? best seller olmak için yapmam gerekenler basitken, hâlâ hiç kimsenin okumadığı yazılar yazmak için inatla bir mücadele veriyorum.. güzel.. pekala devam edelim..

ne diyordum? radyoda, kapitalizm hakkında bu kadar çok laf salatası yapıyor oluşumuzu yadırgıyor, çünkü ona göre, çok basit konuşuyoruz, basit diyor ve burada aslında vurguladığı şey entelektüel düzeyde olmadığı salatanın, yani ona göre, eğer politik veya sanatla ilgili veya kravatın nasıl bağlanamayacağı ile ilgili, yemek tarifleri verirken, benim şu an kurduğum cümleden çok daha derinlemesine analiz yaptırılabilecek anlamlar inşa etmeliyiz, mesela sanayi devriminden bahsederken, ya da bir mayıs olaylarından, ve ister istemez, soru, benim o eşek arısı sokasıca dilime batıyor, neden sovyet rusya hakkında laf etmişim, hayır komünizmi savunmuyor o da, kapitalizmi de savunmuyor, hatta savunduğu ya da karşı çıktığı hiçbir şey yok gibi nerdeyse kendi refahı ve huzuru dışında, ve olan biteni anlama veya yorumlama konusunda ki egosal kaygılarından kaynaklanıyor merakı, ona diyorum, ona, kronştadt kelimesi hakkında ne düşünüyorsun diyorum, bilmesi gerekiyor bunu, çünkü benim bilmediğim bir çok şeyi bildiğini düşündüğümü bildiği için, bildiğim bazı şeyleri bilmiyor oluşunu biliyor olmam, entelektüel anlamda verdiği üstünlük savaşını, onun verdiği savaşı, benim biraz dengelememle sonuçlanacak.. ve bu durum onun içine sinmediği için, “bilmiyorum” yerine “hatırlayamadım” diyor, ben biliyorum bilmediğini, es geçelim diyorum, 1921 kronştadt şeklinde araştırırsan, meselenin özünü kavrayabilirsin diyelim, ve aslında ne var biliyor musun?
“ne var”,
“sınıf savaşına inanıyorumdur sence?”
“kesinlikle öyle bir havan vardı” diyor, “yayında, o kadar çok iş ve işçilerin hali hakkında laf yaptın ki”
“anlamamışsın” diyorum, ve öykünün bu noktasında veya gerçekte yaşanan dramın, bu noktasında, benim yerimde olsaydı, diğer kahramanlar, “bi bok anlamamışsın” yazabilirlerdi oraya, gerçekte böyle söylememiş ya da söyleyemeyecek olsalar bile, ve gerçekte böyle söyleyebiliyor olmaları da bir sorun teşkil etmezdi aslında, sonuçta ben nazik olmaya çalışmıyorum, ama kaba olmaya çalışmak bana göre, yazıda veya hayatta, yapmacık kibarlıktan daha rahatsız edici bir unsurdur.

ve sorun şu ki, o gün tam bu noktada, bahsettiğim, -ve bana son derece yapmacık gelen- zengin aile çocuklarının şatafatlı ortamlarında ki teoriksel sol politik tartışmaları ile, çalıştığım işyerinde ki işçilerin çoğunun kendi aralarında ki sağ ve muhafazakar yapmacıcıkla süslü konuşmalarını karşılaştırıp, verdiğim konferans sonrası, ona düşüncelerine ve yaşam tarzına karşı saygısızca konuştuğum gerekçesi ile ilginç bir savunmaya başladı, “ne yapmalıydım” diyerek, “ne yani okumamalı mıydım?” şeklinde başlayan, “iyi bir şirkette üst düzey bir yönetici olmak yerine ezilen sömürülen insanların yaşadığı gibi bir hayatı mı tercih etmeliydim” şeklinde devam eden ve kendini aklama kaygısı ile biten.. oysa tek yaptığım, mülkiyetin hırsızlık olduğu yönündeki çok da kişisel olmayan cümlemi,  kendi seçimim olan yaşam tarzımın ayrıntılarıyla bitirmekti. bir insanın çalıştığı işten, maaşından, ya da geldiği aileden değil; günlük yaşantısındaki, ikili ilişkilerinde ki davranışından politik tavrı ile ilgili bir samimiyet oranı çıkardığımı söylediğimde, gitti.

çünkü, ilk karşılaşmamızda, fanzinleri edinmek isteyen insan, iyi bir üniversite bitirmiş, klas bir işi olan ve üst entelektüel ağızdan konuşan birini beklemişti; üniversiteden atılan ve yıllardır pek düzenli olmayan iş yaşantısında daima en alt kademe işçi konumunda üç kuruşla geçinen birini değil. ve o an yüzünün ekşimesi, bu öyküden sonra da, devam edecektir. çünkü bazı insanları, bir takım şeyler anlatarak değiştiremezsiniz, terk ederlerse yaşayamayacakları bağlarla bağlıdırlar kapitalizmin bilinçaltımıza deklare ettiği çıkara dayalı duygusal impulslara..

fiziken olduğu kadar manen de iyi görünmek onlar için ne kadar önemliyse, görüntü kirliliği oluşturduklarını düşündükleri insanlar da onlar için o kadar önemsizdir. onlar iyiler, kötü olan biziz.. ve buna rağmen öldürülen de..

çalışmak zararlıdır. nokta.



5.ekim.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder