“çalışmak zararlıdır” dedim ona. karşılıklı
oturuyorduk. bir hatun ve bir erkek. yani iki kişi. bir bar. bir barın bahçesi.
sigara. doğal olarak. o içmiyordu sigara, sigara kullanmıyordu, hiç
kullanmamıştı, kullanmayı düşünmüyordu ve ona göre benim de bırakmam
gerekiyordu, bana göre de benim bırakmam gerekiyor olabilirdi belki ama.. neyin
ne zaman ne durumda ve neye göre “gereken” olup olmadığı konusuna kafam
basmıyordu ve hiçbir zaman da basmayacaktı..
“çalışmak zararlıdır” dedim ve bunu neden
söylediğimi hatırlamıyorum, yani hangi olaya binaen. öyle söyleniyordu değil
mi? “hangi olaya binaen”, böyle davrandın, böyle söyledin, şuraya gittin,
şununla konuştun, bunu terk ettin.. falan filan falan filan.. neye binaen..
yani hemen hemen herkes hemen hemen her şeyi bir şeylere dayanarak ve son
derece bilinçli bir şekilde yapıyormuş gibi.. yani aslında hemen hemen herkesin
bir sebebe ihtiyacı varmış gibi.. şöyle
oldu çünkü onun öncesinde böyle olmuştu, ve onun öncesindeyse, ve daha
öncesinde… uzayıp gider geçmiş.. anlata anlata bitiremezsiniz, ve hemen hemen
hepsi, sanki birbirine zincirleme bir reaksiyonla bağlıymış ve peş peşe olmasa
da birbirinin sonucu gibi
gerçekleşmişçesine yaparsınız bunu.. oysa anlayamadığımız şey, galiba, sanırım,
dakikaların yavaş, yılların hızlı geçtiği gerçeğidir.. ve bu gerçek bile
olmayabilirken, sırf aptal bir adam salak bir yazıda, göze güzel görünen ama
sadece göze güzel görünen bu sözü ettiği için, tutar altına çizer, sonra bazı
konuşmalarda aklınıza gelince alıntı yaparsınız, oysa hiçbir anlamı yoktur bu
sözün ve aslında sadece bir mantık hatasıdır.. ve yaşanan her şey, sizin
yaşadığınız ve karşınızdaki insanın yaşadığı, ve birbirinize anlattığınız ve bu
konuşma sırasında anlaşamadığınız her şey, birbirinize göre, karşınızdakinin
mantık hatası yapıyor olduğu izlenimine kapılmanıza yol açar.. ve aslında açılan yoldan devam etmek
istemeyişinizin tek nedeni de, kendi gerçeklerinize yeterince güvenmiyor
olmanızdan kaynaklanıyordur.. neden bahsediyorum? koca bir hiç, sar başa ve on
kez oku, gene de içinden çıkamazsın bunun.. o yüzden ileriye doğru devam et,
tekrar üzerinden geçme.. hiçbir şeyin üzerinden tekrar geçme.. hatta
yapabiliyorsan, hiçbir şeyin üzerinden geçme, başını eğ, eğil, çömel, emekle,
sürün, ne gerekiyorsa, tünel kaz, geri dön, dur.. ama tırmanmaya çalışma, bu
duvarı aşamazsın.. bizden istenen aynen bu işte, teslim olmuş ruhlar topluluğu.
teslim alınmış değil, teslim olmuş! kendi kendine.. özgür teslimiyet safları..
teslimiyet? temsiliyetle arasında bir bağ var belki. teslim olanları temsil
eden vekil safları.
“çalışmak zararlıdır” dedim ona ve
gerçekten şu an, bunu bu kadar uzatıyor oluşumun nedeni, kafamda dönüp duranın
çıkamıyor oluşu değil, yani biliyorum, diyalogları biliyorum, karakteri
biliyorum, barda neler konuşacaklarını, nerede durup nerede susacaklarını ve ne
zaman bira içip ne zaman sigaralarının biteceğini, bardan ne zaman
kalkacaklarını, sevişip sevişmeyeceklerini, aşık olup olmayacaklarını, ne zaman
öleceklerini, ölümlerine neyin sebep olacağını, ve hangisinin ön sol dişinin
kırık olduğunu ve hangisinin sırtında nasıl bir dövme olduğunu, her şeyi, ve bu
bir yalan, biliyor olduğum değil, bildiğim şeylerin gerçek olmadığı gerçeği..
ve böylesi daha kolay.. sizin başınıza gelen her bir şeyi anlatıyor olma
hastalığınıza karşılık, ben yalan söylüyorum.. ya da söylemiyorum.. sonra biri
çıkıp, yazılanla yaşanan arasında bir köprü inşa edip o köprünün üzerine yazarı
koyuyor, böyle bir durumda programın otomatikman köprünün altına bir bomba
yerleştirdiğini bilmeden, amacı yazı ya da yaşanan ya da yazar değil, kendisini
bu üç öğe arasına sıkıştırmak.. kendini onamak veya onarmak, sizinle bir ilgisi
yok meselenin, cümlenin öznesi o, ve siz sadece soru işareti süsü verilmiş bir
virgülsünüz onun pek sevdiği yazarlarından biri olarak, çünkü kendi yaşam
cümlesini asla bitiremiyor, ve o yüzden bana
“yalan söyleyip söylemediğinden veya nerde
gerçeğe döndüğünden asla emin olamıyorum” diyor
“çalışmak zararlıdır” dedim ve ardından
bana “olur mu canım” dedi, “para kazanıyorsun, ihtiyaçlarını karşılaşıyorsun,
hem çalışmasan nasıl yaşayacaksın ki?”
“çalışmak zararlıdır” diyorum tekrar, ve
o’na, bugüne kadar vardiyalı bir işte çalışıp çalışmadığını soruyorum, bu arada
kahramanımız 36 yaşında olsun, olur mu? o kadar var mıydın sen? tahmin
yürütüyorum jessika, sakin olalım.. bana çalışmadığını söylüyor ve ben de
başlıyorum müthiş sıkıcı vaazıma, gece mesaisi diyorum, kanser riskini
arttırır, üstelik başka birkaç hastalığa da yakalanmak isteyenler için de epey
faydalı bir yöntem”
“bunu bilmiyordum” diyor bana, ki olabilir.
“sonrasında” diyorum, “şu an yaptığım işin
de içeriğinden dolayı kansere yakalanma riskini epey yükseğe çektiği bir
gerçek, bir öncekinden bir önceki işim fıtık konusunda çok etkiliydi, daha
başka işler için daha başka hastalıklar sayabilirim, ve bunlar sadece fiziksel
olanları” saymaya devam edecekken sözümü kesiyor
“ama” diyor bana ve duruyor, çünkü bu, onun
bilmediği ve asla bilemeyeceği ve bilmek de istemeyeceği bir dünya, çünkü ona
göre her şeyin bir sebebi var eğer bir insan isterse, yani isteseydi, kendisine
farklı bir yaşam da satın alabilirdi, buradaki satın alma deyimini ben
kullanıyorum, o buna “kurabilirdi” diyor, “yani prefabrik bir ev kurmak gibi mi”
diye soruyorum alaya alarak, çünkü söylediklerinin bir kısmında haklı olduğunu
biliyor olsam da, ve bunu gülümseyerek söylenmiş basit bir “tercih” sözcüğü ile
geçiştirebilecek olsam da, alaya alıyorum onu, alaya alıyorum çünkü bu şekilde
baskın çıkabiliyorum, o kendinden emin değil, bense son derece eminim.. ya da
öyleymiş gibi yapıyorum..
“kurallarını bilmediğin bir oyunda kural
ihlali yapma hakkın var mıdır?” diye soruyorum, anlamadığını söylüyor
“bir oyun oynuyorsan, öncelikle o oyunu
öğrenmen gerekir” diyor, “üç aşağı beş yukarı”
“peki” diyorum, diyelim, öğrenemiyor,
kafası çalışmıyor, o kadar zeki değil belki ya da oyunu sevmiyor, ya da
yeteneği yok ya da henüz oyunu oynayabilecek yaşa gelmemiş”
“o halde niçin oynuyor” diye soruyor, başka
şansı olmadığını çünkü herkesin bu oyunu oynadığını söylüyorum, çevresindeki
herkesin, bütün çocukların, ya tek başına bir köşede oturup onları izleyecek ya
da bilse de bilmese de, anlasa da anlamasa da, sevse de sevmese de oyunu
oynayacak”
hiçbir şey anlamadığını söylüyor, hiçbir şey anlatamadığımı söylüyorum. ve yine
anlamayacağını veya yine anlatamayacağımı bildiğim halde, söze başlıyorum,
söyleyeceğim her şey, 10 yıl önce de
söylediğim ve on yıl sonrada söyleyeceğim şeyler olduğu için, pek fazla
zorlanmıyorum;
“dünyaya geldiğin anda” diyorum ona,
“dünyaya geldiğin anda, hatta daha gelmeden önce, her şey bir şans işidir,
tesadüf değildir, ben tanrı’ya inanırım sadece teslim olmuyorum o’na, ama yine
de şans kelimesini kullanacağım, tanrı’nın bir seçimi olan bazı şeyler senin
için, ya da benim, ya da diğerleri, şanstır.. kadın ya da erkek olarak
doğarsın, siyah ya da beyaz, herhangi bir ülkede, herhangi bir şehirde, herhangi
bir aileden, ve uzun bir süre de gerçekten hayatını etkileyebileceğini hesap
edebilecek kadar düşünmezsin tercihlerinin üzerinde, ali’yle top oynarsın,
volkan’la kavga edersin, gülçin’e aşık olursun, cumhur abi’ye özenirsin, ve gerçekten artık tercih edebileceğin bir
hayatı düşleyebilecek duruma… burada ‘duruma’ kelimesi yerine sen, ‘olgunluğa’,
‘seviyeye’ veya ‘yaşa’ kelimelerinden birini koyabilirsin bu arada, ben duruma
diyorum çünkü diğer üç kelimenin de benim için kayda değer bir anlamı yok, ve
sözünü ettiğim duruma geldiğinde, tercih yapma hakkın kalmamış olabilir, yani
pişmanlıklarla dolu bir hayat yaşamaya mahkum olabilirsin ve böyle bir durumda
yapabileceğin pek bir şey yokmuş gibi hissedip durumu kabullenmek insanı
rahatlatır, ve kendini suçlarsın, oysa işin sadece bir şanstan ibaret olduğunu
bilmek gerekir, kafanın çalışıyor olması bir şanstır, belli işlerde bazı
yeteneklerinin olması bir şanstır, etrafında senin yaşamına yön vermende bir
insanın, belki anne ve babanın o durumda olması şanstır, sen yine durum
kelimesi yerine istediğin herhangi bir kelimeyi koyabilirsin, ve baktığın
zaman, şu an olduğun seni, olmaya iten sebepleri bile irdelesek, içerisinde
gerçekten sana bağlı olarak gelişen şeylerin de sana bağlı olarak
gelişmeyebilme ihtimallerini açığa çıkartabiliriz”
“yani bulunduğum konumu hakketmedim mi
sence?” diyor, bir alacaklı gözü ile bakarak bana, bilirsiniz o safsak
“başardım” hissini, safsak diyorum çünkü bir şey başardığımız falan yok..
“sarhoş olmayı başardım” bu kelime ne kadar aptalcaysa, hangi ‘başardım’ı
hayatın neresine koyarsanız koyun, benim zihnimde örnek olarak verdiğim
cümledeki hali ile yansıyacak.. başardım.. başardık. başardınız. başarı.. acaba
diyorum bazen, tasarı ile başarı kelimeleri arasında bir denklem olabilir mi,
başarı tesadüfen gelişmeyen bir şey ise, tasarlanmış olması gerekiyor, ve
tasarlanan bir şeyde her şeyin tasarlandığı şekli ile gitmesi gerekiyor, yani
üç bant bilardoda, eğer sizin hesap etmediğiniz bir banttan sayıyı aldıysanız,
bu şans işidir ve gerçek bir başarı değildir, öyle değil mi? ya da yüzde ellisi
şans olabilir. o halde ben, hayatın bütününü, tavlaya bağlayabilirim: gelen
zarlar, ve yapılan seçimler.. pekala pekala.. diyaloğa dönelim:
“hakketmeye inanmam” diyorum ona
“yerine neyi koyuyorsun” diyor
“boş olarak kalabilir” diyorum, “eskiden de
boştu belki de, bunu bilmiyoruz, bundan 3bin yıl önce böyle bir kelimenin var
olup olmadığını bilmiyorum ama başlangıçtan ne kadar zaman sonra aklımıza böyle
bir kelimenin kazındığını ve onu düşünce dünyamıza ve sonra yaşama alanımıza ne
zaman katmaya başladık merak ediyorum, ve daha başka bir çok kelimenin
kökenlerini, kelimelerin ortaya çıkış süreçlerini, geçmiş toplumların kelime
dağarcıklarını ve..”
“bunun bir cevabı vardır belki” diyor bana,
“eğer araştırırsan”,
“araştırmaya gerek yok” diyorum, “geçmişi
ortaya çıkarmak yerine, ilerlediğimizi ve geliştiğimizi söyledikleri bu
yolculukta, tarıma geçiş anımızdan itibaren her şeyin izlerini silerek yol
olmayı tercih ederim, geriye doğru yani, toplumsal anlamda, bireysel değil,
anılardan söz etmiyorum”
“bunun nasıl yapılacağını söyler misin?”
diyor, alaycı, yani gerçek anlamda alaycı ve inançsız ve inançsız olduğu için
umutsuz ve umutsuz olması değil mutsuzluğunun kaynağı, umursuyor olması sadece,
bir veya bir çok şeyi, kendiyle veya başkalarıyla ilgili, gelecek veya geçmişle
ilgili, ve daha çok nasıl göründüğü ile ilgili, zihinsel anlamda nasıl
göründüğü ve zihninin fiziksel yansımasını.. ve bu yüzden konuşurken
saçmalayamaz o ve ben konuşurken saçmaladığımda, ona göre saçmaladığımda, ve
kendime göre çoğu zaman saçmalıyorumdur bu arada ve herkesin saçmaladığını
kabul edersek bu kadar çok konuşmaya ihtiyaç duymazdık ve belki de sadece içgüdülerimize
göre davranırdık ve bu konuya daha sonra dönebiliriz ve asıl konuya geri
dönersek.. ona göre de saçmaladığımda, gözündeki değerim düşüyor, başlangıçta
tavan yapmış olan değerim, aykırı marjinal bulunmaz hint kumaşı olan ben bir
anda sıradanlaşıyorum, ve ben zaten bunun farkında olduğum için, gerçeği
keşfeden o, ve beni de bu gerçekle müşerref kılmak istercesine diyor ki;
“bu arada, aslında hayal ettiğim gibi
değilmişsin”
ne düşlüyordun ki? kafamda bir kukuleta ile
kıbrıs şehitlerinde dolaşsaydım ve her gördüğüm insana üzerinde telefon numaram
yazan ve çok yalnız olduğumu belirtiğim bir kağıt parçası dağıtsaydım, tutar
mıydı, önce – ve sonra..
çalışmak zararlıdır, demiştim ona, ve bu
konuya nerden geldiğimizi hatırladım, radyo, radyoda zırvaladığım, radyoda
zırvaladığımız, radyoda kurşunkalemle zırvaladığımız şeyler hakkında, birkaç
kelam etmişti bana.. nasıl gidiyor? bu şekilde kendini tekrarlayan cümleler
kurarak, tahmini beş yüz sayfa boşluk yazabilirim öyle değil mi? best seller
olmak için yapmam gerekenler basitken, hâlâ hiç kimsenin okumadığı yazılar
yazmak için inatla bir mücadele veriyorum.. güzel.. pekala devam edelim..
ne diyordum? radyoda, kapitalizm hakkında
bu kadar çok laf salatası yapıyor oluşumuzu yadırgıyor, çünkü ona göre, çok
basit konuşuyoruz, basit diyor ve burada aslında vurguladığı şey entelektüel
düzeyde olmadığı salatanın, yani ona göre, eğer politik veya sanatla ilgili
veya kravatın nasıl bağlanamayacağı ile ilgili, yemek tarifleri verirken, benim
şu an kurduğum cümleden çok daha derinlemesine analiz yaptırılabilecek anlamlar
inşa etmeliyiz, mesela sanayi devriminden bahsederken, ya da bir mayıs
olaylarından, ve ister istemez, soru, benim o eşek arısı sokasıca dilime
batıyor, neden sovyet rusya hakkında laf etmişim, hayır komünizmi savunmuyor o
da, kapitalizmi de savunmuyor, hatta savunduğu ya da karşı çıktığı hiçbir şey
yok gibi nerdeyse kendi refahı ve huzuru dışında, ve olan biteni anlama veya
yorumlama konusunda ki egosal kaygılarından kaynaklanıyor merakı, ona diyorum,
ona, kronştadt kelimesi hakkında ne düşünüyorsun diyorum, bilmesi gerekiyor
bunu, çünkü benim bilmediğim bir çok şeyi bildiğini düşündüğümü bildiği için,
bildiğim bazı şeyleri bilmiyor oluşunu biliyor olmam, entelektüel anlamda
verdiği üstünlük savaşını, onun verdiği savaşı, benim biraz dengelememle
sonuçlanacak.. ve bu durum onun içine sinmediği için, “bilmiyorum” yerine
“hatırlayamadım” diyor, ben biliyorum bilmediğini, es geçelim diyorum, 1921
kronştadt şeklinde araştırırsan, meselenin özünü kavrayabilirsin diyelim, ve
aslında ne var biliyor musun?
“ne var”,
“sınıf savaşına inanıyorumdur sence?”
“kesinlikle öyle bir havan vardı” diyor,
“yayında, o kadar çok iş ve işçilerin hali hakkında laf yaptın ki”
“anlamamışsın” diyorum, ve öykünün bu
noktasında veya gerçekte yaşanan dramın, bu noktasında, benim yerimde olsaydı,
diğer kahramanlar, “bi bok anlamamışsın” yazabilirlerdi oraya, gerçekte böyle
söylememiş ya da söyleyemeyecek olsalar bile, ve gerçekte böyle söyleyebiliyor
olmaları da bir sorun teşkil etmezdi aslında, sonuçta ben nazik olmaya
çalışmıyorum, ama kaba olmaya çalışmak bana göre, yazıda veya hayatta, yapmacık
kibarlıktan daha rahatsız edici bir unsurdur.
ve sorun şu ki, o gün tam bu noktada,
bahsettiğim, -ve bana son derece yapmacık gelen- zengin aile çocuklarının
şatafatlı ortamlarında ki teoriksel sol politik tartışmaları ile, çalıştığım
işyerinde ki işçilerin çoğunun kendi aralarında ki sağ ve muhafazakar
yapmacıcıkla süslü konuşmalarını karşılaştırıp, verdiğim konferans sonrası, ona
düşüncelerine ve yaşam tarzına karşı saygısızca konuştuğum gerekçesi ile ilginç
bir savunmaya başladı, “ne yapmalıydım” diyerek, “ne yani okumamalı mıydım?”
şeklinde başlayan, “iyi bir şirkette üst düzey bir yönetici olmak yerine ezilen
sömürülen insanların yaşadığı gibi bir hayatı mı tercih etmeliydim” şeklinde
devam eden ve kendini aklama kaygısı ile biten.. oysa tek yaptığım, mülkiyetin
hırsızlık olduğu yönündeki çok da kişisel olmayan cümlemi, kendi seçimim olan yaşam tarzımın
ayrıntılarıyla bitirmekti. bir insanın çalıştığı işten, maaşından, ya da
geldiği aileden değil; günlük yaşantısındaki, ikili ilişkilerinde ki
davranışından politik tavrı ile ilgili bir samimiyet oranı çıkardığımı
söylediğimde, gitti.
çünkü, ilk karşılaşmamızda, fanzinleri
edinmek isteyen insan, iyi bir üniversite bitirmiş, klas bir işi olan ve üst
entelektüel ağızdan konuşan birini beklemişti; üniversiteden atılan ve
yıllardır pek düzenli olmayan iş yaşantısında daima en alt kademe işçi
konumunda üç kuruşla geçinen birini değil. ve o an yüzünün ekşimesi, bu öyküden
sonra da, devam edecektir. çünkü bazı insanları, bir takım şeyler anlatarak
değiştiremezsiniz, terk ederlerse yaşayamayacakları bağlarla bağlıdırlar
kapitalizmin bilinçaltımıza deklare ettiği çıkara dayalı duygusal impulslara..
fiziken olduğu kadar manen de iyi görünmek
onlar için ne kadar önemliyse, görüntü kirliliği oluşturduklarını düşündükleri
insanlar da onlar için o kadar önemsizdir. onlar iyiler, kötü olan biziz.. ve
buna rağmen öldürülen de..
çalışmak zararlıdır. nokta.
5.ekim.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder